
Tek kişilik dev toplantı(!)lar
Eskiden gazetelerde MGK’lara kimlerin katıldığını yazmak adetti. Artık terk edildi. Çünkü aslında sadece iki kişi var şimdi orada, biri Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan. Cumhurbaşkanı danışmanlarından, “eski solcu”luğu ile iftihar edilen Mehmet Uçum’un hep dediğine bakacak olursak:
“Cumhurbaşkanımız Erdoğan, 21. yüzyılda siyaset sosyolojisindeki liderlik tipolojisini değiştiren en büyük liderdir. Erdoğan, temsili bir lider değil, organik bir liderdir.” (Loji’li konuşunca ne kadar ikna edici görünüyor değil mi?)
“Bu devrim halk devrimidir, çünkü kadrocu hareketler değil bizatihi halkın kendisi, halkın organik lideri olan Erdoğan önderliğinde bu devrimi başarmıştır.” (http://www.haberturk.com/gundem/haber/1311630-cumhurbaskani-basdanismani-ucum-erdogan-temsili-bir-lider-degildir)
“Bu devrim” denilen şey ne olabilir? AK Parti’nin “Milli Görüş”ten, Erbakan’dan kopmasının ardından, sistemin dışlaması ve hukuki tehditlerini aşarak adım adım iktidara gelmesi ve 15 yıl durması mı? Dururken, “dışlanmış” mahallelerden yeni ve güçlü bir orta sınıf yaratması mı? Bir zamanlar yerden yere vurduğu vesayet makamlarını ele geçirmesi mi? Liste çoğaltılıp “hepsi” denilebilir ama öyle demiyor.
AK PARTİ VARDI, NE OLDU ONA?
Asıl cevap, Erdoğan’ın “temsili değil, organik lider” diye kurgulanışında. Organik lider? Mehmet Uçum, aynı şeyi 15 Temmuz darbe girişiminden önce de söyledi: “Erdoğan’ın liderliği, diğer siyasi liderler gibi değildir. O halkı temsil eden bir lider değildir. O halkın kendisidir.”
Kurguyu özetlersek: Erdoğan organik lider. Halkın kendisi. Halk, “milli irade”nin kaynağı, kendisi. En özeti: Erdoğan=Halk=Milli İrade… Devrim, bu.
Peki, Erdoğan’ın bir de partisi vardı, Adalet ve Kalkınma Partisi. Hani “devrim”i pekiştirecek anayasa referandumunda “Evet” çıkarsa, Erdoğan’ın yeniden genel başkanı da olacağı parti. Ne oldu ona? Cevap yine Uçum’un sözlerinde gömülü: “…çünkü kadrocu hareketler değil, halkın bizzat kendisi…” AK Parti, Erdoğan liderliğinde, “milli görüş” kovanından kopmuş bir arı oğulun kurduğu teşkilattı. AK Parti, o hareketten kopan kadrolara her kavşakta yeni yeni isimler katılmasıyla büyüdü, işlevi bitenler trenden atıldı, düştü ya da indirildi. Uçum da son makasta trene atlamış isimlerden. İsim, ama kadro değil. Yani Uçum hiç boş konuşmuyor. Bu yüzden trenden düşene, atılana ya da indirilene kadar hep konuşacak, çünkü ne dediğini iyi biliyor. AK Parti 15 yıldır iktidarda, ama artık kadrosu yok, hareketi yok. Lüzumu da yok, biliyor ve söylüyor. Mevzubahis Erdoğan ise gerisi teferruattır:
Ha muhtarlarla buluşma, ha MGK ha yargıçlarla çay toplama ha AK Parti kongresi… Her dev buluşma, tek kişilik toplantıdır. Ahmet Davutoğlu’nun Başbakanlığın formalitelerinin içini doldurmaya niyetlenmesi, siyasi kariyerinin bitişiyle sonuçlandı bu yüzden. Fotoğrafta, tek kişide tecessüm eden halk iradesinin kurumlarda temsil edilmesine yönelik çabalar içindeki kişiler belirirse, kadraj dışına düşer.
E, cumhurbaşkanı “halkın kendisi” olursa, “halk”ın siyaset yapma kurumlarının, parlamentonun, partilerin, derneklerin, sendikaların, yürüyüşlerin, gösterilerin, grevlerin, fikir beyanlarının ne önemi kalır? “Halkın kendisi”nin içinde başka türden bir devlet, siyaset, parti, toplum, rejim vs isteyenlere de fix menü düşer bu kurt sofrasında: Gözaltı, hapis, müsadere, lanetleme, şeytanlaştırma, dışlama, gözaltı, hapis, müsadere…
KRALIN İKİ BEDENİ
Fransız İhtilalinden önce kral, “halkın kendisi”ydi. Ortaçağ Avrupa siyasal teolojisine göre “kralın iki bedeni” vardı; biri her fani gibi bir gün ölümü tadacak olan cismani beden, diğeri ilelebet payidar kalacak olan siyasal-mistik beden. İlki ölebilse de ikincisi “sonsuza kadar” yaşayacaktı. İkinci beden, halkın da içinde olduğu bedendi. Kralın maskesi, heykeli, büstü, giyim kuşamı, aksesuarları filan hep bu ölümsüzlüğün sembolleri olarak sahnede ve dolaşımda olmalıydı. Kralın mistik ya da siyasi bedeni, halkı ile “organik bir bütünlük” içindeydi. II. Mahmut fotoğraflarını devlet dairelerine bu nedenle koydurmuştu. Kral, halkın kendisi olarak temsilci değil, “organik lider”di.
Fransız ihtilali egemenliğin tecellisini “kralın bedeni”nden alıp ulusa veriyordu. Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir! E ama halk, en ideal görünen biçimde, yani doğrudan doğruya kendisini yönetemiyor? Nasıl olacak? Soru, “demokrasi” çaba ve mücadelelerinin hepsi için geçerliyse de cevaplar arasında monarşiye U dönüşünü sağlayacak duble yol olan “organik lider”lik yok.
FOTOĞRAFTAKİ İKİNCİ KİŞİ
Fotoğrafta biri Erdoğan iki kişi var dedik, Mehmet Uçum’un pazar tezgâhındaki teolojiyi takip edersek: Diğer kişi, milletin, “ulusun atası”nın siyasi bedeni olarak Mustafa Kemal. Fotoğraftaki fotoğraf ama fotoğraftaki gerçek kişilerden daha gerçek. En azından şimdilik! “Siyasi gerçek.” Artık MGK fotoğrafına tekrar bakabiliriz: “21’inci yüzyıl liderlik anlayışını değiştiren, halkın kendisi olan, organik lider”, henüz “halkın atası” kurgusunu kimsenin bozmaya cesaret edemediği, 20’nci yüzyılın bir liderinin fotoğrafının, yani “siyasi beden”inin altında.
Mustafa Kemal’in siyasi bedenine yönelik İslamcı eleştiri yağmurları, şu andaki iktidar kadrolarının oluşturduğu buluttan da bol bol inmişti. “İsa’nın iki bedeni” teorisini duyan iktidar apolojistleri, Mustafa Kemal’in siyasi bedeninin yaşatılması çabalarına hayli çatmış, iktidar pekiştikçe artan ironilerle örülü nutuk ve yazılara girişmişlerdi. Heyhat, şimdi Cumhuriyet’e yönelik bildik ve hayli sıkıcı hale gelmiş sağ eleştiriler “tek parti dönemi”, “CEHAPE zihniyeti” ve İsmet İnönü kodlarıyla yine yağdırılıyor, böylece Mustafa Kemal’in siyasi bedeninin dokunulmazlığı kuralına uyuluyor. Uyulurken de aynı güçte bir yeni siyasi bedenin, bir organik liderin kurgulanması süreci devletin ve milletin bölünmez bütün olan imkânlarıyla işletiliyor.
‘MESİH’TE BİR BEDENİZ’
Mustafa Kemal söz konusu olunca eleştirilen “ölümsüz siyasal beden”in oluşumuna imkân veren “halkıyla bir olan liderlik”, Erdoğan söz konusu olunca vaz geçilmez bir devrim projesi oluyor. Mustafa Kemal’e, Kemalizme ve cumhuriyete yönelik sol eleştirilere ve onların sağdan farklarına hiç girmeden, şunu not etmeli: Mustafa Kemal, “ilelebet payidar” olanın kendi bedeni değil, cumhuriyet olduğunu söyledi. “Atatürk” adını aldığında ulusun (ve devletin) siyasal bedeniyle kendi siyasal bedeni arasında mistik bir bağ kurdu ve savunduğu “aydınlanmacı” anlayıştan (egemenlik … milletindir) teolojik sapmalardan birine imza attı ama “ulusun kendisi” olduğunu söylemedi, en azından lafzen.
Hasılı, yerli ve milli diye satılmak “halkın kendisi olarak lider” birazdan fazla Batılı bir anlayış. Birazdan fazla da Hıristiyan tabii ki: havari Pavlus konuşuyor: “… Çünkü bir bedende pek çok azamız olup bütün azanın işi aynı olmadığı gibi, böylece biz çok olup Mesih’te bir bedeniz ve her birimiz diğerlerinin azasıyız.”
Yok, Erdoğan Batılı değil, küresel yoldaşları da olan neoconları yaşatmaya haydi haydi yarayabilecek bu teoloji onun için kalıcı olamaz; e İbrahimi geleneğin Müslüman kolunda otoriter-totaliter despotik egemenlikleri kurgulamaya ve satmaya yarayacak hayli turp var heybede: Halkın çobanı, halife-yi rû-yi zemin, zılullahı fil-alem, nizamı alem için kardeş katli… Referandumda “Hayır” çıkarsa, fotoğraf teke iner, “Evet” çıkarsa yine bire iner ama bir de sıfır ihtimalini akılda tutmalı: Tuğrası var daha bu işin…
YAZARIN DİĞER YAZILARI
Konuşmadan söyleşiye Murathan Mungan
“Çağ Geçitleri”, hem Murathan Mungan şiirinde hem de Türk şiirinde çok önemli bir metin. Kitap, “Bir şiiri” ile bitiyor; kitap bitiyor ama şiir bitmiyor, virgüllü bir dize ile sonlanıyor. “Konuşarak” sonlanıyor kitap, ama konuşan kişi bir konuşmanın dinleyicisi olarak süren söyleşiye bir ara isteğini dile getiriyor, üstelik konuşmaktan çok dinlemek kararında bir ara isteği.
Tahir Elçi’siz dört yıl: Anarken süren cinayet!
İstanbul Barosu, Tahir Elçi’nin katedilişinin dördüncü yılında bir anma mesajı yayınladı. Ne güzel değil mi? Fakat mesajda, Elçi’nin katledilmeden önce gerildiği çarmıh yeniden açılıyordu. Tahir Elçi’yi avukatlığı ve hak mücadelesi değil de “terör” öldürmüştü!
Alevileri işaretlemek, Alevileri damgalamak
Alevi evlerinin işaretlenmesi yedi yıl önce yoğun biçimde gündeme gelmişti. O zamanın içişleri bakanı, “Çocuklar yapmıştır” deyip durdu. O çocukları kimse görmedi. Şimdiki bakan, “Bunu aydınlatacağız. Hiçbiri faili meçhul kalmadı” dedi, ama failler kime malum oldu bilen yok. Cumhurbaşkanı ise sorumluların mutlaka cezalandırılacağını söyledi. Parlamentoda tüm gruplar ortak açıklama yaptı.
El Kayyum olarak devlet
Kayyım operasyonları, “terör” bahanesiyle yurttaşların seçme ve seçilme hakkının imhasını hedefliyor. Bu yol yurttaşlığın ilgasına giden yoldur. Bütün yerel yönetimler yeni Türkiye’de içişleri bakanlığının basit bir fonksiyonuna indirgenecek, süreç kabul gördüğünde. Kayyım kelimesi yerine “kayyum” kelimesinin tercih edilmesi de sürece hakim olan büyük arzuyu faş ediyor.
Bir özür yazısı: İnkarcılığa reddiye
Fikir özgürlüğünün bizi inkarcılığı kabul etme, göz yumma, yayılmasına yardımcı olma borcu altına soktuğuna inanmıyorum.
Öngörülemezlik ya da adalette Rus ruleti
Ahmet Altan için yeniden yakalama kararı, olağan hukukun öngörülebilirlik kuralının anti-hukuk tarafından tersine çevrilmesi demek: Bu da bir öngörülebilirlik biçimi tabii. Suya inen ceylanın öngörebileceği gibi, her an bir yırtıcı bir yerden çıkıp canını alabilir. O yüzden de hep tedirgin, hep çekingen olmak gerek, her an sudan vazgeçmeye hazır olmak gerek. İstenen bu.
Haksızlık toplumu: Çocuklara kıymayın efendiler!
Değerler eğitimi verilecekmiş. Tinerci olmayan, kumarbaz olmayan dindar nesil yetiştirilecekmiş. Güzel bir toplum çıksın diye ortaya. Güzel güzel de siyasette, idarede, yargıda adaletsizliği, haksızlığı norm haline getirirseniz, ortaya çıka çıka sadece haksızlık toplumu çıkar. Aksaray’daki okulun önünde “otizmli çocukların sınıfını” protesto eden veliler bu toplumun zaten oluştuğunun alametleri.
Bak gene reform oldu!
Anayasa Mahkemesi öğle saatlerinde, daha saat 13.00 olmadan Sırrı Süreyya Önder’in hakkının ihlal edildiğine, mahkumiyetinin haksız olduğuna, tahliye edilmesi gerektiğine karar verdi. Yeni bir hukuk reformunun heyecanını yaşayan Türkiye’de bir mahkeme, bu bağlayıcı kararı hiç duymamış gibi yaptı. En yüksek mahkeme kararına mahkemelerin uymadığı yerde her dakika refrom paketi çıksa kaç yazar?
Bir Halk Düşmanı: Bülent Şık
Bülent Şık hakkındaki karar kesinleşirse şunlar kesinleşmiş olacak: Kamu yararı denilen şeyi devletin kurumları belirler. Mahkemeler, bunu tasdik etmekle görevlidir. Halkın sağlığına ilişkin bilgileri halktan saklamak kamu yararınadır, açıklamak kamu zararınadır.
İyi uykular Türkiye!
Türkiye dün Sabahat Akkiraz tehlikesini atlattı. Selahattin Demirtaş tehlikesini atlattı. Kürdistan tehlikesini atlattı.
Bir iddianame otopsisi: Kaftancıoğlu niye korkuttu?
Canan Kaftancıoğlu mahkumiyeti, iktidarın en büyük korkusunun tezahürü: Yan yana gelemeyecek olanlar ya yan yana gelirse? İstanbul seçiminde olduğu gibi: Kürt seçmen, kategorik olarak uzak duruyor göründüğü CHP’ye oy verince iktidar hezimete uğradı. İktidar da intikam soğuk yenir diyor ama ağzına attığı sıcak patates olabilir.
Elmas Eren'in ardından: Uğurlar olsun anne
Elmas Eren, 88 yıllık ömrünün 39 yılını oğlu Hayrettin Eren’i arayarak geçirdi. Onun oğlunu aradığı 39 yıl, ülkenin insanlığı kaybettiği 39 yıldır aynı zamanda. Elmas annenin yüzündeki çizgiler, insanlığın, adaletin, onurun, erdemin, direnişin anlamını kaybettiği yılların yazısıdır.
Her eve Erdoğan fotoğrafı asılsın
Demokrasinin seçmeni varsa iktidarın duşakabin dolusu kayyımı var. Hem, anayasa maddesi değil mi: Kürtler bir şey seçemez. Kürtlere lazım olan şeyi biz seçeriz. Mezar olur, hapis olur, devlet ne verdiyse.
Duvar üç yaşında
Gazete Duvar üçüncü yılını da tamamladı. Adet yerini bulsun: Okurlara, mesai arkadaşlarıma, kardeş kuruluşlara teşekkür ederim.
Barış hukuku, savaş hukuku
Anayasa Mahkemesi’nin BAK kararındaki 8-8’lik “denge”, yargıçların normu olguya uygulamada çektiği sıkıntının bir sonucu değil. Konu iyi yargıç kötü yargıç olmayla da ilgili değil. Mahkeme, norm-olgu ilişkisinde “yürürlükteki hukuk” ile iktidarın yürürlükte olmasını istediği hukuk arasındaki makasa yerleşerek, iktidarı bir karara çağırdı.
Seken kurşun, coğrafya, kader
Hakkari Valisi’nin, öldürülen Kürt gencinin taziyesinde söylediği “Tabii biraz da kader bu. Coğrafi kader” sözü, İbni Haldun’a atfen anlaşıldı. Doğrudur. Fakat daha çok Erdoğan’ın Soma katliamından sonraki, “Bu işin fıtratında bu var” sözüne bakmak gerekli: İki söz de egemenin ölümü ve hayatı kime nasıl paylaştırdığını ilan ediyor.
Karşıoy neye karşı?
Anayasa Mahkemesi’nin Barış İçin Akademisyenler hakkındaki gerekçeli kararının karşıoy yazısı, üç üniversitenin karara karşı bildirisinin devamı niteliğinde. Özetle diyor ki: Devletin dediği olur. Karşıoy yazısında, “bilimsel araştırma ve yayın”ların “devletin bölünmez bütünlüğü aleyhine” olabileceği gibi parlak bir fikir bile var.
Linç, gurur ve bebek arabası
“Gurur” denilen şey, Kürtlerin yokmuş gibi davranması kuralının adıdır. Kürtler, yokmuş gibi davranmazlarsa gurur incinir. Göz döner. Arabadaki bebek bile görünmez olur. Varlığına dair alamet ortaya çıktığında, gurur incinir, çünkü bir kavmin yok oluşu toplumsal vicdana “gurur verici” bir şey olarak her an yazılmaktadır devlet ve devletin tüm ideolojik aygıtları tarafından. Saldırıya uğrayan bebekmiş, kadınmış kimseyi ilgilendirmez.
Atanamayan kayyım olarak SETA direktörü
SETA direktörü, “uzantı”lı raporun yazarı, bir köşe yazısıyla raporun ne kadar haklı, yerinde, güzel, güçlü, önemli, iyi, doğru, çalışkan olduğunu yazdı. Önceki gün, “Bilimseliz biz” diyordu gerçi ama bu yazıda, hem tehditlerine hem ihbarlarına devam ediyor. “Rahatsızlık vermeye devam edeceğiz” diyor. Cevap vermek şart: Elinizden geleni ardınıza koymayın.
Magandalığın mağduriyeti ve metodolojisi
Biri silahlı iki kişi bir arabada bir adamla hamile karısına saldırdı, sonra biri mağdur benim diye açıklama yaptı. Gördüğümüz şeyin gördüğümüz gibi olmadığını öne sürdü özetle. İktidar kaynaklarından beslenen bir düşünce tankı, yayınladığı ihbar ve karalama dolu rapora eleştirileri, “Metodoloji. Bilimsellik” diye savundu, okuduğumuz şeyin okuduğumuz gibi olmadığını söyledi özetle.
İhbarcılığın rapor hali
SETA isimli bir düşünce(!) kuruluşu, Türkiye’de faaliyet gösteren bazı yabancı medya kuruluşları hakkında rapor yayınladı: Bir bilimsel çalışma değil, istihbarat ve ihbar raporu. Çalışanları, hem hükümete hem de işverene ihbar ediyor. Yetmiyor, Gazete Duvar, Diken, Evrensel gibi medya organlarının haberlerini paylaşmayı “suç”muş gibi göstermeye yöneliyor. Rapor o kadar cahilce ki, AİHM’nin Demirtaş’a beraat kararı verdiğini zannediyor.
Madımak katliamı ve inkâr olayı
Sivas Emniyeti’ne göre Madımak katliamı bir “olay”dan ibaret. Emniyet böyle diyorsa valilik de, İçişleri Bakanlığı da, Cumhurbaşkanlığı da böyle dediğinden. Muhalefet de bu inkârcı dilden muaf değil. Bu dil son Maraş anmalarında katliam mağdurlarını “taraf” göstermeye kadar varmıştı. Bu dil, “katliam imkânı”nı elden bırakmak istemeyen tehlikeli ve kirli bir dildir. Meclis de “katliam” lafını kaba bularak ne kadar resmi olduğunu göstermişti bu dilin.
Üflediler, söndü: Binali Yıldırım
Başlangıçta iktidarın içinde olduğunu pek fark eden yoktu. En ünlü, en parlak siyasi yoldaşları bir bir sahneden ayrılırken, o yükseldi durdu: Başbakanlık, parlamento başkanlığı, insan daha ne ister? Ama ne isteyeceğine karar veren kendisi değildi zaten. Böylece partinin kuruluş günlerinden kalan son mum ışığı da üflenmiş oldu, partiyi var eden İstanbul seçmeni tarafından.
Tek kişinin mutlu olduğu sistem çöktü
Bugün aynı zamanda “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi”nin birinci yıl dönümü. Bir yılda gelinen yer neresi? Ülkede mutlu tek kişi var, üstelik bu kişi ne sistemin iki mimarı Erdoğan ve Bahçeli ne de sistemle bir bağı olan bir başka isim.
Kürt lokması, Kürt kayası
İstanbul seçimi gele gele Kürt seçmenin tavrına kilitlendi. Kilidi aşmak için çok oyun sahnelendi. En son İmralı siperine girildi. Maksat, Öcalan’ın mesajı “muhatapları” tarafından yorumlanmadan kamuoyunda bir fikir oluşturmaktı. Sonucun ne olacağını pazar günü göreceğiz.
Yargımız bağımsızdır, mantıktan bile
İktidarın iktidarı elde tutmak için tuttuğu her yol mubah siyasetinin yeni sonucu: Yargı bağımsızlığını ilan etti. Yok, yürütmeden değil. Hukuktan bağımsızlığını zaten ilan etmişti. Şimdi mantıktan ve iletişimi mümkün kılan ilkelerden, kurallardan bağımsızlığa sıçradı.
Ver İstanbul’u al Kürdistan’ı. Yersen!
Bu seçimde iktidar, her şeyi İmamoğlu’nu hata yapmaya zorlamak üzere kurmuş anlaşılan. Pontus ırkçılığı, havaalanındaki VİP tuzağı, Kürt-Kürtçe-Kürdistan meselesi aynı amaçlı ortaoyunlarıydı. Dersim bahsi de öyle. Fakat şu açık: İstanbullu Kürtler, CHP ve İmamoğlu’na Dersim’i bilmedikleri için oy vermedi ki siz “Dersim” deyince kararlarını değiştirsinler.
Topal Osman seven Yeşil de sever
Seçim kampanyasında tuhaf şeyler oluyor. Herkesi Kürtçülükle hapse atmaya hazır iktidarın adayı Kürtçe konuşuyor, “Kürdistan” diyor. Muhalefet adayı “Dersim” adıyla sıkıştırılmak isteniyor. En son Topal Osman yardıma çağırıldı iktidar tarafından. Yeşil’e ramak kaldı yani. Muhalefet geri kalır mı o da Topal Osman’a bağlılığını ilan etti. Resmi bir Topal Osman var anlaşılan bir de “hafızalardaki” Topal Osman. Ben de bir başka hafızadaki Topal Osman’ı yazdım. Buyrun…
Peki sizi kim eğitecek efendiler?
Yargı reformu strateji belgesi, “eğitim”e özel önem veriyor, 25 sayfada eğitim lafı var, çoğunda birkaç defa geçiyor. Sanki, yargıdaki sorunlar eğitimsiz yargı mensuplarının ve iyi eğitim alamayan hukuk fakültesi öğrencilerinin yol açtığı sorunlarmış gibi.
Etek ile etik, makyaj ile reform bir de rüşvet
Yargı Reformu Strateji Belgesi, tıpkı mart ayında yayınlanan Türk Yargısı Etik Bildirgesi gibi, hem hazırlanış süreci, hem ilan biçimi hem de içerik olarak yargıda herhangi bir şeyi düzeltemez. Yargı üstündeki yürütme/iktidar vesayeti, savunmanın itildiği konum, anayasal ve evrensel hukuk ilkelerine uyumsuzluktaki kasti istikrar, makyajla ve rüşvetle çözülecek sorunlar değil.
İlk Türkçe 1 Mayıs şiiri ve proleter şaire Yaşar Nezihe*
Yoksuldu. Kadındı. Kırlardan ot toplayıp satarak, dikiş nakış işleyerek okudu, yazdı. Amele Cemiyeti üyesiydi. Kadınlar Halk Fırkası çalışanıydı. Döneminin kimi sosyalist entelektüelleri, okuduğu kitapları, yazdıklarını ve eylemlerini küçümsedi, fakat keskin bakan, ince gören Kerim Sadi hakkını teslim edenlerdendi. İstanbullu bu kadının yazdıklarına en yoğun ilgi Urfalı gazelhanlardan geldi.
Hafıza ve siyasal şiddet, linç ve soykırım
Davutoğlu, Suriye’yi, Hrant Dink’i, Tahir Elçi’yi hiç hatırlamıyor. Bahçeli ise bir linç eylemini güzellerken Ermeni ve Rum’u hiç unutmuyor. Kökü 1915’e giden Türk-İslam sentezinin hafızasının çalışma biçimidir bu.
Türkiye Büyük Belediye Başkanlığı hayırlı olsun
Türkiye Büyük Belediye Başkanlığı sistemi kurulmuş bile, mahkemenin yaptığı İmamoğlu’nun şimdiye kadar yapılanları görmesini ve seçmenine anlatmasını engellemek. Bundan sonra fazla yapacağı şey olmayabilir zaten.
Kızgın demirin bir ucu Bahçeli’de
Bahçeli’nin nutuklarında üç önemli nokta var: Seçimi, Damat Ferit-Atatürk kurgusal karşıtlığı üzerinden açıkça gayri meşru ilan etmek. Seçimin önemli figürlerini açıkça düşman ilan etmek. Gerginliğin sorumlusu bu kişileri koruyor suçlamasıyla kurumları iktidarın emir ve görüşüne tam uyuma zorlamak.
Belediyeyi durdur, babayı öldür!
KHK ile atılana “aynı kandan değil” diye babalık yaptırmayan, seçilmiş başkana “aynı partiden değil” diye başkanlık yaptırmayan hukuk, toplumları da kurumları da yerle yeksan etmez mi? Anti-hukuk, anti-hayat demekmiş, onu da öğrendik.
Size dokunmadı mı?
Erdoğan’ın kızgın demiri soğutma ve musafahalaşma lafları tedavüldeyken Gebze’de beyaz yemenili kadınlara şiddet uygulayan ve o şiddeti kameraya kaydeden iki memurun görüntüsü yayıldı ortalığa. O kadınları iten el, o kadınların kafasına inen cop kızgın demir değilse ne?
Kayyım banyosu, kan banyosu
Diyarbekir’de kayyımın şatafatlı makamı hayli tepki topladı, aynı yerde parkta polisin bir cana kıyması aynı ilgiyi görmedi. Kürt’ün malı haram da canı helal mi? Kolayca öldürülebilir kişi statüsü ortadan kaldırılmadan hangi demokrasi gelecek, hangi özgürlük imkanı doğacak?
Düğün, cenaze ve ölçüsüzlük ateşi
Şaka olarak bile can sıkacak laflar, kameraların önünde ciddi ciddi dile getiriliyor. Ölçüsüzlük, ana ölçü haline geliyor. KHK ile atılan 14 yıllık öğretmen inşaatta ölürken, işçiye “çay-simit” menüsü öneriliyor. “Bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum” yerine “Bir laf edeni kırk yıl köleliğe mahkum ederim” vecizesi geçiyor.
Açlık grevleri hakkında bir yazı
Son hukuk tutamağının, dalının kırılışını YSK, KHK hakkındaki kararıyla ilan etti: Artık güvenilir bir seçim imkanı kalmadı. Dönemin özeti. Yurttaş kalmadı. Eşit, özgür irade sahibi birey kalmadı. Kamuoyu kalmadı. Peki ölüm değil yaşam yoluyla sorunların çözülebileceğine inanan hiç kimse mi kalmadı? Bu kadar mı çoraklaştı bu topraklar?
Köroğlu dedikleri Bolu beyi çıktı
Anlaşılan, iktidar sadece İstanbul’u değil, Mardin, Van, Diyarbakır’ı da “vermeye” yanaşmayacak. Hukuk dışı KHK yağmuruyla oluşturulan statünün devamı için her şey yapılacak. Mardin’i savunamayan demokratlık, İstanbul’u da koruyamaz. En ilginç olanı ise iktidarın bu işlerde kullandığı “anti-hukuk” mantığının CHP’nin kazandığı Bolu’da tezahür etmesi.
Estağfurullah, o sizin stratejik aklınız!
İktidara göre İstanbul belediye başkanlığı seçiminde “belli güçleri” birleştiren bir “stratejik akıl” devreye girmiş olabilir. İfadeler çok ikircikli: Sanki. Belki. Yani… O zaman müjdeyi vermek gerek: Kesinlikle doğru bu, fakat bu iktidarın kendi aklı.
Bir mazbata uğruna ya rab ne hukuklar batıyor
Kazanırken herkes demokrat. İktidarın, hegemonyasına güvenerek dokunmadığı alanlardan biri seçim hukukuydu. Şimdi onun tahrip edilişini izliyoruz. Dünya alem hep beraber.
31 Mart vakası: Bitmeyen gece
YSK Başkanı, “AA müşteri değil” dedi, peki seçmen/yurttaş müşteri mi? Binali Yıldırım, tek başına hiçbir şey kazanamayacağını öğrendi, ama tek başına kaybetmeyi öğrenemedi anlaşılan. Özhaseki, normal-anormal vatandaş ayrımını öğrenmiş midir peki? Süleyman Soylu öfkesine karşı Ekrem İmamoğlu sükuneti bir umut olur umarım.
Beyoğlu ne yana düşer usta Kürdistan ne yana!
İktidar, seçim sonuçları istediği gibi olmazsa gizli yönergeye dayanan istisnai/hukuksuz bir sistemi devreye sokacağını (yani GBT’ye bakarak işlem yapacağını) ilan ediyor. Kürt’ün oy vermesi henüz engellenemediği için şimdilik oy verdiklerinin engellenmesiyle sınırlı kalacak işlemler, anlaşılan.
Kürt anasını görmesin koalisyonu
Seçimin asıl konusu belli oldu: Kürt. İstihbarat listeleri yayınlanıyor, politikacılar “normal Kürt” ve “anormal Kürt” ayrımı yapıyor. GBT denilen kurumlaşmış hukuksuzluk şantaj olarak öne sürülüyor. Laf lafı açarken, nutuk nutka eklenirken neredeyse “Kürtler Kürdistan’a” sloganı atılacak. Şimdilik sadece Sezai Temelli’ye gösterildi o ikametgâh.
Bu yol Erdoğan’ı devirmeye çıkmaz
Kılıçdaroğlu, Erdoğan’ın çok başarıyla uyguladığı “denkleştirme” ya da “eşitleme” stratejisini Ozan Arif vesilesiyle denedi. Ama ne deneme: Irkçı, saldırgan, şiddeti öven ve sevincini ya da öfkesini lümpen bir dille bağırmaktan gurur duyan bir figürü Pir Sultan’dan Neşet Ertaş’a gelen bir ozan geleneğiyle eşitleyiverdi. CHP ya takiye yapıyor ya da Ozan Arifleşiyor…
Erkeklere kıymayın efendiler!
Anayasasında “kadın lehine pozitif ayrımcılık” ilkesi bulunan ülkede bir yargıç, nafaka tartışmasını “erkeklerin kazanılmış hakları”na bağladı. Cinayet davasında mağdurun içkisini, cinsel hayatının alametlerini arayan adli tıp aklı ile nafaka tartışmasında içkiyi, boşanmış kadının olası ilişkilerini konuşan akıl aynı ideolojik zeminde kök buluyor.
Ölüm Allah emri ya eziyetler!
Avukat Selçuk Kozağaçlı’nın kelepçeli fotoğrafı sadece kalp kırıcı bir kabalık değil, içinden geçtiğimiz “anti hukuk” günlerinde devletin temel talimatını tekrar eden bir mutlak güç jestiydi. Çıplak güce karşı çıplak bireyler olarak mutlak itaat dışında bir yolun olmadığının tekraren ilanı.
Adalet, tababet ve numaracı Kürtler
Hakkında “bilimsel rapor” yazacağınız kişi Kürtçe konuşuyorsa ve Türkçe de konuşmuyorsa geçmiş olsun. Numaracıdır o. Kürtçe hakkında talepte bulunan siyasi varsa ona da geçmiş olsun. Teröristtir o da.
Arenaya atılan son isimler: Deniz Çakır, Rutkay Aziz, Yılmaz Özdil
En az sekiz yıl boyunca, en geç 2010’dan başlayarak her seçimin bir tür referanduma çevrildiğine şahit olduk. Anlaşılan bu seçim, “kültürel iktidar”ın ana tema olacağı bir referandum görünümü alacak. Diğer seçimlerden farklı olarak bu defa bizzat seçmenin ve gayri-siyasi figürlerin “rakip” konumuna yükseldiği bir referandum. Portakal, Akpınar, Gezen ve Çakır’ın “hedef” seçilmesiyle Şişli, Kadıköy, Beşiktaş ve Çankaya seçmeninin “rakip” ilan edilmesi aynı hedefe yönelik işlemler.
Erdoğan: Konuşan anayasa
Önce MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli söyledi, sonra cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan. İkisi de Binali Yıldırım’ın İstanbul belediye başkan adaylığı resmen açıklanmadan, “istifa etmesi gerekmediğini” belirttiler. Bahçeli’ninki baştan bir tür öneri gibi duruyordu, Erdoğan konuşunca bir hüküm olduğu anlaşıldı. Anayasa’nın ve TBMM İçtüzüğünün açık hükümlerini aşan bir hüküm.
Müdür beyin çikolata kutusu
Çikolata kutusu meselesi canınızı yakmadı mı? 15 yıllık sessiz sedasız işini yapmış temizlik işçisi, işyerine hediye gelmiş ve müdürün “benim” diye zimmetlediği açılmış ve “çöplük vari” bir yere atılmış çikolata kutusunu aldı diye kıdemsiz ihbarsız işten atıldı. Hakkını arayınca da koca Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, işverenin gaddar “hırsız” iftirasını hukuk diline çevirerek, “Haklısın müdür bey” dedi.
Yedinci yılında Roboski: Yanlışlık nerede?
Bombanın niye düştüğünü biliyorsanız, hükümetten hesap sorma numarası yapmayacaksanız, o sebebi değiştirmeyi istemek zorundasınız. Gerisi aldatmaca. Bombaların Ahmet Mehmet ayırmadan rahat rahat düşmesini sağlayan bir aldatmaca.
Portakal, orda kal
Fatih Portakal meselesi, “Portakal orda kal” diye geçiştirilecek bir mesele değil, gittiğimiz yönün niteliklerini gösteren yeni alametlerden biri. Fatih Portakal’ı ciddi ve açık biçimde tehdit altına sokan bir alamet.
Anti hukukun ilk durağı: Kul hukuku
Türkiye bir “istisna hali, başka ifadesiyle olağanüstü hal” yaşamıyor. Mevcut durum istisna halinden zaman-mekan sınırsızlığı ve kapsam belirsizliğiyle ayrılıyor. İnsanların kurallara değil, insanların insanlara tabi olacağı bir gelecek bekliyor bizi, şimdilik bu gelecekteki hukuka bir isim verebiliriz: Kul hukuku…
Kaymak, rakı ve anti-hukukun toplumu
Erdoğan, inşası süren yeni Türkiye’nin gizli anayasasından bir paragraf aktardı geçenlerde. Bu anayasaya göre yurttaş diye bir kategori yoktur. Yurttaş demek iktidarı destekleme sağ duyusuna sahip olmak demek, farklı tercihler yapan biri ya istismara açık ya da fanatizmle malul ya teslim alınmış ya da aydınlanma şerefine nail olamamıştır. En özeti: Temyiz kudreti yoktur.
Yargımız hukuktan bağımsızdır abiler!
Selahattin Demirtaş hakkında İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi'nden gelen kararı “tanımama” yani “işi bitirme” prosedürü dün tamamlandı. Sürecin her aşaması, anti-hukukun nasıl işlediğinin örneğiydi. Bir şeyin işinin bittiği kesin: Hukukun işi bitmiştir.
İsteyenin bir yüzü kara…
Demirören grubu devletten para kazanmasını garantiye alacak “hukuki altyapı” ve “iş çerçevesi kısıtlaması” istiyor. Soğanın cücüğüne operasyon yapan devlet, sizi mi kıracak?
Demirören grubu bir şey istiyor!
Medyanın kadim günahlarını sayıp döken, okura, medya çalışanlarına ve internet sitelerine kızgınlığını açıklayan Mehmet Soysal, serbest rekabete de hayli öfkeli: “Her önüne gelen, bilen ve bilmeyen medya sahibi olmaya çalışıyor…” Anlaşılan, Demirören grubunun “siyasetten ve devletten” bir isteği var.
Yeni medyanın okur tanımı: Müşteri, rakip, kalabalık
Demirören medya grubunun en yetkili ismi bir seri yazıyla “medya eleştirisi” yaptı. Ülkenin “en güçlü” medya grubunun başındaki kişi konuşuyorsa ciddiye almak gerekir. Yazılardan ilk anlaşılan grubun okura ve izleyiciye nasıl baktığı: Müşteri. Rakip. Kalabalık. İkinci anlaşılan: Aydın Doğan galiba sadece gazete ve televizyonları değil, günahlarını da satmış.
Demirtaş kararı ve hukuka karşı savaş
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın AİHM kararı hakkındaki sözleri, anti-hukukun en billur ifadelerinden biriydi. “Karşı hamlemizi yaparız, işi bitiririz.” Yeni Türkiye’nin yeni yargı anlayışına göre hukuku hatırlatmak egemenliğe saldırıdır. Selahattin Demirtaş’ın serbest kalması demek ağız tadıyla başkan olamamak demek.
İllet bağı, illiyet bağı, senarize işler
Osman Kavala adının merkezde olduğu bir operasyona tanıklık ediyoruz, emniyetin yargının yerini aldığı, suçlu ilan etme yetkisine sahip gibi davrandığı bir operasyon. Üstelik, “iddialar” yeni de değil: Gezi sürecinde vali ve polis şefi olan, savcı olan, darbeden sonra FETÖ dosyalarında tutuklanan ya da firari olan kişilerin oluşturduğu dosyalardaki nereden tutsanız elde kalacak hikâyelerden biri canlandırılıyor. Hani, Otpor, Soros, Mısır filan…
Kürt laboratuvarında olgunlaşan anti-hukuk
“Anti-hukuk” eski olağanüstü hal hukuku ya da istisna hali tecrübeleri üzerine inşa ediliyor. Özellikle 12 Eylül deneyimleri ve 1990’larda Kürtlere uygulanan istisna hali yöntemleri, şimdiki hukukun yapı taşları. Eski “halk-yurttaş” ikilisi yakın dönemde özde-sözde yurttaş ikilisi olarak güncellenmişti. Şimdi ise yurttaşsız toplumun kuruluşunu seyrediyoruz.
Bu devletten her şey beklenir!
Sağlık Bakan Yardımcısı Muhammet Güven’in, KHK ile atılan hekimlere getirilen kısıtlamaları savunduğu kısacık beyanatı, anti-hukuk günlerinde yurttaş, birey, insan, hak ve özgürlük terimlerinin nasıl konumlandırıldığını hayli iyi gösteren bir kesitti. Konuşmaya göre yeni hukuk tek gerçek kişi tanıyor: Devlet.
Anti-hukuk günlerinde sivil ölüm yasası
TBMM’de bir kanun teklifi var. Bir maddesinde KHK ile atılan hekimlerin meslek hayatına kısıtlama getiriliyor. Hedef, “meslek hayatı” denilen şeyi “sivil ölüm” denilen şeyle uyumlu hale getirmek. Mahkemelerde gözlediğimiz hukukla savaş hiperaktivitesi parlamento eliyle kanunlaşıyor.
Anti-hukuk günlerinde siyasetin ilgası
Cihangir İslam’a tepki tekil vaka değil, hukuk-siyaset ilişkisinde yeni dönem kurulmak istenen ilişkinin olağan sonucu. Önemli örneklerinden biri Ahmet Şık’a iki işlemde görülmüştü: Mahkeme konuşması siyasi diye susturmuş, parlamento konuşması hukuka aykırı diye… Hukuk, siyaseti ilga etmenin aparatı artık.
Anti-hukuk günlerinde yeni yargı
Boğaz’da viski içen insan klişesinin bir ağır ceza yargılaması sırasında heyetin reisinin ağzından çıkması, Orhan Gazi Ertekin ve Faruz Özsu üstadların ferasatle belirttiği gibi yargıç kültüründen çıkıyor elbette; fakat bu kültür spontan bir kültür değil, mesele sosyolojik ve psikolojik değil sadece. Mesele siyasi ve yeni Türkiye, siyaseti hukuka boğdurma işini anti-hukuk denilebilecek yeni hukuku kurumsallaştırarak yürütüyor.
Çözüm varsa, kişilerde değil kurumlarda
Amsterdam'da bu yıl 6'ncısı düzenlenen Uluslararası Edebiyat Festivali "Read My World"ün teması Türkiye. 70’ten fazla yazar, sanatçı ve gazetecinin katılacağı festival öncesinde Hollandalı gazeteci Raşit Elibol ile Türkiyeli gazeteci Ali Duran Topuz arasında bir diyalog gerçekleşti. Bu diyalog çerçevesinde gazeteciler “özgür konuşmanın” farklı bağlamlardan anlamlarını araştırıyorlar. Gazeteciler, yanıtları daha sonra yayımlanmak üzere bu konuyla ilgili birbirlerine bir dizi soru sordular. Program boyunca, iki gazeteci diyaloglarının sonuçlarını sunacak. Her biri, kendi çalışmalarından, diyalog bağlamında yazılmış bir parçayı okuyacak. Bu program farklı gazetecilik bağlamlarında ortaya çıkan fikirlerin ve bakış açılarının diyaloğunu vurgulamayı amaçlıyor.
Batılı bir meslektaşa açık mektup
Amsterdam'da bu yıl 6'ncısı düzenlenen Uluslararası Edebiyat Festivali "Read My World"ün teması Türkiye. 70’ten fazla yazar, sanatçı ve gazetecinin katılacağı festival öncesinde Hollandalı gazeteci Raşit Elibol ile Türkiyeli gazeteci Ali Duran Topuz arasında bir mektuplaşma gerçekleşti. Bu diyalog çerçevesinde gazeteciler “özgür konuşmanın” farklı bağlamlardan anlamlarını araştırıyorlar. Gazeteciler, yanıtları daha sonra yayımlanmak üzere bu konuyla ilgili birbirlerine bir dizi soru sordular. 12 Ekim gecesi program boyunca, iki gazeteci diyaloglarının sonuçlarını sunacak. Her biri, kendi çalışmalarından, diyalog bağlamında yazılmış bir parçayı okuyacak. Bu program farklı gazetecilik bağlamlarında ortaya çıkan fikirlerin ve bakış açılarının diyaloğunu vurgulamayı amaçlıyor.
Havalimanının adı Cehennem olsun!
İstanbul’daki üçüncü hava limanı şantiyesindeki işçi protestoları, çalışma başladığından beri oranın bir tür cehennem olduğunu ortaya koyuyor. Polis ve jandarmanın müdahalesi ise sistemin işleyişi için gereken şiddetin seferber edilmesinden başka anlam taşımıyor. Devletin şiddet tekeli, sermayenin artması lokmanın azalması için iş başında yine.
Cumartesi Anneleri: 700 haftalık ısrar
Cumartesi Anneleri bir duygu sorunu değildir, bir soyut vicdan meselesi değildir, bir üzüntü aracı değildir, bir etkinlik vesilesi değildir, bir siyasal ısrardır. Şiddetin, devletin tekelindeki şiddetin sınırlandırılması için gerekli hukuku üretmeye dönük bir siyasal ısrar.
Bu yıl bu dağların karı erir mi?
Gazete Duvar ikinci yılını doldurdu. Kötü günlerden geçiyoruz diye dert yanmanın fazla bir anlamı yok. İşimizi iyi yapmak için çalışmaya devam edeceğiz. Bunun için çalışan mesai arkadaşlarımıza, meslektaşlarımıza ve okurlarımıza teşekkür ederiz.
Ders: Yeni rejim; Başöğretmen: Süleyman Soylu
Yeni rejimin neye benzeyeceğini iktidar mensuplarının bile tam bilmediği ortada. Hal böyleyken Türkiye’nin içişleri bakanı bunu herkese öğretme görevini üstüne aldı: Hem polis, hem savcı, hem yargıç ve hem de infaz memuru olarak 5 milyondan fazla seçmeni olan HDP eş genel başkanına tebliğde bulundu: Yaşam hakkınız yok. Yetmedi, 11 milyonu aşkın seçmeni olan CHP’yi de hedefe koydu.
Suruç: Siyaset meydanındaki yalan
Ön otopsi raporu ve kamera görüntüleri, Suruç’ta iktidarın mızrağı çuvala sığdıramadığını ortaya koydu. Orada sadece canlar yitirilmedi, adalet ve hukuk imkanı bir kere daha gücü korumaya yönelik kurgucu akla yem edildi.
Dersim kaç dağ içinde Binali Bey?
Binali Yıldırım, daha önce Erdoğan ve Davutoğlu’nun çok laf ürettiği Dersim-CHP-Aleviler meselesine girdi. “Dersim’i yapanlar bunun bir şekilde öz eleştirisini, hesabını vermeli” dedi. E başbakansınız, arşiv sizde, belgeler sizde, elinizi tutan mı var?
En geveze bürokrasi!
Genelkurmay Başkanı politik kişilikleri ziyaret ediyor. General, parti liderini alkışlıyor. Danıştay Başkanı muhalefet adayına kinini kamusal alanda ifşa ediyor. Üniversite yöneticisi, beş adaya laf saydırıp “Erdoğan canımız ciğerimiz” diyor…
Toplumsuz devlete doğru
Kadıköy’deki liselilerin protesto eylemi sırasında tanık olduğumuz dizginsiz şiddet, yurttaşlık haklarının tamamen askıda olduğunu bir daha ilan etti. Anayasa ve yasalara göre “insanlığa karşı suç” kategorisine alınmış işkencenin bu kadar aleni uygulandığı yerde, devletin hükmetmek istediği bir nüfus varsa bile bir toplum yoktur; varsa bile yok olsun isteniyordur.
Binali Yıldırım Kürtlerin geleceğidir!
Başbakan Binali Yıldırım, Hakkari’de geçmişinin Kürt olduğunu söyledi, Kürtleri Kürtlükleriyle gurur duymaya davet etti. Yok, konuşmada Kürtçe eğitim öğretimin başlayacağı ilan edilmiyordu, bildik TRT Kurdî ve üniversitede bölüm olması yeter de artar bile havası hakimdi her zamanki gibi.
Demirtaş’ın yüzü, hukuk ve ahlak
Mevcut Cumhurbaşkanı, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin yeni cumhurbaşkanı adayı Recep Tayyip Erdoğan, eski ve şimdiki rakibi Selahattin Demirtaş’ın cumhurbaşkanlığı adaylığını hukuk değil ahlak alanında bir sorun gibi tarif etti. Masumiyet karinesini tanımayan bu konuşma, mahrumiyet karinesinin ilanı gibiydi: Rakiplerimiz hep mahrum kalsın.
Kararı mahkûm eden muhalefet şerhi
Ankara 19. Ağır Ceza Mahkemesi’nin Demirtaş kararı, içerdiği muhalefet şerhi nedeniyle yaşadığımız duruma ışık düşürüyor: Karar, OHAL’in bürokratik düzlemdeki kabulünün bir itiraf belgesi, muhalefet şerhi OHAL’den çıkışta hukukun gözetilmesinin öneminin bir nişanesi. Elbette, bir muhalefet şerhi tek başına hiçbir işe yaramaz: Muhalefet, talep ettiği hukuku üretmek için aktif rol almalı, sürdürülebilir hukuksuzluğun inşasında tek sorumlu iktidar değil çünkü.
Barajda tek başına
Fotoğraf şu: Bir buçuk partili Cumhur İttifakı. Dört partili Millet İttifakı. MHP, Saadet, İYİ Parti ve Demokrat Parti bu ittifaklarla “baraj korkusu”nu aştı. Baraj onlar için sıfırlandı. Baraja karşı HDP tek başına kaldı. Fotoğrafın sebebi de sonucu da aynı nedenden: Kürtleri, eşitlik, özgürlük ve adalet kavramından hariç bırakmak; o halde ‘Millet İttifakı’ sonuç almak istiyorsa, bu basit mekanizmayı kıracak siyaseti üretmek zorunda.
Görüşmecim yeşil soğan göndermiş!
Muharrem İnce, adaylığı açıklandıktan sonra, “Kürt Ahmed Arif’in” vurgusuyla şairin ‘İçerde’ adlı ünlü şiirini okudu. Bu retorik bir tercih miydi yoksa cezaevindeki Selahattin Demirtaş dahil Kürt siyasetçilerine ve seçmenlerine yönelik beklenebilecek hamlelerin bir öncü işareti mi? Hep beraber göreceğiz…
Huzur, güven bir de inşaat
Sonuncusuna 80 bin kişinin katıldığı 'Türkiye Güven Huzur Uygulaması", tıpkı kalabalık yerlerde sürekli kimlik sorma uygulaması gibi suç ya da suçlu bulmak için değil, bireye ve topluma bir şeyler kabul ettirmek için yapılıyor. İki uygulama da 12 Eylül'ü hatırlatıyorsa, bu dönemde de o dönemde de toplumu kökten dönüştürmeye yönelik bir arzu ve kudret iş başında olduğu içindir.
Virüs müyüz, yurttaş mı?
On binlerce insanın birkaç saat içinde geçtiği meydanda kesintisiz kimlik kontrolü, her gün aynı yerden geçenlerin her gün yeniden kontrol edilmesinden başka neye yarayabilir? İşlem, bilgisayarı koruyan anti-virüslerin çalışmasına benziyor.
Üsküdar'a gider iken...
Olağanüstü hal uygulamalarından biri polisin kesintisiz kimlik kontrolü yapması. Üsküdar Meydanı'nda günde üç defa durdurulduğum da oldu, on dakika arayla iki defa kimlik istendiği de. Hedef ne? Suçlu yakalamak mı, her yurttaşın içine kendisinden kuşkulanması gerektiğini yerleştirmek mi?
Eren Keskin'in sürmeleriyiz!
Avukat Eren Keskin, ağır hapis ve para cezalarıyla karşı karşıya. Bir tür sınav bu: Eşitlik, özgürlük, adalet sınavı. 12 Eylül sonrası hak mücadelelerinin dirayetli, inatçı kadın figürlerinin devamı Eren Keskin. O doğru bildiğinden, devlet gücü yettiğinden vazgeçmiyor.
Hınç hukuku: Fırıncı ekmek de vermesin
Akademiden atılan Cenk Yiğiter'in avukatlık stajının durdurulmasını mümkün kılacak hiçbir hukuki imkân yok. Bu kararı mümkün kılan tek şey var: Hınç. İktidarın bıktırıcı mağduriyet söylemi de kinin kurumsallaşmasına giden yolu döşemenin bir aracı esasen.
Herkes bayrağını cebine koysun
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Kahramanmaraş konuşması, savaşın süreceğine ve yaygınlaştırılacağına dair alametlerle doluydu. Anlaşılan, Türkiye’nin önündeki seçimlerin her şeyini “savaş süreci” belirleyecek.
Sayın muhbir vatandaşın soy ağacı
Muhbir, ajan, ajan provokatör, itirafçı, gizli tanık, bunlar devletlerin eskiden beri kullandıkları figürler. “Sayın muhbir vatandaş” o kadar ünlüydü ki, bir oyuna bile konu oldu. Fakat arka koltukta, ön koltukta oturan kadının telefonunu dikizleyen birinin ihbarının gördüğü itibar bir eşiğin daha aşıldığını gösteriyor: Herkes artık bir başka kişinin gizlisini araştırma ruhsatına kavuştu.
Portre: Devlet Bahçeli ve Türk-İslam pergeli
Sabit ayağı Türkçülük, hareketli ayağı İslamcılık olan bir lider olarak, sabit ayağı İslamcılık, hareketli ayağı Türkçülük olan Erdoğan’la ittifakı, ikisinin de yetiştiği hareketlerin tarihinin olağan bir sonucu. Bahçeli, “Ne mozayiği ulan, mermer” diyen Başbuğ’un izinde gider. Ama izci değil, oymakbaşıdır. Temizlikçi, mermerci ve tekçi her hamle onun desteğini kazanabilir. Kaybedeceği zamanı kendisi seçer.
Sanık 'siz' olamazsa yargıç da yargıç olamaz
Ahmet Altan’a sanık olduğu için sen demeyi sürdüreceğini söyleyen yargıç aslında ne söyledi? Ceza hukuku mevzuatında sanığa sen denilmesini öngören bir norm yok. Aksine, ceza hukuku ilkeleri, adil yargılama hedefiyle, iki şeyi yasaklar: Kötü muamele ve ihsası rey…
Yargı dedi ki: Ahmet Şık, çok haklısın!
Hiçbir yargıç, “yargılama düzeni”ni savunma hakkı aleyhine karar alarak koruyamaz. Ahmet Şık duruşmasında hakimin atıfta bulunduğu kanun maddesi açıkça söylüyor bunu. O halde mahkeme Ahmet Şık’ı duruşmadan çıkararak, Ahmet Şık’ın haklı olduğunu tescil ve ilan etti.
Merkez sağdan hiper sağa Süleyman Soylu
Merkez sağın tüm hırslarıyla donatılmış bir prens. Dedesi Demokrat Parti, babası Adalet Partisi, kendisi Doğru Yol Partisi gönüllüsü. DYP’nin hep yükselen ama bir yere çıkmayan yıldızı. Demokrat Parti’nin kır atının kısa bir etaptaki süvarisi. Siyasal lümpenliğin ilk ayyuka çıktığı 1987 referandumu yapılırken DYP’den siyasete atıldı. 2010 referandumunda makas değiştirdi; artık yeni evindeydi. Zaten eski ev de yeni ev de yıkılmış, herkes saraya taşınmıştı.
Kültürel iktidar davaları başlıyor
Barış İçin Akademisyenler İnisiyatifi davaları başlıyor. Bu davaların hukuki niteliği, ilk soruşturmalar başladığında İstanbul’da polisin sorduğu sorularda kendisini ortaya koymuştu. Bunlar esasen hukuk davaları değil, sıkıntı olduğu kabul edilen “kültürel iktidar”ı tesis etme davalarıdır. Kültürel iktidarın “sıkıntı” olması iki anlama gelir: İlki, meşruiyet sıkıntısını ifade eder. İkincisi, iktidarın hayalindeki toplum tasavvurunu açıklar.
Şüphesiz ki, hepimiz şüpheliyiz!
Bir toplumda nasıl her 10 kişiden biri şüpheli olabilir? Oğuz Güven’in mahkumiyet kararı bunun cevabını veriyor. Tutuklama kararı da keza.
Yokistan
Anayasa Mahkemesi’nin Gülser Yıldırım kararı, adaletin yokluğunun yeni ilanından ibaret. Barolar Birliği Başkanı konuştu, sanırsınız bir avukat değil, kandırılmaya çalışılan sinirli bir aile babası. Peki seçtiği kişi hapse atılıyor, kayyımla değiştiriliyor ya da istifa ettiriliyorsa seçim diye bir şey kalır mı? Seçmen diye bir şey?
Her yer Kürt oldu 3: Her Kürt bir terördür
Cumhuriyetin kuruluşunun “ilerici-aydınlanmacı”, Erdoğan ve (artık neredeyse tamamen değişmiş bulunan) siyasal yoldaşlarının “ümmetçi-İslamcı” güzel sözlerini kaldırınca, geriye şu ortaklık kalmaktadır: “Kürtlerin çoğalması bir sorun.” Çünkü varlıkları sorun.
Her yer Kürt oldu 2: Çoğalma fobisinin kökeni
Nüfus artışı tartışmaları Türkiye tarihinde çağdaşlığın gereklerinden, ilericiliğin doğal sonuçlarından, ekonomi ilminin keşfettiği amir hükümlerdenmiş gibi sürmüştür hep. Bu görünür sebepler, bir görünmeyen karın ağrısına işaret eder: Kürtlerin nüfus artışı. Giderek, Kürtlerin varlığı.
Her yer Kürt oldu 1: En az 15 çocuk
Erdoğan, Müslümanlar için dinsel bir emir olan çoğalma konusunda hassasiyet isterken, meselenin şimdiye kadar dile getirmediği bir yönünü de işaret etti: Terör örgütü de hassas. Terör ve nüfus artışı? Gözlüğünüz milliyetçiyse, evet.
Diktatör, faşist ve yurttaş
Siyasal alanda hakaret davaları, başlı başına bir yargılama sistemi gerektirecek kadar çoğaldı. Bu davaların varlığı, yurttaş denilen kişiye “doğru konuş ya da sus” emri anlamına gelir. Bir kişiye faşist ya da diktatör denildiğinde bunun doğru olup olmaması değil mesele, mesele bunun yargı konusu olmasıdır.
Bêbextî; insanlıktan ihraç
Çıplak aramayı düzenleyen kanun, her şeyin “gizli” yapılmasını ve arananın “utandırılmamasını” emrediyor. Gururla söylüyorlardı, “İnkar, imha, asimilasyon bitmiştir”, gururla söylemeye devam edebilirler: De-humanizasyon çağını başlattık. Kürtçe adı var bu kötülük biçiminin, ağır sıfatlardan biridir: Bêbextî. Hainlik.
Üretim devam etmektedir
Koç’un özelleştirmeden aldığı TÜPRAŞ, Türkiye’nin en çok kâr eden, en değerli şirketi. Bu şirketin rafinerisinde dört işçi yaşamını yitirirken, biz kaymakamdan müjde aldık: Üretim devam etmektedir. Ne üretiliyor Allah aşkınıza orada, candan daha kıymetli?
Beyaz niye tekledi?
Ayşe öğretmenin "suçu", ne sözlerinde, ne de sözlerinin arkasındaki varsayımsal amaç ya da amaçlarda; Ayşe öğretmenin suçu, biraz Bourdieu'ya yaslanarak söylersek, bir televizyona "buyur" edilmeden enformasyon ve fikir beyanına girişmesinde; televizyon fikirleri sever ama sadece "buyur" edilmiş fikirleri sever. O halde Ayşe hanım, hem bir şov programını bir enformasyon programına çevirmekle hem de buyur edilmemiş, seçilmemiş, onaylanmamış sözlerle bunu yapmakla iki kere "suç"ludur.
Bir edebi kahraman olarak Selahattin Demirtaş
‘Seher’, yazarı Selahattin Demirtaş’ın bir okur olduğunu gösteriyor. “Türkiyeli ol” kibirli öğütleriyle her an karşı karşıya olan bir geleneğin politikacısı olarak Demirtaş, politikayla yani toplumun kaderiyle yakından ilgilenen edebiyatçılara, edebiyatla yakından ilgilenen bir politikacı olarak selam veriyor. Kitap, politikacıyı bir edebiyatçıya çevirmiyor belki ama bir edebi figüre çeviriyor.
Mağara, cezaevi ve Demirtaş’ın ‘Seher’i
Lascaux’dan Dikili’ye mağara duvarları, hayranlığı ve düşünme mecburiyetini davet eden çizimlerle doludur. Yazının icadından sonra kapatılan ya da kendi kapanan kişilerin ellerinden çıkmış işler hayli bir yekun tutar. Kapanma-kapatılma ile “sanat” arasında bir bağ var, kadim bir bağ. Demirtaş da bu bağa sırtını vermiş görünüyor.
Kadir Topbaş: Resimdeki gözyaşları
Bu ileri demokrasi günlerinde İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi nasıl bir yürek yedi ki “başkanı”nın veto eldivenini geri onun yüzüne vurabildi? Topbaş bu yüzden kalbi kırık gidiyor. “Borç bırakmadım” diyor; neredeyse alacaklı çıkacak. Oysa hem rakamlar doğrulamıyor bunu hem bir “borç” konuşulacaksa İstanbul’a, İstanbullulara karşı ömrü boyunca ödeyemeyeceği kadar borçlandı; Haliç’teki “boynuz”lar mesela...
Birey ölmüştür, Allah rahmet eylesin
Avukatların susma hakkını hatırlatmaları, aleyhlerinde delil olarak kullanıldı. Gerçekten de delildir: Susma hakkını tanımayan, işkencenin önünü açar, bu yüzden yargılanmak zorundadır. Fakat yeni Türkiye’nin yeni hukukunda hak kavramı yer değiştir: Eskiden devletin yetkileri, bireyin hakları vardı; şimdi devlet hakları da gasp etti. Artık özgür, hukuka güvenen birey yoktur, ihtimal olarak bile.
Tanrı Dağı ile Hira Dağı arasındaki CHP
CHP’li Yılmaz Öztürk, Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ndeki referanduma itirazlarını açıklarken, “yalnız kalmak”la suçladığı hükümeti Barzani’ye karşı “askeri, siyasi ve ekonomik” paket açıklamaya çağırdı. Yani savaşa. Öztürk’ün üslubu CHP yönetimince onaylanıyorsa, yönetimin çok sözünü ettiği “barış ve huzur”u ülkeye ve bölgeye kim getirecek?
MGK’ya iki yeni üye: Feyzioğlu ve Durakoğlu
İstanbul Barosu ile Türkiye Barolar Birliği, Güney Kürdistan’daki referanduma karşı çıktı. İstanbul, hükümete doğrudan çatarken, Barolar Birliği bir üst merci imiş gibi “devlet politikası”nın ilkesini ilan etti. Ben MGK’yı yönetiyor olsaydım, ikisini de davet ederdim.
Cenaze meselesi, toprak meselesidir
Ankara’da Hatun Tuğluk’un cenaze törenine saldırıdan sonra ilk iki gün içinde konuşan dört devlet yetkilisi, saldırıyı kınadı, lanetledi, üzüldüklerini söyledi, ama biri bile baş sağlığı dilemedi. Baş sağlığı dileyen (siyasi olmayan) vali ise saldırıyı “sataşma”, cenazenin mezardan çıkarılmasını “kendi kararları” diye anlattı. Sezgin Tanrıkulu’na saldırı fantezisini kamuya ilan eden hukuk asistanıyla mezarlık saldırganları, aynı politikalardan cüret bulan figürlerdir.
Bunu da gördük: Mezardan ihraç!
Taziyeyi, yası suç ilan ederseniz, ölülere ve dirilere yapılan hakaretleri cezalandırmak yerine hukuk adına itiraz edenleri cezalandırırsanız, yaslı insanlara saldıranlara madalyayı önceden takmışsınız demektir. KHK ile yönetilen devletin sokağı da kendi KHK’sını çıkarır.
Sezgin Tanrıkulu niye saldırı altında?
Silahlı İnsansız Hava Araçlarının öldürücü operasyonlarda kullanılmasında karar kılındığı anda, temize çıkmanın tek yolu kalır: Kimi vururlarsa vursunlar, terörist odur. Sezgin Tanrıkulu, bu sistemin hukuki ve ahlaki sorunlarını ifşa etmeye yöneldiği için saldırı altında.
Ben vicdansızım Selahattin Bey!
HDP’nin cezaevinde tutulan eş genel başkanlarından Selahattin Demirtaş’ın mektubu bana da ulaştı. Ne yazık ki Demirtaş’ın “vicdan” davetine uyma imkanım yok.
Arayan CHP, duran CHP, durduran CHP
CHP’nin Gelibolu’daki kurultayına gittim, dedem Kalê Rifet’in “Çağrıldığın yerden erinme, çağrılmadığın yerde görünme” öğüdüne uyarak. Dışarıdan bakınca “Klasik CHP işi” görüntüsünün, vitrinin altında çok ciddi bir arayışa şahit oldum. Sıkı sunumlar izledim, nazik tartışmalara tanıklık ettim, umudu ve umutsuzluğu birlikte gördüm. Onun hikayesidir….
Sözümüz baki... Çabamız sürecek...
Yıldönümlerimizi birlikte kutlayacağımız dost ve meslektaşlarımızın özgürlüklerine kavuştuklarını görmek dileğiyle tekrar merhaba…
Eşitlik, özgürlük, adalet bir de nöbet
CHP’nin Adalet Yürüyüşü, dikkat ve heyecana yol açtı ve bağlanmış medyaya rağmen ses duyurmayı başardı. HDP’nin “Adalet ve Vicdan” nöbeti ise bağlanmış medya tarafından görülmediği gibi, polis tarafından neredeyse “görülmüştür” damgası kullanılacak bir çember içinde İstanbul’a taşındı. İktidarın HDP’ye yönelik tutumu, iktidardan rahatsız olanların da onayını aldığı sürece, “haksızlık, hukuksuzluk, adaletsizlik” katılaşarak sürecektir.
Hepimiz kardeşiz, yarımız terörist
İnsan hakları aktivistlerini "ajan" gören ideolojiler yaygındır. Fakat o aktivistlerin faaliyetlerinden vaktiyle çok yararlanan, o faaliyetleri öven iktidarın o alanı kapatmaya yönelmesi ne anlama gelir? Konu hukuk değil siyaset. İktidar, 12 Eylül'ün Batılılara teklifini tekrar ediyor: Ekonomik çıkarlarınızı güvenceye alalım, siyasi çıkarlarımızı güvenceye alın. Kârlarınıza karşılık sürekli iktidar.
Tek tif, anarşik ve insanlık onuru
Cezaevlerinde tutulanlara tek tip giydirilmesi, ceza hukukuyla ilgili bir mesele değil, bir “hedef” seçimidir. 12 Eylül’e göre cezaevlerinde tutulanlar “asker”di, tek tip giydirme arzusunu böyle hukukileştiriyordu. “Üniforma” çünkü kime ateş edileceğini ve kime ateş edilemeyeceğini belirler askeri mantıkta. Bugün ise aynı şey hukuk dışı bir metafor olan “terörist” lafı ile yapılmak isteniyor.
Tek tip: Metris'ten Guantanamo'ya
Artık şaşırmamayı öğrendik; ama Guantanamo modeline şaşırmamak elde değil. “Batı’da var bu” deniliyor. Var, ama uzağa gitmeye gerek yok o kadar aslında: Türkiye cezaevinde tek tip giysiyi, mevcut iktidarın yargılamış olmakla övündüğü 12 Eylül karanlığında tanıdı. Metris başta olmak üzere, Diyarbakır 5 No’lu cezaevi gibi cuntacı kötülüklerin sembol mekanlarında tek tip giysi dayatması ve beraberinde Guantanamo ile yarışacak işkenceler eşliğinde...
Cumhuriyet davası ve kısa yargı tarihi
Cumhuriyet davası görülüyor. Nasıl bir dava bu? Ölü yargının davası: 12 Eylül savunmayı öldürdü. 28 Şubat delili öldürdü. Ergenekon yargıcı öldürdü. Şimdi artık savcı da ölü. O yüzden iddianame de yok.
Kılıçdaroğlu’nun adımları
CHP ve lideri Kemal Kılıçdaroğlu, Beştepe ve Yenikapı fotoğrafı gibi bir sıradan bir yeni rejimin takdis fotoğrafına dönüşmekle güçlü bir dönüş yürüyüşü hazırlama seçenekleri arasında bir ipin üstünde yürüyor. İktidarın yargısı tetikte. Durumdan gübre çıkaranlar aportta.
Madımak’ın soykütüğünden bir kesit
Bundan 51 yıl önce, 1966’da Ortaca’da meydana gelen olaylara ilişkin gensoru Meclis’te reddedilmişti. Gensoruda, “1000 kişi nereden silah buldu? 10 kilometre yolu nasıl güvenlik güçleri durdurmadan yürüdü” diye soruyordu. Birkaç gün önce de Zeynep Altıok’un Madımak’la ilgili soru önergesi geri çevrildi. Ortaca vakası, Madımak katliamı sonrasındaki devletlûların tutumunu açıklayan nüveler barındırıyor.
Ey Türk kadını!
Mustafa Kemal’in annesi ve manevi kızı üstünden yürüyen, adliyeye kadar giden tartışmada ne oluyor? Ne olacak, bir taraf nefret ettiği bir tarihsel kişiliğin imgesini yıpratmak için kadın üzerinden bel altı lümpen muhabbet yürütüyor. Karşı taraf cevabı, yine kadını harcayarak veriyor. İş neredeyse, “Ey Türk kadını, birinci vazifen yaşlanmayı bilmektir” girişli hitabelere varacak…
‘Sivil ölüm’ ve adaletsizliğin ebedileşme tehlikesi
Açlık grevleri, siyasetin çölleşmesinin, çölleştirilmesinin yol açtığı eylemlerdir. 12 Eylül’den beri Türkiye’nin iyi tanıması gereken eylemlerden. “Benim dediğim gibi yaşarsan âlâ, yaşamazsan senin payın (sivil) ölümdür” emrine itaatsizlik. Bu sefer “örgüt emri var” pişkinliğine de vuramıyor kimse. Duymamayı, görmemeyi seçenler, kendi geleceklerine dair bir seçimde de bulunuyor: Adaletsizliğin ebedileşmesi seçimi.
Panzerle gezilen sokaklar kimindir?
Atlar öleli çok oldu, şimdi panzer var. Sokakların arasında panzerler geçerken çocuklar ölecektir. Sahi, hangi sokaklarda panzerler gezer? Panzer gezen sokaklar kimin sokaklarıdır? Panzerdekilerin mi gezilen sokaklarda yaşayanların mı? İnsan hiç kendi sokaklarında panzerle gezer mi? Silopi cinayeti, sokakların da evlerin de içinde yaşayanların da topluma ait olmadıklarını ilan etmiyor mu bir daha?
Yaşar Kemal’den bir soykırım kâbusu
Soykırım, organize devlet şiddetinin bu kötülüğü “insan”ın tarihte aldığı arpa boyu yolu hızla dağıtır, bastırılması, geriletilmesi, sindirilmesi gereken şiddet serbest bırakıldığında, “insan”la “hayvan” arasındaki ince çizgi darmadağın olur: Çocuklar, artık tehlikeli bir “yılan”dır, vahşetin çağırısına uymuş köpeklerden bir önce ya da sonraya düşerler soykırım taksonomisinde... Hem kırımı gerçekleştirmek için aşılır bu “çizgi” hem de kırımın bir sonucu olarak.
Siyaset günleri gelip çatmadan!
Öldürme yetkisinin yeniden devlete verilmesi, siyaset etmenin siyaset yapma üstündeki gücünü yeniden kurmak demek. İdam isteniyorsa, ilk asılanın muhalifler olacağını zannedenler yanılmıyor olabilir ama son asılanın onlar olacağını zannedenler çok yanılıyor.
Fârâbî’den “aldatan ve aldanan”lara dair dersler
Bin yıl önceden bir cümle: Onlar yalan, aldatma, şaşırtma ve kandırmayı kullanmakta bir beis görmezler. Çünkü onlara göre dinlerine karşı çıkan şu iki tür insandan biridir: O ya düşmandır, dolayısıyla cihad ve savaşta olduğu gibi, yalan ve aldatmanın kullanılması caizdir…
Müjde! Açılım bitti!
KCK gözaltı ve tutuklama furyası 14 Nisan 2009’da başladı; araya 2013 Newrozu’nda giren “açılım”, 28 Mart 2017 itibarıyla resmen bitti. İslamcı iktidar ve Türkçü yeni ortakları seneye 14 Nisan’ı ya da 28 Mart’ı tekbir ve kurtbaşı işaretleri eşliğinde kutlar belki de…
Bir hoş geldin yazısı: Kararnameler nasıl eleştirilir?
Akademiden sadece hocalar mı atıldı? Hayır. Akademi için tutkuyla mücadeleye girişen genç adam ve kadınların arzu ve hevesleri de atıldı. Murat Sevinç'in dün Duvar'da çıkan öyküsündeki genç adamın.
OHAL görevlisi olarak baro!
Ankara Barosu, bir ihraç edilmiş akademisyenin staj başvurusunu geri çevirdi. Başkan, “KHK diyor ki kamu görevi yapamazlar…” izahatını yutmamızı istiyor. Bir baro başkanı “kamu hizmeti yapma” ile “kamu görevlisi olma” ve “kamu görevlisi sayılma” arasındaki farkı bilmez mi? Kararnamelerdeki hukuksuzluklara karşı hukuki işlemi yapması gereken baro, kararnamedeki kraldan daha kralcı olursa hukuk nasıl gelecek bu memlekete?
Türkiye Türklerindir!
Hürriyet Gazetesi ile iktidar niye anlaşamıyor? Darbe gecesi gördüğü büyük hizmete rağmen Doğan Grubu niye kurulduğundan beri desteklediği iktidarla barış görüş yolları bulamıyor? Meselenin sırrı “Türkiye Türklerindir” mottosunda gizli. İlk defa Almanya’daki bir toplantı nedeniyle 1915’te kayıtlara geçen lafta.
Yeni Türkiye’nin büyük fotoğrafına bakarken
Yeni yılın ilk MGK toplantısında yine "iç ve dış meseleler" konuşuldu. Bildiri, bildirim ekiyle doluydu: Dır, dır, dır.... 1933'te gizli kararnameyle kurulan, 1961'de anayasaya giren "vesayet kurumu"nun toplantısından servis edilen fotoğraf ise yeni Türkiye'nin "büyük fotoğraf"larından biriydi...
Ahmet Türk’ün saldırı altındaki onuru
AK Partililer rahatsız oldu. Ertuğrul Özkök rahatsız oldu. Biri yaş ve konum dedi, diğeri hastalık, Türklük ve kardeşlik. Bir şey daha var: Hukuk. Ahmet Türk ise olacakları biliyordu ki, tutuklandıktan sonra, “Onurumuzdan başka kaybedecek şeyimiz yoktur” dedi. Haklı çıktı: Hastaneden hastaneye, şehirden şehire sürüklenip duruyor.
İbni Haldun’u bizden kim çaldı peki? (2)
Sahi, İbni Haldun’u bizden kim çaldı? İngilizler mi? Bugün yaşasa Siyasetçinin bilgiyi elde etme, kullanma biçimleriyle alimin bilgiyi elde etme kullanma biçimleri arasındaki farkı anlamak ve anlatmak için uğraşır mıydı yoksa? Yoksa KHK tırpanı yiyip başka dertlerle boğuşmaya mı mecbur kalırdı?
Musul meselesinden ‘eşcinsel Batılı’ya sıçramak! (1)
Bir TV programında Musul konuşulurken, Musul’dan başka bir mesele ve bağlam yokken, bir profesör ani bir sıçramayla “Batı karşıtlığı” kartını açtı. Katil Althusser, deli Nietzsche, müntehir Derrida (Deleuze intihar edince Derrida da intihar etmiş sayıldı!) ve eşcinsel Foucault… Batı karşıtı söylemlerin olgusal uyumsuzluklarla dolu bu “akademik” dökülmesinin bir versiyonu da Kolomb’un Küba’da gördüğü cami olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bir nutkunda tezahür etmişti.
Temerküz günlerinde hukuk
Yeni OHAL kararnameleri geldi. Kararnamelerle işten, meslekten, yaşamdan atma işlemlerine karşı bir “komisyon” kurulacak. Komisyonda “yargı”dan sadece üç üye, “yargı tarafından” (HSYK) atanmış sadece iki üye olacak. İki yılda işini bitirmesi için günde en az 136 dosyaya bakması lazım. 8 yıldan önce bir karar beklemek abes…
Hrant Dink’in yüzü ve Ermeni nefreti
Dink cinayeti 10 yıldır aydınlanmadı. Her kritik eşikte failler değişti: Ergenekon. Yok aslında FETÖ… Fakat cinayet, 2004’ten bugüne kadar gelen iklimin ürünü. O iklime bakınca, nöbetleşe birbiriyle boğaz boğaza da gelenlerin ortak bir nefreti öne çıkıyor: Ermeni nefreti…
İlk hoca, ilk yandaş: Ahmet Mithat Efendi
Ahmet Mithat Efendi 104 yıl önce 28 Aralık’ta Darüşşafaka’da gönüllü öğretmenlik yaparken öldü. İlk “yandaş” gazeteci oydu. Bugünkülerden küçük bir farkı vardı: Çok çalışkandı. 200’den fazla kitap yazdı. Abdülhamitçiydi, ama Abdülhamitçi anlayışın sıkı bir karşıtı olan Aziz Nesin’in içinde olduğu geleneğin başlatıcısı da oydu.
Dodan’ın parçalandığı an
‘O Ses Türkiye’de Dodan’ı görmek yaralayıcıydı. Kürt olduğunu söylemediği için değil. Alevi olduğunu söylemediği için değil. O jüridekilerin onun hakkında “karar verecek” yargıçlık evsafında olmadığı için değil. 22 yıl 'ana akım'ın dışında yol yürümüş bir müzisyenin, ana akımın sahnesinde su istemesiydi yaralayıcı olan. Herkesin birbirine benzemeye zorlanması yaralayıcıdır.
Hiper sağın süper cumhurbaşkanı-4: Ömür boyu dokunulmazlık
Teklife göre cumhurbaşkanı görevdeyken işlediği suçlardan ötürü 400 milletvekili kararıyla Yüce Divan’a yollanabiliyor. Ne 'görevle ilgili suçlar – görevle ilgili olmayan suçlar' gibi bir ayrım yapılmış, ne suçüstü hali düşünülmüş. Dahası var: Görevdeyken işlediği suçlarla ilgili dokunulmazlık ömür boyu sürüyor. Yardımcıları ve bakanlar içinse görevle ilgili suç-ilgisiz suç ayrımı getirilmiş.
Hiper sağın süper cumhurbaşkanı-3: 'Cumhurbaşkanı halkı da seçer'
Teklife göre cumhurbaşkanı, yardımcısını kendi seçiyor. Bir de olabilir beş de. Sınır yok. Yardımcı, cumhurbaşkanına vekalet edebiliyor, makam boşalınca yerine geçebiliyor, fakat halk tarafından seçilmiyor. Hatta kim olduğu seçimden önce bilinmiyor bile olabilir. Teklifte bir madde unutulmuş: Cumhurbaşkanı, gerek görürse halkını seçebilir.
Hiper sağın süper cumhurbaşkanı-2: Tiranlığın freni olmaz!
Anayasa teklifinde tek makamda güç yoğunlaşması için her şey var ama temel hakların güçlendirilmesi ve yürütmenin yeni güçlü figürüne karşı denge oluşturacak bir şey yok. Ha, Amerikan sisteminden bir madde var: Cumhurbaşkanı doğuştan Türk vatandaşı olacak. Yargı, TRT ve AA gibi tarafsız olacak.
Hiper sağın süper cumhurbaşkanı
'Partili cumhurbaşkanlığı' teklifi yola çıktı. Teklifte ne var? Nüfusun ancak yüzde 13’ü içinden seçilebilecek, partisiyle ilişkisi süreceği için parlamentoyu avuçlarında tutacak, Türkiye siyasal ormanında hep 10 Anayasa maddesi gücünde olan yönetmelik yapma yetkisi dahil icranın kendisinde toplandığı bir cumhurbaşkanı. Bunun adını koyalım: Kanunlaştırılmış tiranlık.
Bir barış şarkısıdır hıçkıran şarkılarsa
Tahir Elçi’siz bir yıl geçti. Cinayet hâlâ aydınlanmış değil. Onun itiraz ettiği çatışmaları bitirecek yol bulunmuş değil, aranmıyor bile görünüşe göre...
Bir Kürt ne ister?
İşin anahtarı, egemenlik paylaşımındadır. Kürt kalarak cumhurbaşkanı, başbakan, milletvekili, belediye başkanı, vali, kaymakam filan olma imkanında yani. Kürt sorunu bütün Ortadoğu’yu derinden etkileyen bir etno-politik sorun olarak, Kürt etnosunun haklarının mırın kırın etmeden düzenlenmesiyle çözülebilir ancak. Çatışma hali çözüm sayılmıyorsa tabii ki.
Ahmet Türk: Ne güvercin, ne şahin, sadece Kürt
Sevinenleri bir kenara koyarsak, kimi Ahmet Türk’ün “güvercin” olduğu için gözaltına alınmasına şaşırıyor veya kızıyor, kimi yaşını, kimi hastalığını söylüyor. Oysa Ahmet Türk ne şahindir, ne de güvercin. Ara kuşaktan bir Kürt olarak, Kürt kalma talebinin karşılığını alıyor: 1980’lerde de böyleydi, 1990’larda da 2000’lerde de…
KHK denince: Bana her şey 12 Eylül’ü hatırlatıyor!
Kenan Evren ölmedi, içimizde yaşıyor. Fazlasıyla yaşıyor. Çok fazlasıyla…
Kısa kes avukat!
Demokrasi bir konuşma rejimidir. Cumhuriyet fermana karşı konuşmaya yaslanır. Konuşma, yargı marifetiyle yok ediliyor. Yargıyı kaybettik. Fakat adalet sadece yargının işi değil.
Sus emri ve düşmanlık siyaseti
Özel bir ittifak kuruluyor: Üçüncü MC dönemi, ama bu sefer hükümet olarak değil, devlet olarak. Ne bu şiddet bu celal derseniz, yeni bir devlet kuruluşunun şiddeti ve celalidir bu.
Erdoğan’ın ‘Kürdistan’ dediği gün…
Medeni Yıldırım davası “beraat” ile bitti. Yani bir devlet kurşunu daha mahkeme tarafından onaylandı. Bugünkü hukuk dışı işler fırtınasının altında 1990’lardaki hukuksuz kararlar yatıyordu. Bu dava da şiddetin yakıcılığını geleceğe taşıyor.
Kırmızı atın dişleri
Bugün HDP’lilere yönelik hukuksuz ve kaba işlemlerin yanı sıra Anayasa Mahkemesi’nin KHK kararının gerekçesi yayınlandı. Gerekçe, mahkemenin kendi yetkisini, hatta kendisini imhasının ilanı niteliğinde. HDP’lilere yönelik işlemlerse parlamentonun fiilen imhası sürecinde yeni bir tekme.
Sessizce değişen bir paradigma: Alevi tarihyazımı
Ayfer Karakaya-Stump: Tek yapmaya çalıştığım iyi tarihçilik. Yani idealize edilmiş tarih dışı objeler olarak değil, sahici insanlar olarak Aleviler kimdi? Baskılara rağmen neden ve nasıl Alevi kaldılar? Aynen Ahmet Kaya’nın şarkısında dediği gibi, ‘kimdi bunlar, kimdi?’ Alevifobi, toplumun en yakıcı sorunu. Medyada Aleviler kör noktada.
Benim Cumhuriyet’im, benim ifade hürriyetim
Ne oluyor? İktidar gücünü tahkim ediyor. Nasıl? Sevmediğini tarumar edip, sevdiğini ihya ederek. 'Cumhuriyet gazetesi yalnız değildir' demekle bir çare bulunmaz. İfade özgürlüğü savunulacaksa, kurumların özelliklerinden bağımsız, ilke düzeyinde savunulmak zorunda: Azadiya Welat’a yapılanları beğenen, Cumhuriyet yok edilmek istendiğinde karşı duramaz.
'Torun'lar niye 32 kat merdiven çıkar?
Torunlar Center’deki asansör katliamında bilirkişi raporu, “asli kusurlu kişileri” bulamadığını söylüyor. Savcı da bulamamış, yoksa bilirkişi görürdü. Bunu göremeyen bilirkişiler olayın “kasten” ya da “bilinçli taksirle” değil, “taksir” ve “tali kusur”la meydana geldiğini görüyor. Yani yargıcın yerine geçiyor. İnşaattaki iş cinayeti sistemini niye görmüyor bilirkişi? Çünkü o da cinayete yol açan hatalı yargı uygulamalarının bir parçası.
Baş hukukçu: Orhan Kemal
Çalışma hayatı berbat, hayat değil ölüm o: İş cinayetlerini düşünmek yeter. İşçiler, Türk entelijensiyasının ilgi alanında değildir pek. Ama yıldızları da var bu karanlığın: Orhan Kemal misali. İlyaz Bingül’ün, “Orhan Kemal Edebiyatında İşçi Oluş ve Ücretli Hayat” kitabı, büyük yazara bir saygı gösterisi.
Bir iktidar serveti olarak adaletsizlik!
FETÖ’nün ne kadar tehlikeli, FETÖ’cülerin ne kadar hain olduğu anlaşıldı. Balyoz-Ergenekon “adalet yolu”na konuldu. Peki KCK? Tam gaz, aynı hız devam. FETÖ’cüler Diyarbakır Belediye Eş Başkanlarını almayı ne kadar çok isterdi! Adaletsizlik de bir servet olarak transfer edilebilirmiş, onu da görüyoruz.
Can Dündar ölsün sonra bakarız
Adliye önünde bir sanığa ateş eden, bir başkasını yaralayan kişinin tahliye edilmesi, devletin “sevmediğim kişiye ateş edebilirsiniz” davetidir. Şiddet tekelini böyle devreden devlet, baş edemeyeceği mikro şiddet anaforlarına davetiye çıkarıyor demektir.
Ocakta paket, nisanda referandum, 15 Temmuz’da seçim
Savaş, şiddet, hukuk ve adalet sorunlarıyla ortalık toz dumanken, iktidar başkanlık takvimini belirliyor. Bu tartışmayı yakından izlemek gerekli. Türkiye’nin geleceğini kökten değiştirecek bu meselede günün gelişmelerini derledim, naçizane iki söz eşliğinde.
İMC TV kirli de TRT mi temiz?
Temizle kirlinin, yani benle ötekinin bir arada yaşama modeli değilse demokrasi, nedir? Temizin ve kirlinin kim olduğunu çıplak güçten başka bir şey belirlemiyorsa, kalanın gidenden daha kirli olduğunu nasıl bileceksiniz?
Öpülesi bir yalnızlık…
Cumartesi İnsanları 600’üncü defa oturacak bugün. “Fırat kenarında kuzu kaybolsa…” makamında verilen adalet sözü hiç yerine gelmedi. Yalnız kaldılar çokça. Ama yılmadılar.
'Aranızda yaşatmayın' uçurumu!
Öğretmenler atılıyor. Akademisyenler atılıyor. Ne oluyor? Darbeyle mi mücadele ediliyor? Ya da terörle? Hayır: Darbeyle mücadele adı altında girilen yolun vardığı hukuksuzluk uçurumunda serbest düşüş sürüyor.
Sizin hiç mi bir 'fikir'iniz yok?
Yahya Kemal’in itirafını boşa çıkarıyor İlyaz Bingül. Yok, dolduruyor boşluğu. “Fikir”, bir ayağı dilde, bir ayağı “fikir”de bir metin. Zor bir metin. Zorlu bir metin. Bahri Hazer’de kayık olmaya varsanız, buyrun.
OHAL ne kadar sürecek?
Bu hatalı uygulamalar sürerse, OHAL kalkamaz. Çünkü kalkarsa iktidar altında kalır. Fakat kalkmazsa da toplum altında kalır…
Alevilere açılım mı olmuş? Hemen geri alınır!
Uzun süredir cezaevinde dede ile görüşmek için mücadele eden ve bunu başaran mahkumun talebi bu defa savcılık ve mahkeme duvarına çarptı. Gerekçe: Emsal olur!
Artık başkanlık sistemi gerekmez
Erdoğan milletin kendisidir. AK Parti, bu döngünün “parti”si değil, hareketidir. Geri kalanlar kenara çekilebilir. Ferman devletindir.
Üryan gelir gene üryan gideriz amma…
Fransa’da plajda soyulan kadınla Samuel Agop Uluçyan’ın başına gelenler arasında bir bağ var. Çünkü isim ve giysi sadece isim ve giysi değildir ve ikisi de benliği şekillendirir.
Yargının tiyatrosu tiyatronun yargısı
Yargıtay’ın adli yılı Beştepe Külliyesi’nde açması yargı bağımsızlığını zedelemez demek için, yargının yürütmeden ve onun en üst temsilcisi Cumhurbaşkanlığı'ndan bağımsız olmasının gerekmediğini savunmak gerekir. “Hümanist milliyetçi” tiyatro ise, daha lafında kendisini imha eden bir çelişki taşıyor.
Her ilde 999 Fethullahçı mı?
Kanun Hükmünde Kararname ile şirketlere el konuluyor. Yasama işlemleriyle insanlar işten atılıyor. İş plaka temizliğine kadar vardı. Türkiye OHAL günlerini değil, ”güçlerin ayrısı gayrısı olmaz” dönemini yaşıyor
Muz cumhuriyeti ve kararname cumhuriyeti
Batılılar anlamıyor meseleyi, kabul. Anlamak onların işi değil, çıkarlarını korumak onların işi. Peki “bizim çıkarımız”ın demokrasi ve hukuk dışına çıkmakta olduğundan emin miyiz?
Milletim sana söylüyorum…
İdam, Kerry’nin “NATO demokrasisi” çıkışına Ankara’nın cevabıdır. Yoksa, idamın Batı ile ittifaka son demek olduğunu Erdoğan herkesten iyi bilir. Onun için “Onaylarım” diyor zaten.
Yenikapı’dan Meclis’in bombalanmasına
Darbe, yaşam hakkını hedef aldı, cevabı idam mı olmalıydı? Darbe temsil hakkını hedef aldı, cevap Meclis’teki bir partinin dışlanması mı olmalıydı?
NATO'ya inanıyoruz, CENTO'ya bağlıyız
Türkiye’de, 15 Temmuz’daki darbe girişiminde darbecilerin TRT’den okuttuğu bildiride AB’nin adı yok ama NATO’nun var. 27 Mayıs bildirisinde de, “NATO’ya inanıyoruz” denilmişti.
Kanlı bir mesele
Cem Özdemir'in Türk olma ihtimaline niye öfkelenir insan? Niye onun "Türk" olmadığını kanıtlamak için bu kadar enerji harcamaya yöneltir? "Türk"lük vurgusu, "Türk"lüğü herkese yakıştıramama, eleştirilecek kişinin önce "Türk"lüğünü ekarte etme çabası, bizi "Türk"ün, Türk oluşun bir değer olarak yüceltilmesine götürüyor. Türklüğün yüceltilmesi?