YAZARLAR

Güç merkezileşmesi ve güç yoğunlaşması

Anayasal açıdan sorumsuz bir lider varken, uygulanan politikaların hatalı olması, hedefe ulaşmaması veya iflas edince, sorumluluğun fiilen bürokratların üzerine kalacağı aşikâr.

Günümüzde sosyal bilimlerde yaygın kabul gören devlet tanımı Max Weber’in hukuk dogmasından sosyolojiye aktardığı bir tarife dayanır. Buna göre devlet belirli bir toprak parçası üzerindeki şiddet araçlarının meşru tekelini elinde bulunduran kurumdur. Dolayısıyla Weber’e göre devletin gücü zor kullanabilme kapasitesine yani baskı aygıtlarına dayanır.

Weber’in anlatımı Marx’ı çağrıştırır: İdarenin ve ordunun bürokratikleşmesi savaşçının savaş araçlarından ayrılması ve bu araçların hükümdarın elinde yoğunlaşmasıyla (Konzentration) el ele gider. Askeri disiplin genel anlamda disiplinin ana kucağıdır. İkinci önemli disiplin kurumu ise büyük şirkettir. Çalışanın işlevsel araçlardan ayrılması her iki alanın ortak ekonomik temelini oluşturur: Tıpkı ekonomide üretim araçlarının sermayedara ait olması gibi, orduda savaş araçları, idarede idari araçlar, üniversitelerde araştırma araçları ve hepsinde parasal araçlar hükümdara aittir.

Lakin üretim ve diğer iktidar araçları karşılaştırmasında Marx’ın yoğunlaşma ve merkezileşme arasında yaptığı ayırım Weber tarafından gözardı edilir. Sermayenin yoğunlaşması artı-değerin basit birikimi sayesinde sermaye birimlerinin sayısının artmasıdır. Buna koşut olarak bürokratikleşmenin hayatın tüm alanlarına yayılmasını idari/bürokratik yoğunlaşma olarak tanımlayabiliriz. Sermayenin merkezileşmesi ise devir, birleşme veya iflas eden şirketlerin ele geçirilmesiyle mevcut sermayenin az sayıda sermaye biriminin elinde toplanması olarak tanımlanır, yani tekelleşme. Weberyen devletin varsayımı iktidarın yoğunlaşmasının ve tekelleşmesinin sorunsuz bir şekilde ele ele gideceğini varsayıyor. Oysa iki dinamik arasında çelişkiler ortaya çıkabilir. Başka bir deyişle, giderek merkezileşme iktidarın kaynaklarını zayıflatabilir; bürokratik merkezileşme bürokrasinin rasyonel işleyişini bozabilir. Türkiye’de gerçekleşme ihtimali olan süreç kanımca budur.

KARİZMA VE KURUMSALLAŞMA 

Bürokrasiye yabancı olan karizmatik siyasi liderliğin bürokratik merkezileşmeyi gerçekleştirebilecek yegane güç olması günümüz siyasetinin temel çelişkilerindendir. Popülizme ilişkin çalışmalar popülist hareketlerin temelinde liderin kitlelerle doğrudan (herhangi bir bürokratik kurumun aracılığı olmadan) ilişki kurması olduğunu vurgularlar. Ancak popülist hareketin popülist bir rejime dönüşmesi kurumsallaşmayla ve kaçınılmaz olarak bürokratikleşmeyle mümkün olabilir. Weber bu sürece “karizmanın rutinleşmesi” adını vermişti.

Karizmatik hakimiyet takipçilerin karizmanın özgünlüğünü tanıma görevi tarafından meşrulaştırılır. Bu tanıma karizmatik lidere coşku, gereklilik veya umuttan kaynaklanan mutlak bir kişisel bağlılıktır. İdari personel memurluktan yetişmez; ayrıcalıklar, ailesel veya kişisel bağlılıklara göre değil sahip oldukları karizmatik niteliklere (Bülent Arınç’ın deyimiyle “özgül ağırlığa”) göre seçilir. Karizmatik nitelikler öğrenilemez ve öğretilemez, sadece uyandırılabilir ve sınanabilirler. Dolayısıyla tüm rutin hakimiyet biçimleri gündelik rutine yabancı olan karizmatik otoriteye terstir. Karizmatik hakimiyet her türlü kurala ve ekonomik aktiviteye yabancıdır; toplum için süreklileşmiş bir olağanüstü hal durumudur. Kurumsallaşma ve bürokratikleşme aynı anda karizmanın altını oyan süreçlerdir. Ancak Weber’e göre karizmatik hakimiyetin sürdürebilmesi için radikal bir dönüşüm geçirerek rutinleşmesi, olağanlaşması, gündelikleşmesi gerekmektedir. Rutin ve sürekli hakimiyet komutanlara ve peygamberlere özgü karizmadaki gibi ganimet, harç, hediye ve misafirliğe dayanamaz. Rutinleşme karizmayı ekonomikleştirir ve patrimonyal bir hakimiyete dönüşür.

AKP de kuruluşundan beri popülizme özgü bürokrasi ve elit düşmanlığı üzerinden geniş halk kitlelerinin temsiline soyundu. Bürokrasi bir yandan millet iradesinin gerçekleşmesi karşısında bir engel olarak sunuldu, diğer yandan tamamen liderin kontrolünde bir bürokratikleşmeye hız verildi. Ancak bu güç yoğunlaşması ve güç merkezileşmesinin birbiriyle çeliştiği bir süreç olarak işleyegeldi. Karizmatik hakimiyetin kaynağındaki olağanüstülükle sürdürülebilirliğinin koşulu olan olağanlaşma arasındaki çelişki giderek öne çıktı. Bu süreçte karizmatik bir idarenin üyelerinde aranan karizmatik nitelikler lider için bir tehdit unsuru haline geldi. AKP’nin başlangıcından bugüne karizmatik lidere rakip olabilecek tüm diğer liderlerin tasfiyesi bu olgunun bir ifadesidir. Bu olgu cumhurbaşkanlığından itibaren Erdoğan’ın “Başbakan paradoksu” olarak belirmiştir: Başbakan adayının AKP Genel Başkanı olarak parti tabanını ve seçmenini seferber edebilecek kadar liderlik vasfına sahip olması, adayın Erdoğan’a rakip olabilecek bir lidere dönüşme riskiyle çelişmiştir.

FİİLİ GÜÇ VE SİYASAL SORUMLULUK

Peki Başbakanlığın ortadan kalktığı bir Başkanlık Sistemi karizmatik hakimiyetin bu çelişkisini aşabilir mi? Bence hayır, çünkü güç yoğunlaşması ve güç merkezileşmesi arasındaki çelişki karizmatik hakimiyetin herhangi bir kurumsal düzenlemesiyle giderilemeyecek temel bir dinamiktir. 14 Ağustos 2015’te ilan edilen fiili güç rejiminin yasallaşması devlet kadrolarının lideri sorgusuz sualsiz takip etmelerini sağlamak açısından önemlidir kuşkusuz. Erdoğan idari personele “Mevzuatı bir kenara koyun sorumluluk bende” mealinde seslenirken devlet kadrolarının sorumluluk kaygılarını gidermeye çalışıyordu. 15 Temmuz’dan itibaren ise hakimiyet yasallığın verdiği garanti yerine olağanüstü halin verdiği temyizsiz cezalandırma yetkisine - yani zor tehdidine – dayanmaya başladı.

Böyle bir yapıda bürokrasinin Weberyen anlamda rasyonel ve verimli işlemesi söz konusu olabilir mi? Karizmatik liderin tüm yetki ve sorumluluğu taşıması kararlarının uygulayıcısı olan idari personel açısından bir güvence sunabilir mi? Kanımca hayır. Siyasi sorumluluk ahlaki veya hukuki bir varsayım olmanın ötesinde liderliğin kitlelerin gözünde sınanmasını ifade eden siyasi bir ilişki biçimidir. Anayasal açıdan sorumsuz bir liderin varlığında, uygulanan politikaların hatalı olması, hedefe ulaşmaması veya iflas etmesi durumunda sorumluluğun fiilen bürokratların üzerine kalacağı aşikardır. Tanzimat’ın en önemli adımlarından biri sorumsuz sultan için çalışan ve onun adına sorumlu tutulan bürokratların üzerindeki idam ve müsadere tehdidinin kaldırılmasıydı. Yeni Türkiye rejiminin bu süreci tersine işletip işletmeyeceğini tartışmak içinde bulunduğumuz anda farklı bir perspektif aralıyor. Kamu personeli rejimindeki sarsıcı dönüşümlere bir de bu cepheden bakmakta fayda var.