Vietnam Savaşı'nın ardından: Ocean Vuong şiir gibi yazdı!

Şair ve deneme yazarı Ocean Vuong’un büyük yankı uyandıran ilk romanı “Yeryüzünde Bir An İçin Muhteşemiz” Harfa Yayınları tarafından Deniz Koç çevirisiyle okura sunuldu. Roman, Vietnam Savaşı yüzünden Amerika’ya göç eden bir ailenin emperyalizmin gölgesindeki hayatını bütün veçheleriyle ele alıyor.  

Google Haberlere Abone ol

1988 yılında Vietnam’da doğan Ocean Vuong, Massachusetts’te yaşıyor ve UMass-Amherst’te ders veriyor. Vuong, “Night Sky with Exit Wounds” kitabıyla, T.S. Eliot, Whiting, Thomas Gunn ve Forward ödüllerine layık görüldü. Yayımlanan ilk romanı “Yeryüzünde Bir An İçin Muhteşemiz” ise de 2019 yılında New England Kitap Ödülü’nü kazandı. Öte yandan Pen/Faulkner ile Uluslararası Dylan Thomas ödüllerinin finalisti oldu, Pen/Hemingway İlk Roman Ödülü’nün de uzun listesinde yer aldı.

Türkçeye ilk defa Deniz Koç tarafından çevrilen romanı “Yeryüzünde Bir An İçin Muhteşemiz” de yazarın diğer eserlerinde görülen Amerika özelinde ete kemiğe bürünmüş antiemperyalist vurguyu devam ettiriyor. Nitekim bir şiirinde şöyle diyor yazar:

“Amerikalı bir asker Vietnamlı çiftçi bir kızı yaptı. Böylece annem var. Böylece ben varım. Böylece bombalar yok = ailem yok = ben yokum. / Vah vah!”

Yazarın şiirinde kabaran bu damar ilk romanında da görülüyor. İsmi verilmeyen fakat Küçük Köpek olarak adlandırılan anlatıcı sayesinde metne dahil oluyor okur. Anlatıcının böyle adlandırılmasının sebebi Vietnam geleneklerinden. O doğduğu vakit asabi bir mizaca sahip babasından korkan şaman ona Ulusun Vatansever Lideri adını verse de büyükannesi Lan’ın doğduğu köyde ailenin en küçük ve en zayıf çocuklarına, anlatıcının tabiriyle, oranın en rezil şeylerinin adı veriliyor. Böylece sağlıklı ve güzel çocukları bulmak için dolaşan kötü ruhlar bu isimleri duyunca o eve girmiyor ve çocuk da kurtulmuş oluyor bu inanışa göre. Şeytan, domuz burnu, manda kafası gibi isimlerle kendi ismini kıyaslayan anlatıcı bunu yine de insaflı buluyor. Öte yandan bir isme sahip olmama durumu aidiyet duygusunun yokluğuyla ve anlatıcının yaşadığı yere yabancılaşmasıyla da açıklanabilir. Zaten kitabı yazarın hayatına paralel okuduğumuzda bu iki durumun da hayatına sindiğini ve otobiyografik unsurların edebi hayatına şekil verdiğini anlamak güç değil.

Küçük Köpek’in büyükannesi Lan, 17 yaşındayken yaşlı bir adamla evlendirilince evden kaçmış ve hayatını idame ettirmek için seks işçiliği yapmış. Dört aylık hamileyken tanıştığı bir Amerikan askerine, Paul’e âşık olunca onunla evlenmiş. Tabii, bu evlilik ikisi için de ırkçılığın tavan yaptığı Amerika’da sosyal zorlukların da ötesinde hayati bir tehlike teşkil etmekte. Nitekim hem Paul hem de Lan geçmişten getirdiği travmalarla yaşamakta. Lan, anlatıcının tasvir ettiği kadarıyla iki büklüm bir kadın. Öyle ki lavaboyu ovarken kafası gözükmüyor. Hâlen savaş zamanında yaşadığını hissetmekte ve tepkileri bu korkuyla şekilleniyor. Ölmek üzere olan Paul de cıgarasını yakarak geçmişin dehlizlerinde yaşayan bir ölü. Üstelik Küçük Köpek’in gerçek dedesi olmadığı için derin bir keder duyuyor. Paul ve Lan ilişkisinde dikkate değer bir nokta da erkek kahramanın çoğu romanda gördüğümüz “kurtarıcı” rolüne bürünmemiş olması. Birbirlerini seviyor, evleniyor ve aynı şekilde acı çekiyorlar. Lan’ın hayatı önemli bir husus çünkü yazarın zamanı ele alış biçiminin somut bir örneği. Yazar, zamanın sarmal olduğunu sık sık vurgularken hafızanın işlevini de sorguluyor.

“Bazı insanlar tarihin hep zannettiğimiz gibi bir çizgi olarak değil de sarmal şeklinde ilerlediğini söylüyor. Zaman içinde dairesel bir güzergâh izleyerek seyahat ediyoruz, merkeze olan uzaklığımız artıyor ve sonra yeniden azalıyor, aradan bir halka eksiliyor. Lan da anlattığı hikâyelerle bir sarmalın içinde seyahat ediyordu.”

Hayatı sarmal zaman dilimlerinde yaşayan bir diğer kahraman da Küçük Köpek’in İngilizce bilmese de babası Amerikalı olan annesi. Anne gerek eşinden gördüğü şiddet gerek savaştan sonra yaşadığı travma sonrası stres bozukluğu yüzünden Küçük Köpek’e Lego kutusu atıp kafasını kanatacak derecede kendi oğluna şiddet uygulamakta. Bunun bir diğer sebebiyse zayıf ve kırılgan olan, dişil özellikleri ön plana çıkan Küçük Köpek’in ezilmemesini sağlamak için bir çare bulma çabası. Yine de Küçük Köpek Amerikalı çocuklar tarafından küçük yaşta itilip kakılsa bile öfkesini kontrol etmeyi bilen biri. Aynı zamanda annenin oğluna duyduğu sevginin de ölçüsüz olduğunu söylemeli. Anne, hayatını manikür salonunda çalışarak geçirmekte ve onu çok yoran bu iş sayesinde hayata tutunmakta. Küçük Köpek, bu işin zorluğunu göstermek için annesinin nasırlı ellerini, sırt ağrılarını yer yer betimliyor. Annenin çalışırken çokça zikrettiği kelimeyse “afedersiniz”. Bu kelime ona üstten bakan müşteriye kendi varlığını göstermek için bir imge. Aynı kelime Küçük Köpek tütün tarlalarında çalışırken İspanyolca, “Lo siento” olarak onun dudaklarından da dökülüyor. Yine aynı tarlada beyzbol maçlarına hayran, alkol ve madde bağımlısı bir genç olan Trevor ile ilk duygusal deneyimini yaşayarak toplumsal cinsiyetinin de farkına varıyor. Bu doğrultuda sağlamca inşa edilmiş çatışmalarla karşılaşıyor okur: İlki ülkesini işgal eden ve hayatını sefil eden emperyalist güçten nefret etmesine rağmen o gücün ülkesinde yaşadığı için mahcubiyet duyan farklı milletten insanların dudaklarından dökülen özür kelimesi. İkincisi, buna rağmen o emperyalist güce benzeme gayesi: Annenin ağzından çıkan “Bu koyduğum Amerikan sütü, o yüzden büyüyüp kocaman olacaksın.” veya “Gerçek bir Amerikalı’ya benziyor muyum?” cümleleriyle Küçük Köpek’in “Sen ve ben, gözlerimizi açana kadar Amerikalıydık.” cümlesi buna örnek. Küçük Köpek’in Trevor’la olan ilişkisine de bu gözlükle bakmalı: Trevor uzun boylu, gri gözlü, beyzbol tutkunu, bağımlı bir Amerikalı fakat babasından, kuvvetle muhtemel baba figüründen hareketle Amerika’dan nefret eden bir adam. Zaten kafasına her zaman gözlerini kapatacak kadar miğfer takıyor. Belki de bu yüzden Küçük Köpek’e göre bir askere değil ölü bir askere benziyor.

“Onunla tanıştığım günden beri taktığı İkinci Dünya Savaşı asker miğferini alıp tekrar kafasına yerleştirdi. Bu miğfer gözümün önünden gitmiyor -ama bu doğru olamaz. Tepeden tırnağa Amerikalı ve ölü bir asker suretinde yaşayan bu çocuk. O kadar zarif, o kadar yerinde bir sembol ki uydurmuş olmalıyım.”

Bu kimlik sorunu efsane beyzbol oyuncusu Tiger Woods’un hikâyesinin de metne dahil olduğu bölümlerde tekrar dile getiriliyor. Fransız düşün insanı Roland Barthes’tan yapılan alıntılar da metinde zamanı, hafızayı ve dili masaya yatıran çıkış noktaları. Dil ve kimlik ilişkisi de çoğu defa irdelenmekte. Tüm bunlara bakıldığında asıl korkunç olanın emperyalizmin manipülasyonu olduğunu görüyoruz. Emperyalizm gözüne kestirdiği kurbana saldıran kanlı bir pençe ancak onun fiziki saldırısından ziyade kurbanlarının kendi rızalarıyla emperyalist temsillere hayranlık duyması, tüketim toplumuna ister istemez adapte olarak tüketim nesnelerine ulaşma çabası içerisinde kurban olduğunu unutup onu sefil eden güce farkında olmadan benzemesi meselenin en hazin boyutu. Yani, emperyalizmin asıl gücü sürekli değiştiği için görünmez bir düşman halini alan söylemi ve propagandası. Bu boyut, romanın arka planında maymun beyni yenildiği sahneden bile daha korkunç şekilde yer alıyor.