Var olmayan bir ülkeden, var olmayan bir yazar: Hüzünlü Eşikler

Aysel Sağır'ın romanı 'Hüzünlü Eşikler', İzan Yayıncılık tarafından yayımlandı. Paralel karakterler ve yaşantıların iç içe geçtiği kitapta, bir ev içinde ve bir üçlü arasında şekilleniyor ilişkiler.

Google Haberlere Abone ol

Zerrin Oktay

Bazı kitaplar “bir kitap okudum hayatım değişti” noktasına kadar sürükleyebiliyor okuyucusunu. Elbette ki, bunun belli bir kriteri yok. Metnin satır aralarından süzülerek belirginleşen resimlerin yarattığı hissiyat ya da metinle yapılan yolculuk esnasında oluşan ruh durumuyla birlikte herkesin ayrı ayrı içinden geçtiği ortak yaşanmışlıklar olabilir. Ama ne olursa olsun bir metin en son yolculuğunu okuyucusuyla tamamlıyor.

Gazeteci ve yazar Aysel Sağır’ın 'Hüzünlü Eşikler'iyle yaptığım yolculuğu tam olarak tamamladığımı söyleyemem. Zira metin son satırından sonra okuyucuyu hazırlıksız yakalayarak ucu açık bir son bırakıyor. Bu hazırlıksız yakalanma, kitabın bütün içeriğinde asılı kalan bir şey aslında. Zira paralel karakterler ve yaşantıların iç içe geçtiği bir metin 'Hüzünlü Eşikler'. Tam güncel olayların, sıradan ilişkilerin içine dalıp, oradan devam edeceğinizi sanırken başlıyor bu hazırlıksız yakalanmalar. İki karakteri tek bedene sığdırmış yazar, yarattığı zaman tünelini de açmazlarla örmüş. Ama satırlar ışığa değil, karanlığa doğru deli gibi koştuğundan olsa gerek, var olma çabasının öncesindeki yokluğun izdüşümünü belirgin kılıyor.

Gözlerimizi kapatınca karşıdaki aynada görmeye alışkın olduğumuz yansımanın da kaybolacağını biliriz. Ayna önemlidir, kendimize çoğu zaman varlığımızı aynalar üzerinden kanıtlarız. Karşısına geçtiğimiz zaman onun kaygan ve parlak yüzeyinde, kimi zaman bir yıldız, kimi zamansa kusurlarla dolu bir ucube olarak, ama bir şekilde var oluruz. Buna karşın, aynada yoksak, yokuzdur.

Hüzünlü Eşikler, Aysel Sağır, 183 syf., İzan Yayıncılık, 2021.

ENTELEKTÜEL VE CAHİL SINIF

Sağır’ın 'Hüzünlü Eşikler’deki aynadan yansıyan yüzleri ise, sağa sola saçılarak yapıbozumuna uğruyor. Kentli kadının yanı sıra, Marx’ın proletarya ve burjuva sınıflarına benzer bir sınıflandırma, entelektüel ve cahil sınıf misali belirgin motifler var aslında. Kitabın olay örgüsü ise, bu kentli kadınla birlikte, emekli profesör ve onun hizmetçisi Leman Hanım etrafında dönüyor. İşte tam herkes rolünü tamamlıyor derken, ana karakter Ela (kentli kadın), bu ikisinin arasında belirsiz bir yere yerleşiyor. Ama o yer, keskin bir çizgiden çok, sürekli bir o yana, bir bu yana yalpalayan, akışkan ve dolayısıyla belirsiz bir hatta benziyor. O çizginin belirsizliği son derece rahatsız edici. Öte yandan, ivme giderek daha sık hizmetçiden yana eğim yapıyor ve böylelikle de kentli kadına, kendisinin de bir taşralı olduğunu günden güne daha çok hatırlatıyor. Bir yanda emekli profesörün bilgi ve birikim yönünden erişilmezliği, diğer yandaysa kaçmaya çalıştığı cehalet ve taşralılık arasında gidip gelen kadın portresi var karşımızda. Üstelik de son derece sorgulayıcı gözlem ve muhakemeyle zihnimizi altüst ediyor. Öyle ki okurken bir an durup “Acaba ben de öyle hissediyor muyum?”, “Ben de böyle düşünür müydüm?”, “Ben olsam ne yapardım?” gibi kendinizi sorgularken yakalıyorsunuz. Özellikle de ikinci tekil şahsın dobra ve bir o kadar da acımasız eleştirileri karşısında adeta sorguya çekildiğim hissine kapıldığımı söyleyebilirim kendi adıma.

'Hüzünlü Eşikler'de, bir ev içinde ve bir üçlü arasında şekilleniyor ilişkiler. Olaylar, uzak mesafeler ve farklı mekânlarla ilintilendikçe yaşadığımız ülkenin de sosyal, siyasal, kültürel topografyası çıkıyor ortaya. Tabii ardı sıra sökün eden sorularla birlikte:

Yıkıntı yerlerindeyim; buldozerler çimentoyla harmanlanmış demir yığınlarını aşıp çatıları, pencere pervazlarını, kolonları parçalayınca; hafriyat kamyonları da eşyalarla bina artıklarını, toz bulutu halinde sırtlayarak uzaklara boşaltıyor. Boşalttıklarının içinde insan bedenleri de var; çoğu kepçeyle parçalanmış. Binaların hurda haline getirilip ezilmesi; kolları, bacakları, kafaları gizlemek için olabilir. Ama demirlerle sarmalanmış betonların arasından çıkmayı başarıyorlar. Çimentoları ezilmiş duvarlar, çatılar, kapılar, musluklar, küvetler, tuvaletler… tonlarca yığıntı olup bir araya geldiklerinde bile altlarına aldıkları bacakları ve kolları gizleme gücünü bulamıyorlar kendilerinde; atağa geçen bir bacak, naylon bir örtüyü yırtarcasına fırlayıveriyor aralarından...

Söylesem mi diğerlerine? Hazır adamlar gülmelerini kesmiş, yeniden düşünmeye durmuşlarken… Birden yanımdakilerin hangisinin ne kadar çok şey bildiğiyle ilgili oyun geliyor aklıma. (Ceset kadın göründüğü anda unutmuş olmalıyım.) Kimse bildiklerini paylaşmak istemediğine göre, ben soracağım o halde! “Küçük memeli, beyaz tenli, siyah saçlı kadının bedenine basan kırk altı numaralı postal hanginize ait.

BİREY OLMANIN BEDELİ

Herrmann Hesse’nin 'Boncuk Oyunları' adlı romanını bilmeyen azdır. Diğer okurların tepkilerini bilemem ama ben o romanın ardından, sırf bitti diye gözyaşı dökmüştüm. Bununla birlikte, 'Hüzünlü Eşikler' bitince elimde olmadan en başa dönüp yeniden okumaya başladım. Neyse ki birinci bölümü yarılamak üzereyken ne yaptığımın farkına vardım ve kitabı elimden bıraktım. Metnin satır aralarından derlediğim resimlere bakıyordum bir yandan da. Birey olmanın bedelini çok ağır ödeyen kadın(lar) vardı bu resimlerde. Kaldırılan İstanbul Sözleşmesi’ne gidiyordu aklım bir diğer taraftan da...

'Hüzünlü Eşikler', eksiği olmayıp fazlası olan bir eser. Fazla olansa yazarın arka planda kullandığı ve aslında kurmacaya boyut katan gerçekçi sahnelere yer vermesi değil, bunun için seçtiği sahnelerdi. O sahneleri günün birinde bir yazarın değil ama bir gazeteci yazarın kalemiyle ele alıp odak noktası olarak işlemesini umuyor ve diliyorum ki bu dileğimi de şimdi yazarla paylaşmış oldum buradan. Bunların yerine belki kurmaca, belki yine gerçek ama daha sıradan sahneler de kullanabilirdi çünkü roman zaten onlarsız da yeterince doyurucu ve hatta sarsıcı.

Kitabı elimden bıraktıktan sonra yazar hakkında bilgi edinmeye çalıştım. Onun bir gazeteci ve yazar olduğunu, kitap eleştirileri yazdığını ve az önce bitirdiğimin dördüncü kitabı olduğunu zaten biliyordum ama bu kadarcık bilgi yeterli değildi. Kendisiyle ilgili bu yazıyı kaleme almak için daha fazlasına sahip olmalıydım. Ne ki sonuç hiç de tahmin ettiğim gibi olmadı: Bizi Güneşe Çıkardılar (2015-Ayrıntı), Karşılaşmalar (2016-Herdem), Kırgın Çocuklar Mevsimi (2018-İthaki) ve Hüzünlü Eşikler (2021-İzan) adında dört kitap yazmış Aysel Sağır. Ama hakkında biyografik bilgi içeren üç satır bile yazmamış! Bu nedenle, yazarın da affına sığınarak, kendisi hakkında tek bir cümle bile yazmamaya karar verdim.

Mesafeler çok şey anlatır aslında. Kitaptan yaptığım bir alıntıyla bitirmek isterim: “Varoşlarla, orta sınıf yerleşim yerleri arasında dolambaçlı mesafeler vardır. Bu mesafeyi, kestirme yapılmış hiçbir yol, hiçbir ulaşım aracı aşamaz.”