Türkiye’de basının 100 Yılı: Neşet Sabitlerden ağlayan patronlara

Lakin patron tüm kozlarını oynadı. Yüz yılın sonunda geçmiş travmalarını atlatamayan medyanın kurtuluşu var mı? Elbette var. Ancak iyileşmek için önce teşhisi doğru koymak gerekiyor.

Google Haberlere Abone ol

Ceren Sözeri

Türkiye’nin bugününü anlamak için basının 100 yılın çok ötesinden başlayan mücadelesini, devletin her dönem daha da ağırlaşan kontrol mekanizmalarını hatırlamak çok önemli. Ümit Alan “Saray’dan Saray’a Türkiye’de Gazetecilik Masalı” adlı kitabına II. Mahmut’un bir sabah “Neden bizim ülkede gazete yok?” diye uyanmış olabileceği alegorisiyle başlar. Devam eden kısımda bahsettiği üzere bu topraklarda basın sanıldığı gibi 1831’de resmî gazete olarak tanımlanabilecek Takvim-i Vakayi ile başlamaz. İlki 1795’te yayına başlayan Fransızca gazeteler vardır, hatta Türkçe ve Arapça yayın yapan Vekayi-i Mısriye (1828) ve ardından Türkçe ve Yunanca Vekayi-i Giridiye (1830) vardır. Çünkü bu topraklara özgü olmamakla birlikte ticaretin ve siyasetin yürümesi için basına ihtiyaç vardır. Konumuz gereği Osmanlı’daki mücadeleleri hızlı geçmekte fayda var. Ancak şu bilgi aklımızın bir kenarında dursun. Ortada resmi ve yarı resmi (Ceride-i Havadis) gazeteleri, bir de Vekayi-i Tıbbiye adlı bir dergi olmasına rağmen 1858’de Ceza Kanunu’na saltanat ve yöneticiler aleyhine yayın yapılmasının yasaklandığına dair hükümler eklenmiştir. Sadrazam Ali Paşa’nın “devletin zaafını millete söylemeyi bir vatanperverlik eseri bulmam” cümlesini sarf ettiği yıl 1867’dir. Adını taşıyan Âli Kararname yayınlandığında uygulanabileceği gazete sayısı 10’u geçmemektedir. Bundan sonrası günümüze kadar böyle gidecek, gazeteciler işlerini yapmaya, devlet de bu işi vatan aleyhinde faaliyet olarak görmeye devam edecek.

Büyük Savaş’ta yalnızca ordu değil basın da yenilmiş sayılabilir. Çünkü bugüne dek süren bir başka hastalık, siyasetle gazeteciliğin iç içe geçmesinin nüveleri en bariz bu dönemde ortaya çıkar. Dönemin gazetecileri ya İttihat ve Terakki’nin bir parçası olarak yenilginin sorumluluğu altında ezilmiş ya da Yakup Kadri’nin Hüküm Gecesi romanının kahramanı Ahmet Kerim gibi arada derede sıkışmış, hatta muhalifliğin bedelini ödemiştir. Cumhuriyet’in kuruluşu sırasında İstanbul’da yoğunlaşmış olan basın, olayları anlamak ve haber vermekten ziyade rejimin temel nitelikleri üzerine tartışmaktaydı. Yeni kurulan Cumhuriyet’in ise reformları halka anlatmak ve uygulamak için kendisini destekleyen gazetelere, gazetecilere ihtiyacı vardı. O dönem Ankara ve İstanbul basını olarak ayrılan, günümüze kadar gelen muhalif basın yandaş basın tartışmalarının kökenlerini buralarda arasak temel düzeyde hatalı olmaz diye düşünüyorum. Yeni kurulan Cumhuriyet’in basından beklentilerini anlamak için yine Yakup Kadri’ye, bu sefer Ankara romanına başvuralım. Kahramanımız Osmanlı’nın son elitlerinden Selma, ilk kocası Nazif’in tayiniyle Ankara’yla ve savaşla tanışır. Nazif savaşa ve onun getirdiği yoksulluğa dayanamayıp kaçar. İkinci kocası savaş kahramanı Binbaşı Hakkı Bey ise savaşın ardından yolsuz bir elite dönüşür. Selma nihayet mutluluğu genç ve idealist gazeteci Neşet Sabit’te bulur. Cumhuriyet’in 10'uncu yılı şenliklerinde gazeteci, bir yandan Anadolu gibi yaşlanmış ve bitkin düşmüş Selma’ya bir de “baharda kırlangıç kafilesini” andıran gürbüz, gururlu gençlere bakarak düşüncelere dalar… Yeni Cumhuriyet’in istediği gazeteci Neşet Sabit’le idealleştirilir; geçmişi bilen, halkını seven ve rejime umutlu bir sadakatle bağlı…

Ancak yeni cumhuriyet Neşet Sabitlere de pek alan tanımaz. Terakkiperver Fırkası’nın kısa sürede kapatılması (1924) ve Şeyh Sait Ayaklanması bahane edilerek 1925’te çıkan Takrir-i Sükun Kanunu, 1929’a kadar uzatılır, yalnızca basın değil tüm muhalif sesler susturulur. Dönemin iklimini anlamak için bir başka romana gidelim. Kemal Tahir’in Yol Ayrımı romanı Serbest Fırka’nın kuruluş zamanlarında başlar. Yeni partinin kuruluşuna muhalif Kuvayi Milliyeci Gazeteci Murat’a yakın arkadaşı Kadir şöyle çıkışır: “Gazeteci olarak seni hiç rahatsız etmiyor mu bu durum Murat? Yazmak isteyip yazamadığın hiçbir şey yok mu? Neden gidemedin Ağrı Dağı’na? Başvekil bile peki dediği halde? Çünkü Mareşal Fevzi Paşa önledi. Neye dayanarak? Baskı rejimine...” (Tahir 2006: 114).

Tek parti döneminde muhalif olarak etiketlenen gazeteciler İstiklal Mahkemeleri'nde yargılanır ve sürgüne gönderilirken, sadık olanlar da milletvekilliği ile ödüllendirilir. Nilgün Gürkan’ın aktarımıyla 1920-1957 arası 75 gazeteci milletvekili koltuklarına oturmuştur. İktidar medyayı kontrol etmek üzere yeni bir başka mekanizmayı da devreye sokar. 1938’de Basın Birliği kurulur. Artık bu birliğe kaydolunacak, kafasına esen gazetecilik yapamayacaktır. Bugün de zaman zaman bir çözüm önerisi olarak sunulan bu birlik fikri gazetecilerin kâbusu olur. Her dönemde olduğu gibi bu sansür sopası yanında havucuyla gelir. 1936 yılında yürürlüğe giren 3008 sayılı İş Kanunu’ndan gazeteciler fikir işçisi olmaları sebebiyle dışlanmış, belirsiz ve zor koşullar altında çalışmaktadır. Birlik, gazetecilerin çalışma koşullarını iyileştiren düzenlemeler yapar ancak yöneticileri gazete sahipleridir yanı sıra Basın Yayın Genel Müdürü de doğal üye sayılır. İçişleri Bakanı’nın kurula doğrudan müdahale yetkisi vardır. Gazeteciler İkinci Dünya Savaşı boyunca devam eden bu vesayetten ancak 1946 yılında Başkan Falih Rıfkı Atay devrilip Hüseyin Cahit Yalçın seçilince kurtulur. CHP, seçimden sonra Basın Birliği’ni lağveder. Böylece gazeteciler üstlerinde bir vesayet olmadan örgütlenmeye başlar. 1950’de Demokrat Parti’nin iktidara gelmesinin arkasındaki basın desteğinde böyle bir liberalleşme umudu yatar. Bu arada unutulmaması gereken, basın tarihinin en acı lekelerinden biri Tan Baskını yaşanır. O dönem CHP Milletvekili Hüseyin Cahit Yalçın’ın 3 Aralık 1945’te sahibi olduğu Tanin gazetesinde yazdığı “Kalkın Ey Ehli Vatan!” yazısı işaret fişeği olur. Daha önceden organize edildiği belli bir kalabalık Tan gazetesi ve Görüşler dergisinin matbaasını talan eder. Aralarında o dönem İTÜ öğrencisi Demirel de vardır. Komünistlikle suçlanan Sabiha ve Zekeriya Sertel saldırının sonrasında tutuklanır, dört aydan fazla cezaevinde kalırlar. Saldırganlara hiçbir şey olmaz.

Demokrat Parti’nin kuruluş aşamasında Celal Bayar, Sabiha Sertel’e kendi seslerini duyurabilecek bir dergi çıkarmayı planladıklarını başında da kendisinin olmasını istediklerini söyler. Sabiha Sertel anılarında, “Bu adamların demokrat olduklarına memlekete demokratik bir rejim getireceklerine ben de inanmıyordum ama..” diyecek zaten kısa süre sonra ondan destek isteyenler önce dergide, ardından Tan Baskını'nda kendisini desteksiz bırakacaklardır. Demokrat Parti, tek parti rejimine karşı kurulan demokrasi cephesinin de desteğiyle 1950’de iktidara geldiğinde Serteller ülkeyi terk etmek zorunda kalacaklardır. Sürgünde ölürler.

'GEÇMİŞ OLSUN!'

Demokrat Parti’nin ilk yılları AKP’nin ilk yıllarına benzer. Arkasında önemli bir toplumsal destek vardır. İki yıl içinde gazetecilerin özlük haklarını düzenleyen, bugün halen yürürlükte olan 5953 sayılı bilinen adıyla Basın İş Kanunu yürürlüğe girer. Basın alanında sendikalar kurulur, kısa sürede bunlar tek çatı altında birleşir. Ancak grev ve toplu sözleşme hakkı olmadığından bunlar Atilla Özsever’e göre Cemiyet’in uhdesinde bir yardım sandığı gibi işler. Sosyal haklara ve çalışma koşullarının iyileştirilmesine yönelik talepler, girişimler sonuçsuz kalır. Ekonomide işler kötü gitmeye başladığında ise basının üzerinde baskı artar. 1954 yılında çıkarılan “Neşir Yoluyla ve Radyo ile İşlenecek Cürümler Hakkında Kanun” savcılara doğrudan kovuşturma yetkisi vermiş, ispat hakkını da ortadan kaldırmıştır. Hüseyin Cahit Yalçın 75 yaşında cezaevine girer. Yalçın yaşı nedeniyle kısa sürede afla serbest kalsa da cezaevinde gazetecilerin sayısı artmış, gazeteler sansürlenmiş alanları, tepki amacıyla boş bırakarak yayınlanmaya başlamıştır. 1957’de yasal baskılara, ekonomik baskılar da eklenir, kağıt ve ilanlar tek elde toplanır. Demokrat Parti yanlısı bir “besleme basın” yaratılır. İstanbul Gazeteciler Sendikası dokuz ay süreyle kapatılır. 1959’a gelindiğinde tekzipler “ … gazetemizde çıkan haber yalandır” gibi komik haller alır. Aynı yıl kurulan Tahkikat Komisyonu doğrudan sansür uygulamaya başlar.

“Bir gürültüyle uyandık. Yatak odamızın duvarına vuruluyordu. Herhalde yumrukla… Tempolu biçimde ve ısrarla…” 27 Mayıs 1960’da sabaha karşı, hakkında hapis cezası verilmiş 10 yıllık gazeteci ve o dönem yedek subay Altan Öymen’i komşuları böyle uyandırır ve ilk sözleri “Geçmiş olsun!”dur.

Darbe gecesine ilişkin çarpıcı bir başka anekdot da şu: Hürriyet gazetesi darbe öncesi Demokrat Parti’ye destek vermekte, manşetlerinde hükümet icraatlarını övmektedir. 27 Mayıs gününün manşeti de Adnan Menderes’in ağzından “Türkiye’nin önü açık” sözüdür. Ancak Yazı İşleri Müdürü Selçuk Çandarlı eve dönerken askerleri fark ederek hemen gazeteye döner, manşet yıkılır, yerine “Türk Ordusu vazife başında” yazılır. Çandarlı yine de gözaltına alınır, Hürriyet bu krizi de, hep yaptığı gibi, genel yayın yönetmenini değiştirerek çözer. Çandarlı’nın yerine Necati Zincirkıran getirilir. Yassıada yargılamaları sırasında en haşin fotoğraf altları Hürriyet’te çıkar, diğer gazetelerin tepki gösterip protesto etmesine rağmen Hürriyet yargılananların fotoğraflarını parayla satın alıp yayınlar.

Darbeyle birlikte basın da rahat bir nefes alır ve orduya desteğini sunar. Milli Birlik Komitesi ise bu desteğe Basın İş Kanunu’nda gazeteciler lehine düzenleme yaparak (bugün hala bilinen adıyla 212 sayılı düzenleme) karşılık verir.  Patronlar bu haklara tepki gösterir, üç gün gazete çıkarmazlar. Yasanın yürürlüğe girdiği tarih 10 Ocak bundan sonra “Çalışan Gazeteciler Bayramı” diye kutlanacak ancak kısa süre sonra ortada bayramlık bir durum kalmayacaktır. 

1961 Anayasa’nın sağladığı özgürlükler çerçevesinde yeni sendikalar kanunu çıkar, grev ve toplu sözleşme bir hak olarak tanınır. İlk toplu sözleşme 1964’te Cumhuriyet ve Milliyet gazetelerinde, ilk grev ise 1969’da Anadolu Ajansı’nda yapılır. Türkiye Gazeteciler Sendikası’nda örgütlenmeyen gazetelerde bile (ki Günaydın’ın patronu gazeteye sendika sokmamasıyla övünür) çalışma koşulları bu ortamdan etkilenerek iyileşir.

1960’lar aynı zamanda basın açısından endüstrileşme sürecidir. Baskı teknikleri iyileşir, bir yanda haber ve fikir dergileri; diğer yanda Hayat, Ses gibi popüler kültür dergileri çok sayıda okuyucuya ulaşır. Başka alanlarda faaliyet gösteren yatırımcılar basın alanına girmeye başlar. Bunlardan biri de Akşam gazetesini satın alan Malik Yolaç’tır. Doğan Özgüden yönetiminde “solcu” olarak bilinen Akşam gazetesinin yazarlarından Çetin Altan, bir akşam Özgüdenlerin evinde yemekte sinirlenip silahını Yolaç’a doğru ateşler, neyse ki isabet ettiremez. Yıllar sonra Özgüden, hakkında hazırlanan bir belgeselde Nazım Alpman’ın “Peki işten atmadınız mı?” sorusu üzerine, “Niye ben onu nişancı olarak işe almamıştım ki” gibi bir cevap verir. Yolaç ve Altan eski arkadaştırlar ancak bu olay, dışarıdan da gelse basın patronlarının gazetelerin yayın politikasına karışmak, gazetecileri işten atmak konusunda bugünkü kadar rahat olmadıklarını gösteren önemli bir anekdottur.

12 Mart 1971 darbesi basın özgürlüğüne yeni bir darbe vurur. 11 ilde sıkıyönetim ilan eden yeni hükümet Cumhuriyet ve Akşam gazetelerini 10 gün, Ant dergisini, Bugün ve Yeni Sabah gazetelerini süresiz olarak kapatmıştır. Ordudan destek alan Nihat Erim hükümeti kısa sürede 1961 anayasasının basın özgürlüğüne ilişkin maddelerini değiştirir, gazete toplatma yetkisi savcılara verilir. Çok sayıda gazeteci tutuklanır, işkencelerden geçirilir. Doğan Özgüden, İnci Tuğsavul gibi gazeteciler ülkeyi terk etmek zorunda kalır, hatta vatandaşlıktan çıkarılırlar.

60’ların sonlarında, bir yanda “komünizm tehdidi” basını ve muhalefeti susturmak için bir kez daha araçsallaştırılırken diğer yanda güçlenen sağ ve muhafazakâr siyaset ve medyası palazlanmıştır. Kanlı Pazar’ın bir gün öncesinde 15 Şubat 1969 Bugün gazetesinin manşeti “Kızılları boğmanın vakti geldi”dir. 1 Mayıs 1977'den üç gün önce Millet gazetesi “DİSK’in 1 Mayıs Gösterilerinin Hedefi İhtilal Provasıdır” manşetiyle çıkar. Ertesi yıl Maraş ve sonrasında Çorum Katliamı yine sağ basın tarafından “iç savaş” olarak görülür, böylece 12 Eylül darbesinin taşları medya tarafından da döşenir.

BÜYÜK KIRILMA

Uzun bir dönem ana akım medya olarak adlandırılan popüler gazetelerin köşe yazarlarının ‘ülke kan gölüne dönmüştü, halk askerleri alkışladı’ diye anlattığı 12 Eylül’ün, darbe günü başlamadığı, neoliberal kapitalist sisteme eklemlenmenin ‘gereği’ olarak tasarlandığı bugün artık biliniyor. Darbe aslında Ocak ayında başlamıştı. 24 Ocak’ta basına verilen sübvansiyonların kaldırılmasıyla gazeteler ayakta duramaz hale gelmişken üstüne askeri yönetim de cezaevlerini muhalefet eden siyasetçiler, sendikacılar ve gazetecilerle doldurmuştu. Ancak bundan ibaret de değil. 1979’da Abdi İpekçi öldürüldükten sonra Milliyet gazetesinin sahibi Karacan ailesi gazeteyi o dönem Tofaş bayi olarak bilinen Aydın Doğan’a sattı. 1990’da Çetin Emeç suikastının ardından da Hürriyet’in sahibi Erol Simavi yurt dışına çıkar, 1994’de Hürriyet de Aydın Doğan’a geçer. Gazetecilikten gelme aileler birer birer sahneden çekilirken (bunun tek istisnası İstanbul’da Sabah gazetesini kuran Yeni Asır’ın sahibi Dinç Bilgin) askeri yönetimin iktidarı devrettiği Turgut Özal yeni prensleriyle medya sahipliğini yeniden dizayn eder. Uzun uzun anlatmaktansa 80’leri Nail Keçili’nin anılarına bırakmakta fayda var. Tarih 8 Mart 1989. Medya patronları Turgut Özal’ın Harbiye Orduevi’nde verdiği yemekte buluşuyor. Keçili burada herkesle dost, Özal’ın sevdiği, küskünleri barıştıran bir reklam ajansı sahibi konumunda. Patronlar, sektöre büyük paralarla girip, gazetecileri transfer eden Özal’ın gözdesi yeni medya patronu Asil Nadir’in geleceğinden haberdar değiller. Erol Simavi saat 23.00’te Nadir’i karşısında görünce çok sinirleniyor:

Erol Simavi: Hesap ettirdim elli milyardan fazla zarar edeceksin. Ne hakkın var? Kimin parasını harcıyorsun?

Nadir asistanı Çavlan Süerdem’e dönüp 50 milyarın sterlin karşılığını soruyor. Ve diyor ki “Benim için bu para peanut (fındık fıstık parası).”

Bundan sonrası biraz küfre giriyor. İsteyen İrem Barutçu’nun Nail kitabından okur (s.294). Ama esas ilginç kısım Simavi’nin Özal’a söyledikleri: “Turgut Bey sen de aracılık yap. Sana da yüzde on verelim. Seçim geliyor paraya ihtiyacın vardır.”

Turgut Bey o seçimi kaybeder (ama öncesinde kağıt fiyatlarına zam kozunu kullanacaktır) ancak bir yıl sonra oğlu Ahmet Özal ve Rumeli Holding’in prensi Cem Uzan korsan özel televizyon yayıncılığına başlarlar.  80’lerde toplumun güvenini kaybetmiş gazeteler ve onların patronları (mesela Mehmet Emin Karamehmet Ilıcakları kurtarmak için Tercüman’ı satın alıyor) zararlarını karşılamak için Özal ve Uzan’ın izlediği yolu izleyip, topluma ait frekansları kanunsuzca işgal ederler. Senede bir kez, yılbaşı gecesi saat 12.00’de dansöz çıkaran TRT’ye inat, kanallarını eğlenceye boğarlar. Hatta 1993’te “Ekranlara huzur geliyor, TGRT’yi seyrederken yüzün kızarmayacak, utanmayacaksın” sloganıyla yayına başlayan Işık Cemaati’nin kanalı TGRT bile bu eğlence furyasına direnemeyecektir. 

Bu yeni patronlar gazeteleri hepten gözden çıkaracak, sonradan tümü eskicilere verilecek ansiklopedi furyasıyla başlayan dönem daha sonra Arcopal tabaklara, televizyonlara hatta arabaya kadar gidecektir. Manşetlerde ise rekabet utanç seviyesine inecektir.

‘APOLETLİ MEDYA’

Birbirinin bütün kirli çamaşırlarını ortaya dökmekten çekinmeyen, bir taraftan gazetelerini, televizyonlarını girdikleri ihalelerde bir araç olarak kullanan medya patronlarının; 90’larda Ragıp Duran’ın “apoletli” sıfatını yakıştırdığı gazetecilerin boyun eğdiği tek bir otorite var: Ordu. 1992 21 Mart’ında Cizre’de Newroz’u haberleştiren gazetecilerin üzerine, ellerinde beyaz bayrak olmasına rağmen, ateş açılır, gazeteci İzzet Kezer ölür, 93’te Sivas’ta canlı yayında 35 aydın yakılır, 94’te Özgür Gündem (o zaman Özgür Ülke) gazetesi bombalanır, 92-94 arasında 27 çalışanı öldürülür, katilleri bulunamaz. Köyler boşaltılıp, köylüler işkenceden geçirilirken ana akım bunu görmeyecek, oysa Celal Başlangıç 89’da Yeşilyurt köylülerine dışkı yedirildiğinin haberini yapacaktır.

İktidarda “Devlet için kurşun atan da, yiyen de şereflidir” diyen Tansu Çiller vardır. Susurluk Skandalı patlayınca, en güvenilir adamı Mehmet Ağar çekilecek, yerine Meral Akşener gelecektir. Aynı yıl, bu dönemin hala popüler gazetecileri, Kardak kayalıklarına Türk bayrağı dikerler. 97’de 28 Şubat patlayacak, medya ülkenin doğusundaki savaşa değil, Müslüm Gündüz’ün istismar ettiği Fadime Şahin’in mahrem anlatılarına odaklanacaktır. 

1998’de Çevik Bir ve Erol Özkasnak’ın emriyle uydurulmuş Şemdin Sakık ifadelerini Hürriyet ve Sabah gazeteleri sorgusuz sualsiz manşetlerine taşır. Basın tarihine “andıç” olarak geçen bu utanç haberlerini yayınlayanlar pişman olsa da suçlananlar (gazeteci Cengiz Çandar ve Mehmet Ali Birand’ın örgütten para aldığı, aralarında Evrensel’in de bulunduğu altı gazete ve dergiyi bizzat örgütün finanse ettiği ‘itiraflar’ arasındaydı) arasında Akın Birdal suikasta uğrar, ölümden kıl payı kurtulur.

Aynı yılın sonu, burada ihmal ettiğimiz spor medyası, Abdullah Öcalan’ın İtalya’da olması sebebiyle, Galatasaray-Juventus maçını bir milli mücadeleye çevirecek, Galatasaraylı olduğu bilinen Öcalan’a Juventus forması giydirecek, Galatasaraylı futbolculara “şehit kanlarının yerde bırakmaması gereken askerler” muamelesi yapacaktı. Abdullah Öcalan’ın 1999’da yakalanıp Türkiye’ye getirilmesiyle coşan medya, 2000’lerde ölüm oruçlarına karşı düzenlenen, 32 kişinin öldüğü onlarca insanın yaralandığı “Hayata Dönüş Operasyonları”nı "Sahte oruç, kanlı iftar" manşetiyle verecekti.

Ve boom, 2001 krizi sadece finansal bir kriz değildi, bankalarla birlikte, Özal’ın açtığı yolda bankaları hortumlayan medya patronlarını da vurur. Batan 25 bankanın 10’un sahibinin medyası vardır. Bunların en önemlisi, ülkenin ikinci büyük medya grubu Sabah-ATV’nin sahibi Dinç Bilgin’dir.

'ÜZDÜK MÜ SENİ PATRON?'

3 Kasım 2002 seçimlerinde yüzde 34,28 oyla iktidara gelen AKP ilk yıllarında oldukça çekingendi. Krizden sağ çıkan en büyük patron Aydın Doğan da başta desteğini esirgemedi, ne de olsa en büyük rakip batmış, ülke istikrara kavuşmuştu. 4 Kasım 2002’de Hürriyet manşetten Erdoğan’ın topluma altı güvence verdiğini duyuruyor, kaptanı Ertuğrul Özkök de Erdoğan’ın Erbakan gibi olmayacağını, AKP’nin İslamcı bir parti olarak tarif edilemeyeceğini söylüyordu. Seçimden hemen sonra AKP, Doğan’ın bir başka hasmını, 2002’de Genç Parti Başkanı olarak seçime girip yüzde 7,25 gibi önemli bir oy almış Cem Uzan’a ait Star Medya Grubu’nu ortadan kaldırdı. Star Grubu’nun TMSF tarafından el konulan medya şirketlerinden en önemlisi Star Televizyonu Doğan Grubu’na satıldı.

AKP ilk yıllarında demokratikleşme sinyalleri verdi. Bunlardan en önemlisi kuşkusuz 3 Ağustos 2002’de Avrupa Birliği Uyum Paketi’nin gereklerinin yerine getirilmesi için atılan adımlardı. Bu kapsamda Türkçe dışında başka dillerde radyo ve televizyon yayıncılığı yapmanın ve özel kurumlarda başka dillerin öğretilmesinin önü açıldı, Kürtçenin önündeki engeller kalktı. 2008’de TRT Kanunu olarak bilinen 2954 sayılı Kanun’da değişiklik yapıldı ve TRT 6 adıyla Kürtçe yayıncılığa başlandı. Yine bu ilk yıllarda cezaevindeki gazetecilerin sayısı azaldı. Medya ve AKP arasındaki cicim yılları çok uzun sürmedi. 2004’te AKP oy oranını yüzde 41,67’ye yükseltti ve ilk yıllarındaki tedirginliğini yavaş yavaş üzerinden attı. 90’lı yıllarda iktidar partileriyle samimi ilişkiler kuran medya patron ve yöneticileri (Zafer Mutlu bunu 2012 yılında Darbeleri Araştırma Komisyonu’nda “Bir ‘power game’ oyununun içine girdik, yapmamalıydık” diye özetlemişti) artık oyundan dışlandı.

2007 yılı AKP’nin medya politikalarında ilk dönüm noktası. İklim şöyle özetlenebilir, Hrant Dink ırkçı bir saikle öldürülmüş, AKP’ye kapatma davası açılmış, batıda Cumhuriyet mitingleri yapılıyor, 27 Nisan’da ordu internet üzerinden bir muhtıra yayınlıyor… Bu sıkışıklığın bir faturası da medyaya kesilir. Erdoğan’ın “Biz bugünlere medya operasyonlarıyla değil manşetlerle çarpışa çarpışa geldik..." demesinde en büyük etken bu dönemdir. 2007 seçimlerinden zaferle çıktıktan sonra Doğan Grubu artık ‘düşman’dır, ana akım medyanın değiştirilmesine ihtiyaç vardır. İlk elden TMSF elindeki Sabah-ATV Grubu tek katılanın Çalık Grubu olduğu bir ihaleyle, 750 milyon dolarlık kısmı Halkbank ve Vakıfbank’tan sağlanan kredilerle, 1,1 milyar dolara satılır. 1994 yılında Yeni Şafak gazetesini alarak medyaya giren Albayrak Şirketler Topluluğu, belediye başkanlığı döneminde Erdoğan’a verdiği desteğin karşılığını sayaç ihaleleri ve ardından piyasa değerinin çok altında (1,1 milyon dolara) Balıkesir SEKA’yla almıştı. Grup 2007 yılında TVNET ile televizyon yayıncılığına başladı. Ödüller büyüdü, özelleştirmeler döneminde Konya Ereğli Tekstil, Trabzon Limanı, Tümosan ihalelerini de kazandı. Mustafa Albayrak 2008 yılında yapılan söyleşide “Çok mu ihaleci firmayız. Evet ihaleci firmayız. Seviyoruz bu işi” demişti. Benzer şekilde Gülen Cemaati medyası güçlenirken (Koza-İpek Grubu 2005 yılında Mehmet Ali Ilıcak’tan Bugün gazetesini, 2008 Yılında Tuncay Özkan’dan Kanaltürk’ü satın aldı), Kasım 2006 – Nisan 2007 arasında kısa sürede gündem belirleyen Nokta dergisinin yanı sıra, Taraf gazetesi de 2007 yılında yayın hayatına başladı. Gerekli medya desteği sağlandıktan sonra Erdoğan’ın kendisini “savcısı” ilan ettiği Ergenekon ve Balyoz operasyonları başladı. Çok sayıda gazeteci, siyasetçi, ordu mensubu “üretilmiş” delillerle yargılandı cezaevine girdi. Bu arada Doğan medyası da boş durmadı. 2008 yılında ilk olarak başörtüsüne özgürlük sağlayan oylamayı “411 El Kaosa Kalktı” manşetiyle verdi. Diğer yandan Almanya’daki Deniz Feneri yolsuzluk davasını manşetlerine taşıyordu. Onun cezası 2009 yılında 4,8 milyar liralık vergi cezası ile kesildi. Erdoğan, 2007’den sonra giriştiği medya operasyonunun meyvesini 2010 yılında Anayasa Değişikliği Referandumunda yüzde 57,88’lik oyla aldı.

Doğan Grubu, bu zaferin ardından yayın politikasını değiştirir, karşılığında vergi cezası 900 milyona düşürülür ama bununla da kurtulamaz, önce 2011’de Milliyet ve Vatan gazetelerini Karacan -Demirören ortaklığına (Karacan kısa süre sonra ayrılır), 6112 sayılı radyo televizyon yasası çıktıktan sonra da Star TV’yi Doğuş Grubu’na satarak küçülmek zorunda kalır. Demirören’in önce Milliyet’e ‘kimi genel yayın yönetmeni yapalım?’ diye Erdoğan’a sorması, ardından Namık Durukan’ın “İmralı zabıtları” haberi sonrası “Üzdük mü seni patron?” diye ağlaması bu dönemin özetidir. Bu dönemin en detaylı analizini Vahdet Mesut Ayan’ın “AKP Devrinde Medya Alemi” kitabında bulabilirsiniz.

Medya 2011 Aralık’ta Roboski Katliamı’nı (birkaç cesur gazeteci hariç) resmî açıklama olmadan haberleştiremez. Aynı dönemde Kürt gazeteciler de KCK Basın davasıyla yargılanıp cezaevine girer.

Kartlar yeniden dağıtılsa da reklam verenlerin tavrı değişmediğinden iktidara yakın medya sıkıntıdadır. Erdoğan buna da el atar: 2013’te Gezi Protestolarını bahane ederek “Aracı reklam kurumları gazetelere ve televizyonlara reklam vermiyormuş. Böyle bir şey olabilir mi? Bu bir defa medya grupları için ve ülke ekonomisi için bir sıkıntı. Ben çok açık net söylüyorum. Arkadaşlara dedim bu kuruluşları bir tespit edin. Hangi kuruluşlar şirketlerin reklam vermelerine ambargo uyguluyorlar. Gereğini yaparız. Başıboş bırakmayız” diye konuşur. Para işi böyle çözülür.

Ancak krizler bitmek bilmez. Gezi eylemleri medya için başka bir kırılma noktası olur. Eylemlerin ilk günleri haber kanalları yine sokaklardaki polis şiddetini haberleştiremez,  “penguen medyası” sıfatı üzerine yapışır. Eylemlerin bir hedefi de medyadır. Erdoğan’ı ağırlayan Habertürk’ün önünde “parası neyse biz de verelim” sloganları atılır. NTV kapısına gelen eylemcileri ‘mecburen’ haber yapar. Ancak esas dönüşüm Cemaat’le arası bozulduktan sonra yayılan tape’lerle ortaya çıkar, Erdoğan’ın haber kanallarına “Alo Fatih”le klişeleşen komiserler atadığı öğrenilir.

Artık yeni bir medyaya ihtiyaç vardır. İnternet imdada yetişecek, dijitalde doğan haber siteleri, Gezi döneminde kovulan ya da istifa eden gazeteciler için ve haber almak isteyen halk için bir nefes alanı açacaktır. CHP için kurulan Halk TV, Gezi’yi veren tek haber kanalı olarak parlar. Sıkışan Erdoğan, Cemaat’le bozulan ilişkisinin ardından yine bildiği yöntemle, medyayı yeniden dizayn etmeye girişir.

Daha önce hükümet yanlısı olan Gülen medyası AKP karşıtı muhalefete katılırken, büyük medya gruplarından biri olan Çukurova Grubu'na borçları nedeniyle Mayıs 2013'te Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF) tarafından el konulur ve medya şirketleri hükümet yanlısı yatırımcılara satılır. İkinci büyük grup olan Sabah-ATV ise 2014 yılında inşaat, enerji ve altyapı sektörlerinde de faaliyet gösteren ve İstanbul'un üçüncü havalimanı ihalesini kazanan Zirve Holding tarafından satın alınır. Ortaya dökülen ses kayıtlarında Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın bazı hükümet yanlısı yatırımcılara grubu satın almak için bir "havuz" oluşturulması talimatı verdiği ortaya çıkar. Limak Holding’in başında olan Nihat Özdemir 100 milyon dolar verdiğini kabul eder. Böylece basın tarihi kayıtlarına “havuz medyası” kavramı eklenir. Bu arada Çukurova’ya el konulmasının ardından haraç mezat satılan medyadan Ciner Grubu’nun payına Show TV düşecek, kamu yerine özel çıkarlara öncelik verilmesi nedeniyle Acun Ilıcalı televizyon sahibi olacaktır. Süper Lig yayın hakkını elinde bulunduran Digitürk birkaç sene sonra Katarlı BeIn Grubu'na satılacaktır.

7 Haziran 2015 seçimlerinde Meclis çoğunluğunu kaybetmesi AKP için büyük şok yaratır. Fatura bu sefer medyadan önce siyasete, hatta esasen Kürtlere kesilir. ‘Hendek Operasyonları’nda gazeteciler hedef haline gelir, 2013’te başlayan Barış Sürecinde Kandil’de düzenlenen basın toplantısına katılan medya (ki AA bile oradadır) birdenbire 90’ların dilini hatırlar. Özel Harekât yelekleri giymiş, iliştirilmiş gazeteciler operasyon alanlarında bina patlatacaktır. Aslında ana akım yola gelmiştir, lakin hemen ardından Erdoğan’ın sonradan bir “lütuf” olarak tanımlayacağı 15 Temmuz darbe girişimi gelir. 20 Temmuz’da ilan edilen ve dört kez uzatılan olağanüstü hal rejiminde yalnızca darbenin faili olarak yargılanan Cemaat medyası değil, aralarında IMC TV, Hayat TV’nin de olduğu 179 medya kuruluşu kapatılır, binlerce gazeteci işsiz kalır, 600’den fazla basın kartı iptal edilir. Buna rağmen OHAL altında, “mühürsüz oyların” bile geçerli sayıldığı 2017 Başkanlık Sistemi Referandumu yüzde 51,41 oyla geçilebilir. 2018 Başkanlık seçiminden dört ay önce Doğan Grubu medya şirketleri siyasi baskıyla Demirören Grubu’na sattırılır. Erdoğan, Devlet Bahçeli’nin desteğiyle yüzde 52,59 oyla başkan seçilir.

Yaygın medyanın yüzde 90’ından fazlasını kontrol etmesine rağmen Erdoğan'ın 2023 genel seçimlerinde aldığı oy yüzde 52,18. 2018’de bu kontrolü sağlaması için kurulan İletişim Başkanlığı beğenmediği hiçbir gazeteciye basın kartı vermiyor. Basın İlan Kurumu iktidarı eleştiren gazetelerin ilanlarını, hatta ilan haklarını gasp ediyor. Muhalif partilere destek veren 3-4 televizyon kanalına, başkanlığını “Cumhurbaşkanımızın talimatlarını emir telkin ederiz” diyen Ebubekir Şahin’in olduğu RTÜK tarafından sistematik cezalar uygulanıyor. Cezaevindeki gazetecilerin sayısı her gün artıyor. Anadolu Ajansı ve TRT tamamıyla iktidarın propaganda aracına dönüştü. Toplumun önemli bir kısmı izlediği, okuduğu medyanın sahibinin kim olduğunu bilmiyor, çünkü tek bir “patron” var. Lakin patron tüm kozlarını oynadı. Yazılı basını itibarsızlaştırdı, yayıncılığı kutuplaştırıp çölleştirdi, internet medyasını ekonomik açıdan darboğaza soktu. Yüz yılın sonunda geçmiş travmalarını atlatamayan medyanın kurtuluşu var mı? Elbette var. Ancak iyileşmek için önce teşhisi doğru koymak gerekiyor. Yıldırım Demirören’in yukarıda bahsedilen telefon görüşmesinde ağlayarak sarfettiği sözler, eski ama hatırlandıkça ağza takılan kötü bir şarkı gibi: “Nasıl girdim bu işe ya, kim için?”

Ümit Alan’la başladık onunla bitirelim, Türkiye’de basın tarihi “gazetecilikten çok gazetecilik yapmak için mücadele etmenin tarihi…”

 


Yararlanılan Kaynaklar (bunlarla sınırlı değil elbette, yalnızca bizzat alıntı yaptıklarım, anamadıklarımdan özür dilerim)

Atilla Özsever, Tekelci Medyada Örgütsüz Gazeteci, İmge Kitabevi, 2004

Altan Öymen, ...Ve İhtilal, Doğan Kitap, 2013

Doğan Özgüden, Vatansız Gazeteci Cilt I, Belge Yayınları, 2010

Hıfzı Topuz, II. Mahmut’tan Holdinglere Türk Basın Tarihi, Remzi Kitabevi, 2003

İrem Barutçu, Babıâli Tanrıları Simavi Ailesi, İstanbul, Agora Kitaplığı, 2004

İrem Barutçu, Nail-Keçili Ailesi’nin Üç Kuşak Trajik Öyküsü, Destek Yayınları, 2012

Nilgün Gürkan, Türkiye’de Demokrasiye Geçişte Basın (1945-1950),  İletisim Yayınları, 1998

Ümit Alan, Saray’dan Saray’a Türkiye’de Gazetecilik Masalı, Can Yayınları, 2015

Vahdet Mesut Ayan, AKP Devrinde Medya Alemi, Yordam Kitap, 2019