Türkiye-Avrupa ilişkilerinin 100 yılına genel bir bakış

Türkiye-AB ilişkileri, sahici ve kapsamlı bir bütünleşme çabasından çok, mevcut haliyle devletin gücünü artırmak amacıyla bir siyasi pazarlıklar dizisi, bir jeopolitika meselesi olarak görünmektedir.

Google Haberlere Abone ol

Ersin Embel*

Günümüzde Avrupa Birliği ile simgelenen ve belli siyasi, ekonomik ve toplumsal değerler ve pratikler çerçevesinde tasavvur edilen Avrupa, Türkiye’nin siyasal gündemindeki en önemli meselelerden biri olageldi. 100 yıllık süreçte hem Türkiye’de hem Avrupa’da önemli değişimler yaşandı fakat Türkiye’nin Avrupalı kimliğine, Avrupa’daki yerine ve Avrupalılaşmaya ilişkin tartışmalar bitmedi. Kimisi için medeniyeti kimisi içinse “tek dişi kalmış canavarı” temsil eden Avrupa fikri, ülke siyasetini yönlendiren birçok tartışmanın (emperyalizm-bağımsızlık, muasırlaşma-taklitçilik, laiklik-gericilik vb.) merkezinde yer aldı.

Bu yazıda, Türkiye’nin Avrupa ile ilişkilerinin 100 yıl içindeki inişli çıkışlı seyrini, özellikle dış politika çerçevesinde ele alacağım. Bunu yaparken de daha çok soğuk savaş ve sonrasındaki dönem üzerinde durarak Türkiye’nin Avrupa’daki bütünleşme süreciyle ilgili izlediği politikayı değerlendireceğim. Temel iddiam, Türkiye Cumhuriyeti bakımından Avrupalılık kavramına, Avrupa merkezli örgütlere ve AB üyeliğine, hep sağlayacağı -genellikle neredeyse sadece ekonomik- faydalar çerçevesinde bir anlam yüklendiği; Avrupa Birliği üyeliğinin toplumdan soyutlanmış, salt bir devlet/hükümet projesi olarak belirli sektörlerdeki düzenlemelerden ibaret teknik bir mesele gibi değerlendirildiğidir. Bu haliyle Türkiye-AB ilişkileri, iddia edildiği gibi medeniyet projesi olarak kabul edilen bir yapıyla, sivil toplumun da dahil olduğu sahici ve kapsamlı bir bütünleşme çabasından ziyade “devlet büyükleri”nin iradesinde ve mevcut haliyle devletin gücünü artırmak amacıyla yürütülen bir siyasi pazarlıklar dizisi, bir jeopolitika meselesi olarak görünmektedir. Öte yandan, müteveffa Alan Milward’ın, Avrupa bütünleşmesinin aslında bu süreci başlatan ulus-devletlerin kendilerini kurtarma projesi olduğu görüşü temelinde, Avrupa devletlerinin de sadece “halisane” niyetlerle, kendilerini ulusüstü bir yapıda eritmek üzere bir araya gelmiş oldukları söylenemez.

Başından beri Avrupa bütünleşmesi sürecinde çıkar çatışmaları ve ihtilaflar yaşanmış, pazarlıklar eksik olmamıştır. Fakat AB üyeleri, en azından son döneme kadar, böyle bir birlik kurmanın kendileri için daha iyi olacağını, bunun için de bazı ortak değer ve uygulamalara bağlı kalmaları gerektiğini kabul etmiş görünmektedir. Türkiye’de ise, “muasır medeniyet seviyesine erişme” söylemine karşın “Avrupa”yla simgelenen bu değerlere ve kurallara yönelik kuşku eksik olmamış, Avrupa meselesi hükümetlerin iktidarlarını desteklediği ölçüde gündemde yer bulabilmiştir. Bu eksik ya da negatif motivasyonla Türkiye, Avrupalı sayılmak üzere Avrupa kurumlarında kendine yer ararken gereken adımları atmak yerine çoğu kez plansız, tutarsız ve tepkisel adımlarla yol almaya çalışmıştır.

OSMANLI'NIN MİRASI: TEHDİDİN SİMGESİ AVRUPA

Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı İmparatorluğu’ndan devraldığı tarihi miras, Avrupa devletleri ile ilişkilerin doğasını da etkiledi. Osmanlı’nın, hayatta kalabilmek için benimsediği reformlar ve 1856 Paris Antlaşması ile Avrupa devletler hukukundan yararlanmasının kabulü bile sonuçta Sevr Antlaşması’na engel olamadı. Bu çerçevede, Osmanlı’nın çöküş trajedisini deneyimleyen kuşağın üyeleri bakımından Avrupa hem bir üstünlüğün hem de bir tehdidin simgesi oldu. Mustafa Kemal ve arkadaşları, hâlâ kıtanın medeniyetle eşanlamlı olarak görüldüğü iki savaş arası dönemde, Avrupa’ya karşı ama ironik olarak Avrupa’da şekillenen seküler, aydınlanmacı ve ilerlemeci bir anlayışa dayanan bağımsız bir ulus-devlet kurma işine giriştiler. Dolayısıyla bir yandan özerk bir yandan da Avrupa devletler ailesinin saygın bir üyesi sayılma çabası Türkiye’nin temel politikasını belirledi. Esas olarak İngiltere’nin ve Avrupa devletlerinin ağırlıkta olduğu Milletler Cemiyeti’ne 1932’de, üstelik davet üzerine katılmak bu politikanın çıktılarından biri olarak anılabilir.

YENİDEN KURULAN AVRUPA VE SOVYETLER

Türkiye’nin Almanya, İngiltere ve Sovyetler Birliği arasında izlemeye çalıştığı denge siyaseti İkinci Dünya Savaşı’yla birlikte büsbütün karmaşıklaştı. Türkiye savaş dışı kalmayı başardı ama 1945’te Avrupa’dan kopuk, üstelik Sovyetler Birliği gibi dev bir komşu karşısında yalnız kalma tehlikesiyle karşı karşıya kalıyordu ki, rastlantı bu ya, Soğuk Savaş imdada yetişti. “Avrupa,” 1945 sonrasında belirginleşen Soğuk Savaş sürecinde “Demir Perde”nin batısındaki ülkelerin temsil ettiği bir kavram haline geldi. Avrupa Ekonomik İşbirliği Örgütü (1948), Avrupa Konseyi (1949) gibi adlarla kurulan örgütler, Soğuk Savaş’ın en ciddi muharebelerinin yaşandığı ideoloji cephesinde “Avrupa” kavramının “özgür dünya” tarafından sahiplenildiğini ve liberal değerlerle şekillendirilmek istendiğini gösteriyordu. Türkiye’nin ise bu tehlikeli yalnızlıktan kurtulabilmesi için “Batılı” muhataplarının karşısına komünizm tehdidinden mustarip bir demokrasi olarak çıkması ve Sovyetler Birliği karşısında ABD liderliğinde kurulan Batı blokuna mutlaka katılması gerekiyordu. Bu amaçla öncelikle içeride çok partili yaşama geçişle simgelenen demokratikleşme başlatıldı -ki o dönemden beri hâlâ Avrupa (ve Batı) ile ilişkiler, ülkedeki demokratik gelişimin temel bir motoru sayılmaktadır.

Dış politikada ise Avrupa’da 1945 sonrasında başlayan örgütlenme girişimlerinde Türkiye’nin de yerini bulması için uğraşıldı. Bu sayede, yeniden kurulan Avrupa’nın bir parçası olmak ve ihtiyaç duyulan ekonomik, askeri ve siyasi desteği temin etmek mümkün olacaktı. Türkiye bu amaçlar çerçevesinde Avrupa’daki gelişmeleri hep yakından izledi, kendine uygun gördüğü örgütlere, elinden geldiğince uygun gördüğü ölçüde yükümlülük alarak katılmaya çalıştı, aktif ve istekli bir imaj çizmeye gayret etti. Örneğin, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Batıdaki liberal çevrelerde popülerleşen federasyon fikrine, Türkiye’de devlet erkanından da hemen destek geldi. Temmuz 1948’de kurulan ve tüzüğünde, “Avrupa devletleri arasında ve daha geniş olarak bütün dünyada, milletler arasında bir federasyon meydana getirmek ve tek bir dünya devleti yolunda çalışmak” amacı yazılı olan “Birleşik Avrupa ve Dünya Devleti Türk Parlamento Grubu”nda, Şükrü Saracoğlu, Necmettin Sadak, Nihat Erim, Adnan Menderes ve Fuat Köprülü gibi, federalist oldukları daha önce (ve aslında daha sonra da) hiç bilinmeyen isimler bulunuyordu.

1940’ların ikinci yarısında gündeme gelen Marshall Planı ve Avrupa Konseyi’ne (AK) katılım, Soğuk Savaş’ın Türkiye için yarattığı imkanlar kadar Türkiye’nin Avrupa kurumlarına yaklaşımını göstermesi bakımından da fikir veren iki önemli örnektir. Fiilen, kurulmakta olan “Batı” Avrupa için sunulmuş olan Marshall Planı’na Türkiye katılımcı devletlerin itirazlarına karşın ABD desteğiyle dahil olabildi ve bu büyük bir memnuniyet yarattı. Fakat plandan gerektiği kadar istifade edilemediği eleştirileri iç siyasette dile getirilirken, planlamayla ilgili olarak yapılan konferansta Türkiye’nin ciddiyetle bağdaşmayan performansı (talimatların zamanında gönderilmemesi, hesap cetvellerinin, sunulan verilerin yanlışlarla dolu olması vb.) bazı üst düzey yetkililerce de sonradan ifade edilmişti. Burada amaç konjonktürden istifade ederek hızla Marshall Planı kervanına katılmak olmuş, gerisi sonraya bırakılmış, bu şekilde ileriki yıllarda da başka örnekleri de görülecek bir tutum izlenmiştir.

Savaştan sonra kıtada liberal demokrasi standartlarını belirlemek ve yaygınlaştırmak üzere kurulan AK’ye üyelik ise özellikle Türkiye’nin resmen bir Avrupa ülkesi olarak tescilini sağlayacağı düşüncesiyle çok önemsenmişti. Dönemin Dışişleri Bakanı Sadak, Türkiye’nin 1945 sonrası Avrupa politikasını da özetlercesine, “medeniyetin anladığı manada demokrasiye sahip” devletleri bir araya getiren AK’ye üyelik ile Türkiye’nin de kesin olarak Avrupalı bir devlet sayıldığını, farklı kıtalarda çıkarları bulunsa da ağırlığın Batı dünyasında olduğunu ve zaten Türkiye’nin ancak Avrupalı devlet vasfı ile Marshall yardımlarından yararlanabildiğini söylemişti. Fakat Avrupalı olmak uğruna yapılabileceklerin de bir sınırı vardı. Konsey üyeliğinin kaçınılmaz sonucu olan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin hazırlık sürecinde Türkiye, bugün de çeşitli vesilelerle tanık olduğumuz, ulusal mahkemelerin yetkisini esas alan, vatandaşın kendi devletini ulusüstü bir mahkemeye şikayet etmesi fikrine karşı çıkan bir tutum sergiledi. Sonuçta Türkiye, hem Sözleşme'ye taraf olarak medeniyet bakımından zevahiri kurtarmış oldu hem de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) bireysel başvuru hakkını 1980’lerin sonuna dek kabul etmeyerek “koyun postuna bürünmüş kurtların” ülkedeki demokrasiye zarar vermelerini -neyse ki- önlemeyi başardı. Zaten NATO üyeliğinin edinilmesiyle (1952) de AK üyeliği eski önemini yitirdi. Soğuk Savaş döneminin yarattığı kutuplaşma nedeniyle, 1980’lerin başına kadar olan sürede, 6-7 Eylül Olayları dahil, AK’den demokrasi ve insan hakları konusunda ciddi herhangi bir tepki ve eleştiri görmemiş olan Türkiye için Avrupa fiilen OECD (Marshall Yardımları sonucunda kurulan Avrupa Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü) ve Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) üzerinden temin edilecek ekonomik yardım kaynağı anlamına geldi. 

AET İLE ORTAKLIK ANLAŞMASI

Schuman Deklarasyonu’ndan (1950) itibaren aşama aşama gelişen ve bir süre sonra Avrupa bütünleşmesinin simgesi haline gelen Avrupa Birliği ile ilişkiler de işte bu tutum üzerinde şekillendi. Ulusüstü bir yapıya karşı hep hükümetlerarası bir yapıyı tercih eden Türkiye, kıtada 1945-46 döneminde derinleşen kömür krizini çözmek üzere kurulan Avrupa Kömür Kurulu’nun on üyesinden biri olmuşken ya da BM içindeki Avrupa Ekonomi Komisyonu’na 1948’de seçilmişken, bir Avrupa federasyonunun ilk adımı olarak sunulan Schuman Planı’na ve Avrupa Kömür Çelik Topluluğu’na bilebildiğimiz kadarıyla resmi olarak neredeyse hiç ilgi göstermedi. Fakat Türkiye aynı sürecin devamında, 1957 Roma Antlaşması’yla kurulan AET’ye, Yunanistan’ın 1959’da ortaklık için yaptığı başvurundan iki hafta sonra, “Yunanistan boş havuza atlasa biz de arkasından atlamalıyız” düşüncesiyle apar topar başvuru yaptı. Uzunca bir süredir ülkenin en önemli dış politika gündemi olan AB üyeliği için ilk adım işte bu kadar 'hesaplı ve planlı şekilde' atılmıştı.

1960’larda, bir yandan AET ile Ortaklık Anlaşması’nın (1963) imzalanması, bir yandan da ileride Türk diasporası haline gelerek iki taraf arasındaki en önemli bağlardan birini oluşturacak olan “misafir işçi” gruplarının gönderilmeye başlanması, ilişkileri beklendiği ölçüde ilerletmedi. AET içindeki sıkıntılar (Charles De Gaulle’ün tutumu, vb.) bir yana, Türkiye’de hükümet ve bürokrasi, özellikle de Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) arasındaki uyumsuzluk nedeniyle, Ankara Anlaşması’nda Türkiye için öngörülen yükümlülükler yerine getirilmedi. Ülkede partilerüstü dış politika anlayışı ortadan kalkarken Avrupa’ya ilişkin mutat yaklaşım da sona eriyordu. Bu dönemde sol ve muhafazakâr kesim, farklı gerekçelerle AET ile ilişkileri sertçe eleştirirken hükümetler ise bir an önce mesafe alarak kamuoyunu etkileme arayışındaydı.

1970’ler, ortaklık ilişkisinde bir sonraki döneme geçişi resmileştiren Katma Protokol’ün imzalanmasıyla (1970) yine olumlu başlayan ama krizlerle dolu bir on yıl oldu. Türk ekonomisinin dibi görmesi, ayrıca derinleşen siyasi krizler, 1974’teki Kıbrıs Müdahalesi vb. gelişmeler nedeniyle Türkiye-AET ilişkileri giderek kötüleşti. Türkiye ortaklığa ilişkin tüm yükümlülüklerini Aralık 1978’de askıya aldı. İlginçtir, Türkiye AET ile ilişkilerinde serbest düşüşe geçerken, Yunanistan ise hızlı bir çıkış yakaladı. Truman Doktrini, Marshall Planı, Avrupa Konseyi ve NATO üyelikleri, AET’ye ortaklık başvuruları ve anlaşmaları iki ülke için de neredeyse hep eşzamanlı olarak gerçekleşmiş olmasına karşın Yunanistan kısa süre sonra elde edeceği tam üyeliğe doğru ilerlerken Türkiye 12 Eylül sürecine yuvarlanarak Avrupa’dan biraz daha uzaklaşıyordu.

12 EYLÜL VE AVRUPA KARŞITLIĞI

12 Eylül, Türkiye’de siyaseti yeniden düzenlerken uluslararası alanda öne çıkan İnsan Hakları kavramı temelinde, ülkedeki sistematik ve kitlesel ihlaller gerek AK gerekse artık “Avrupa Parlamentosu” adını kullanan AET organı bünyesinde ciddi eleştirilere neden olarak Türkiye için sorun yaratmaya başladı. Bu dönem Soğuk Savaş boyunca aynı kampta saf tutulan fakat artık Türkiye’deki rejimi eleştiren ve Türkiye’den kaçıp gelen politik sığınmacıları kabul eden Batı Avrupa devletlerinin, içeride “dış düşman” ya da en azından tehdit olarak sunulmaya başladığı bir dönemdi. Yeni anayasanın hazırlık sürecinde Kenan Evren, “Bin yıllık Türk devletini ortadan kaldırmaya çalışan dış güçlere karşı şartlarımıza uygun ve stratejik konumumuzu düşünerek bir anayasa yapmalıyız. Batılı anayasalara uymak zorunda değiliz” diyerek günümüzde de duyduğumuz bir yaklaşımı dillendiriyordu. Bu dönemde kitleselleşmiş sola karşı bir çare olarak devlet eliyle desteklenen Türk-İslam sentezi anlayışı, 1990’lardan itibaren, Avrupalılık fikrine ve başta laiklik olmak üzere Cumhuriyet'in Avrupa’dan ithal ettiği bir dizi kavram ve değere en etkili karşı çıkışı yapacak olan kesime de ideolojik çerçeve sağladı.

ÖZAL VE DIŞA AÇILMA

Avrupa’ya yeniden dönüş, 1960’larda AET’ye en muhalif kurum olan DPT’nin bir dönem başında bulunmuş olan Turgut Özal’ın yaklaşık 20 yıl sonraki başbakanlığı sırasında, bir yandan sivilleşme ve bir yandan da sıkışan ekonomi için yeni ve radikal bir açılım yapma ihtiyacı çerçevesinde başladı. Pragmatizmi ve sürprizleri ile meşhur Özal’ın inisiyatifiyle 1987’de AİHM’e bireysel başvuru hakkının tanınmasını, birkaç ay sonra AET’ye zorlama biçimde yapılan tam üyelik başvurusu izledi. Bu girişimin sonuçları beklenirken gidişat dramatik şekilde değişti. Soğuk Savaş sona erdi, Duvar yıkıldı ve Avrupa’nın birleşme zamanı geldi. Artık Avrupa Birliği (AB) adını almış ve siyasi bir çerçeveye kavuşturulmuş olan örgüte üye olmak üzere çok sayıda yeni aday, yani rakip ortaya çıkıyordu. Üstelik Türkiye ve AB’yi siyaseten yan yana tutan Soğuk Savaş’taki gibi bir kutuplaşma da artık yoktu ve önceleri marjinal bulunan kesimlerce dillendirilen kültürel farklılık tezleri Avrupa’da giderek popülerleşiyordu.

Bu çerçevede 1990’lar, 1995 tarihli -adeta tam üye olunmuş gibi kutlanan- Gümrük Birliği kararı dışında, Türkiye ve AB’nin birbirlerinden uzaklaştıkları bir dönem olarak tanımlanabilir. Türkiye ekonomisinin yine krizlerle sarsılması bir yana, özellikle AB’nin hem Kıbrıs meselesinde bir taraf haline gelerek adanın güneyini tek muhatap olarak görmesi -hem de demokrasiyle ilgili konular (Kürt sorunu ve ordunun siyasetteki etkinliği) hakkında Türk hükümetlerinin hoşuna gitmeyen talep ve eleştirileri, AİHM’den gelmeye başlayan ihlal kararlarıyla birleşince Avrupa’ya karşı milliyetçi bir tepki doğurmaya başladı. Öte yandan, demokratikleşme ve insan hakları alanındaki standartları nedeniyle AB’ye üyelik fikri, liberal çevrelerin yanı sıra demokrat ve bazı sol hareketler tarafından da 1990’larda destek görmeye başladı. 1997’de AB ile kopma noktasına gelen ilişkiler, köprünün altından çok suların aktığı Aralık 1999’a gelindiğinde (Öcalan’ın yakalanması, Almanya’da Sosyal Demokratların iktidara gelmesi, Kosova’ya yönelik NATO operasyonuna Türkiye’nin destek vermesi, 1999 Depremi ve Türk-Yunan ilişkilerinde yumuşama vb.) ince diplomatik pazarlıklar ve taahhütler sayesinde meşhur adaylık statüsü sorununun çözülmesiyle birlikte Türkiye’nin reform üzerine reform yaparak kendisini hızla üyeliğe hazırlamaya geçtiği yeni bir döneme girdi. Bu çabanın karşılığı Aralık 2004’te Türkiye’nin katılım müzakerelerine başlaması kararının alınmasıydı. Müzakereler Ekim 2005’te başladı fakat bundan sonraki süreçte hem AB hem Türkiye tarafında ilişkilerin seyrini etkileyen önemli gelişmeler yaşandı.

AB İÇİNDE AB KARŞITLIĞI VE TÜRKİYE'NİN ADAYLIĞI

AB tarafına bakıldığında, 2004’teki büyük genişlemeyi takip eden derinleşme sürecinin sancıları ortaya çıkmaya başlamıştı. Mayıs ve Haziran 2005’te Fransa ve Hollanda gibi iki kurucu üyede yapılan AB Anayasası oylamasının olumsuz sonuçlanması, AB içindeki AB karşıtlığının boyutlarını ortaya çıkardı. AB’nin küreselleşmeci ve neoliberal vizyonuna olduğu kadar bu vetonun bir nedeni de Türkiye’nin olası üyeliğine karşıtlıktı. Nitekim, 11 Eylül’den beri gündemde olan İslamofobi ve özellikle de 2009’da patlayan finansal krizle birlikte Avrupa’da AB karşıtı popülist sağ hareketlerin yükselmesi, Türkiye’nin adaylığına yönelik desteği daha da düşürdü. Uluslararası politikada küreselleşme vizyonunun ve çoktaraflılığın zayıflamasına paralel olarak AB’nin 1990’lardaki demokrasi ve insan hakları söylemine dayanan güçlü kurumsal görüntüsü kırıldı. Hızlı genişlemeye bağlı olarak insicamı azalmış AB’nin anaakım siyasetine özellikle sağdan gelen eleştiriler ulusüstücülüğü zayıflattığı kadar Türkiye ile ilişkileri de olumsuz etkiledi. Özellikle Sarkozy döneminde Fransa’nın ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin Kıbrıs Cumhuriyeti olarak üye yapılması sonrası izlediği Türkiye karşıtı tutum zaten ilerlemeyen üyelik müzakerelerini yeni çıkmazlara sürüklerken Türkiye’deki AB üyeliği umutlarını azalttığı ölçüde dış politikada Avrupa dışı girişimler için de zemin hazırladı.

Aslında 2002’de iktidara gelen Adalet ve Kalkınma Partisi için AB süreci, istenen reformları yapabilmek ve hükümeti gerçekten iktidar yapabilmek bakımından müthiş bir olanak sundu. Kabaca 2010’ların başına kadar hükümet AB sürecini destekleyen, AK ve AİHM mekanizmalarına destek veren bir siyaset izledi ve önemli değişikliklere imza attı. Belirtmek gerekir ki AK bünyesindeki Venedik Komisyonu’nun görüşleri 2010’daki anayasa değişikliğinin en önemli hukuki dayanaklarından biri olarak sunulmuştu. 2010’larla birlikte, bir yandan AB üyelik sürecinde istediği ilerlemeyi sağlayamayan bir yandan da ekonomik krizi teğet geçtiğini iddia eden Türkiye, Balkanlar ve Orta Doğu’da hegemonik bir söyleme yöneldi. Yine değişimin bir başka göstergesi olarak, insan hakları ve demokrasi konusundaki şikayetlerin yükseldiği bir dönemde, bu alanla ilgili bir müktesebatı bulunmayan Şangay İşbirliği Örgütü ile, deyim yerindeyse, flört etmeye başladı. 1990’larda ve 2000’lerin başında sadece adaylara değil, Avusturya gibi kendi üyelerine de demokrasi alanında şartlar ileri sürebilen AB ise, bugün çok daha parçalı; Polonya ve Macaristan gibi aykırı sesler karşısında çok daha kırılgan; AP seçimlerine katılım oranlarındaki düşüş ve AB karşıtı partilerin sonuçlarından anlaşıldığı kadarıyla Avrupa halklarının gözünde çok daha gerilemiş durumda.

AİHM KARARLARI, MÜLTECİLER VE VİZE SERBESTİSİ

Günümüzde Türkiye’nin Avrupa konusundaki harareti bir hayli yatışmış görünüyor. Çünkü mevcut durum, gerek Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkmakla birlikte Türkiye ile pragmatik bir iş birliği yapılmasına taraftar olan AB içindeki kesimler gerekse AB üyeliğine bağlı olarak ortaya çıkabilecek “can sıkıcı” yükleri almaya gerek olmaksızın, ilişkilerin stratejik ve ekonomik kazanımlar çerçevesinde yürütülmesi taraftarı görünen Türkiye bakımından büyük ölçüde memnuniyet verici. Her iki tarafta da beklentiler “gerçekçi” ve sınırlı. Hele vize konusunda da bir ilerleme sağlanırsa -ki yapılan görüşmelerin yakın zamanda belli gruplar için sonuç vereceği öngörülebilir- kamuoyunu en çok meşgul eden sorun da çözülmüş olacak. 1950’lerdeki ve 1990’lardaki etkinliğinden ve öneminden çok şey yitirmiş olan AK ile ilişkiler de değişti. Türkiye’nin de büyük desteğiyle ve İstanbul adı verilerek hazırlanan Sözleşme’den çekilen, Venedik Komisyonu’nun ve bir zamanlar Mevlüt Çavuşoğlu’nun başkanlığına seçilmesiyle övünülen Parlamenter Asamblesi’nin eleştirilerini tersleyen, AİHM kararlarını (ki 2022’de yapılan başvuruların yaklaşık yüzde 27’si Türkiye bağlantılı) uygulamaya direnen ve bu nedenle üyelikten çıkarma dahil ciddi bir yaptırımı göze alan bir üye görüntüsü var artık.

Tabii bütün bunları değerlendirirken, Suriye’deki iç savaş nedeniyle Türkiye’nin malum jeopolitik kartını yeniden masaya koyma rahatlığıyla hareket ettiğini, özellikle AB’nin çok endişelendiği mülteci akınını keserek (ya da kesmeyerek) neler yapabileceğini gösterdiğini de eklemek gerekiyor. Türkiye’nin, jeopolitik konumuna ilişkin vurgusu, bölgesinde artan sert güç uygulamalarıyla da birleşince, Türkiyesiz bir AB’nin güçlü bir küresel aktör olamayacağı iddiası öne çıkarılmaya başladı. Bu iddianın ne ölçüde geçerli olabileceği sorusu bir yana, söz konusu yaklaşım ilişkilerin, yukarıda belirttiğim gibi, demokrasi, hukukun üstünlüğü, çoğulculuk gibi değerler çerçevesinde ve toplumu da içeren bir bütünleşmeden ziyade stratejik ve jeopolitik bir çıkar alışverişi mertebesinde yürütüleceği anlamına geliyor. AB üyeliği, sivil toplum örgütlerinin hatta siyasi partilerin bile neredeyse hiç sahiplenmediği, devletin sevk ve idaresindeki bir “dava” olarak günden güne sönümleniyor şimdilik, ta ki bir sonraki konjonktürel sıçramaya kadar.

Not: Bu yazıdaki değerlendirmeler daha ayrıntılı olarak, yakında yayımlanacak olan "Cumhuriyetin 100. Yılında Türk Dış Politikası Yazıları" adlı kitaptaki "100. Yılında Türkiye Cumhuriyeti'nin Avrupa Politikasına İlişkin Genel Bir Değerlendirme" başlıklı bölümde yer alacaktır.

* Akademisyen