YAZARLAR

Tokyo'da tehlikeli oyunlar

Milyonlarca sporsever 23 Temmuz günü açılış töreni için ekran başına geçtiğinde, zor günlerin yığdığı umutsuzluğu yatıştıracak bir teselli arıyordu. Ama dünyanın haliyle karşılaştılar…

Oğuz Atay’ın Tehlikeli Oyunlar romanındaki yan karakterlerden Selim Bey, eşinin evi terk etmesi üzerine öğleden sonraları meyhanelere dadanır. Bir gün tren istasyonunun yanındaki lokantaya oturur. Rakısını içerken etraf kalabalıklaşır. Uzaklardan gelen bir trenin dönüş saati yaklaşmaktadır; insanlar yakınlarını karşılamaya gelmiştir. Selim Bey bir an için sanki karısı da trenden inecekmiş gibi bu toplu heyecana katılır. Bu sahte umut çok hoşuna gider ve tren karşılama merasimlerinin müdavimi olup, giderek “profesyonel” bir karşılayıcıya dönüşür. İstasyon ahalisiyle ahbaplık eder, peronlara girer çıkar, kavuşmanın mutluluğundan naif bir pay almaya çalışır.

Krizlerle boğuşan dünya Tokyo 2020 Yaz Olimpiyat Oyunları’nda benzer bir avuntu peşindeydi. Kötü bir dönemde olduğumuzu ve sorunlarımızı olimpiyatların çözmeyeceğini herkes biliyordu, ama hâlâ güler yüzle bir araya gelebilen insanları görmek iyi olacaktı. Milyonlarca sporsever 23 Temmuz günü açılış töreni için ekran başına geçtiğinde, zor günlerin yığdığı umutsuzluğu kıracak bir teselli arıyordu. Ama dünyanın haliyle karşılaştılar.

GEÇENLER-KALANLAR

Açılış seremonisi “ayrı, ama yalnız değil” sloganı üzerine kurulmuştu. Ama – sonundaki buluşma anına rağmen – sporcuların izole antrenmanlarını temsil eden koreografiler ve etraftaki boş tribünler pek öyle demiyordu. 68.000 kişilik Yeni Ulusal Stadyum’da sadece 500 özel davetli, devlet ve Uluslararası Olimpiyat Komitesi (IOC) erkanı vardı. Kafileler Covid önlemleri sebebiyle resmigeçide az kişiyle katıldı ve boş tribünlere el salladılar. Pandemi etkisinin düşünülenden de fazla olacağı ilk günden belli oldu. Üstelik oyunların daha fazla vaka getirmesinden korkuluyordu. Şu an itibariyle korkulan oldu ve ülkede vaka sayıları korkutucu düzeylere fırladı. Hâlâ da artmaya devam ediyor.

Geçiş töreninde olimpiyatların daimi sahibi Yunanistan’ın hemen ardından gelen ekip ise dünyanın halini bir kez daha hatırlattı. İlk kez Rio 2016 için oluşturulan ve geçmişteki Bağımsız Olimpiyat Atletleri takımının yerini alan Mülteci Olimpiyat Takımı, o günlerde dokuz kişilik küçük bir kafileydi ve bütün dünyaya yayılan insanlık krizine dikkat çekmek için önemliydi. Ülkesiz kalmış sporcuların üst düzey rekabete girecek kadar kendilerini geliştirmiş olmaları bir yana, uğradıkları onca felaketten sonra dünyanın buluştuğu bir yerde sahneye çıkmaları harikaydı. Ama Rio’dan sadece beş yıl sonraki mülteci takımının hali kaygı vericiydi. Ekibin mevcudu 29’a çıkmıştı. Farkındalık yaratmak için iyi niyetle kurulan takım gitgide büyüyen bir utanç tablosu olarak önümüzden geçiyordu. İzlerken ister istemez Paris 2024’te kaç kişilik bir mülteci takımının olacağını düşündürdü.

Törenin sonunda sıra olimpiyatların her zaman en çok merak uyandıran fenomenlerinden olan meşale yakma anına geldi. Barcelona 1992’de Antonio Rebollo, Atlanta 1996’da Muhammed Ali, Sydney 2000’de Cathy Freeman gibi isimlerin dâhil olduğu bu unutulmaz an için Tokyo’da tenisçi Naomi Osaka seçilmişti. Osaka, Japon bir anneyle Haitili bir babanın kızıydı; yani hem cinsiyet eşitliğini savunmak hem de ırkçılığa itiraz etmek için önemli bir figürdü. Fakat koreografinin zayıflığı bir yana, eşitlikçi söylem tamamen boşlukta süzülüyordu. Birkaç hafta önce Japonya eski başbakanı ve Tokyo Olimpiyat Oyunları Komitesi Başkanı Yoşiro Mori yönetim kurulu toplantısında “kadınların çok konuştuğunu, bu yüzden toplantıların çok uzadığını” bildirmiş, ardından istifa etmek zorunda kalmıştı. Dahası, IOC müsabakalar boyunca “Black Lives Matter” hareketi kapsamında ırk ayrımına tepkisini diz çökerek gösteren sporcuların ekranlara getirilmemesini buyurmuştu.

ZORAKİ OLİMPİYAT

Japonya ve IOC’nin organizasyonun tarihi ve işleyişi hakkında kamuoyunu tatmin edecek bir karara varamamasından kaynaklanan problemler, pandeminin hâlihazırda yaratmış olduğu kasvetli havayı daha da kararttı. Üstelik olayın ekonomik boyutu da vardı. Bundan 20 sene öncesine kadar 1992 Olimpiyat Oyunlarının Barcelona’yı nasıl dönüştürdüğü ve kenti ayağa kaldırdığı anlatılırdı. Ancak son dönemde bu anlatı terse döndü. Atina 2004 ve Rio 2016 ülkelerine zenginlik ve mutluluk değil, ciddi ekonomik yük ve kargaşa getirdi. Büyük çaplı uluslararası spor organizasyonlarının maliyetleri giderek ağırlaşıyor ve ülkeleri “batıran” faaliyetler olarak kötü bir nam yapmış durumdalar. Tüm bunlar yetmezmiş gibi, herkesin birbirinden kaçtığı bir dünyada olimpiyat düzenlemek kolay değildi.

Bu yüzden Tokyo’nun 2013 yılında İstanbul’u geride bırakarak düzenleme hakkını elde oyunlar, o günlerde ödül gibi görünürken zaman içinde cezaya dönüştü. Yöneticilerin açıklamaları (Japonya Başbakan Yardımcısı, Tokyo 2020’nin “lanetli” olduğunu belirtti) ve kamuoyunun itirazı (yapılan anketlerde halkın büyük çoğunluğunun olimpiyatları istemediğini söylemesi) Tokyo 2020’yi bir bakıma sahipsiz bıraktı. Büyük organizasyonlarda sahada çalışan gönüllülerin katkısına her zaman özel vurgu yapılır. Tokyo’da da binlerce gönüllü olimpiyatı mümkün kıldı; ama yöneticiler ve halk oyunlar için pek de gönüllü görünmüyor. Sokak röportajlarında iyimser Japonlar bile “belki başlayınca düzelir”, “bir heyecan görülebilir” gibi ifadeler kullanıyordu.

Yanlış kararların ve tereddütlü yaklaşımın etkileri müsabakalarla dinmedi. Birincisi, hava çok sıcaktı. Bu mevsimde Japonya’da olimpiyat düzenlenmemesi gerektiği sır değildi, ama “büyük ülkelerde” “büyük sporların” yeni sezonları yaklaştığından, olimpiyatı bir an önce aradan çıkarmak gerekiyordu ve takvim sıkışıktı. Müsabakalar sonrası kusanlar, kendini kötü hissedenler, gerekli performansı veremeyenler oldu. Bazı yarışmalarda yer ve saat değişikliklerine gidildi.

Sporcuların dertleri olumsuz hava koşullarıyla sınırlı kalmadı. Özellikle yüzücüler yarış saatlerinden dolayı ciddi sıkıntı yaşadı. Japonya ile ABD arasındaki saat farkından – ve ABD’nin yüzmeye yaptığı yatırımların getirdiği gücünden – dolayı elemeler ile finallerin saatleri Amerika’dan daha fazla seyirci çekecek şekilde değiştirildi. Sporcuların günlük rutinleri bozuldu. Diğer yandan doping sorunu nedeniyle Tokyo 2020’de yarışamayan Rusya için bulunan amorf çözüm de (ROC: Rus Olimpiyat Komitesi adıyla katılım izni verilmesi ve Rus milli marşı yerine Çaykovski çalınması) olumsuzluklardan biri olarak Tokyo’da yerini aldı.     

Zaten az sayıda olan simge isimlerin performansları da yardımcı olmadı. Bolt ve Phelps sonrası olimpik sporlar âleminin en büyük yıldızı olan Amerikalı kadın jimnastikçi Simone Biles, “bedenim ile zihnim arasında kopukluk var” diyerek mental sorunları sebebiyle takım ve genel klasman finallerinden çekildiğini açıkladı. Biles’ın yanı sıra kendi branşlarında tarih yazması beklenen Sırp tenisçi Novak Djokoviç, Fransız judocu Teddy Riner ve meşaleyi yakan Naomi Osaka oyunlara erken veda etti. Tokyo 2020 her yönüyle tarihin en soluk olimpiyatlarından biri olmaya doğru gidiyor.

UMUT SPORCULARDA

Yine de sporcuların açık yürekliliği hem bütün bu sorunların daha net şekilde duyurulmasını, hem de izleyicilerle bağ kurulmasını sağladı. Biles’ın üzerindeki baskı yüzünden girdiği ruh hali üzücü olsa da, bunu duyurma cesareti hak ettiği övgüyü gördü. 20 sene önce aynı durumdaki bir yıldızın böyle bir açıklama yapması pek mümkün değildi. Mesela Brezilyalı Ronaldo’nun rahatsız olmasına rağmen 1998 Dünya Kupası finalinde sponsor baskısıyla mecburen oynadığı iddiası hâlâ açıklığa kavuşmuş değil. Biles’tan birkaç gün önce Norveç kadın plaj hentbolu takımı, kendilerini cinsel obje olarak gösterdiği gerekçesiyle maçlara bikini altlarıyla değil şortlarla çıktılar. Kural ihlalinden dolayı para cezasına çarptırıldılar, ama tüm dünyadan büyük destek gördüler. Hatta Fransız takımı da onlara katıldı.   

Kısacası hem gerçekleri yansıtmak hem de Tokyo’yu saran kasveti dağıtmak için iş yine dönüp dolaşıp olayın gerçek mağdurları olan sporculara kaldı. Onlar da zorlu şartlarda hazırlanmış olmalarına ve bir yıl fazladan beklemelerine rağmen ellerinden geleni yapıyor. Üstelik olimpiyatın lokomotifi olan atletizm müsabakaları yeni başlıyor, yani daha birçok branşta güzel anılar birikebilir. Dünya geçmişte daha kötü günler ve olimpiyatlar yaşadı. Berlin 1936’yı Jesse Owens kurtarmıştı. Şu anda bu kadar büyük bir facia içinde değiliz; ama Tokyo 2020’nin de benzer figürlere ihtiyacı var gibi görünüyor. Ledecky ve Felix gibi isimler bunu sağlayabilir.

Türkiye takımı da –belki de kargaşaya ve sorunlara alışkın olduklarından– oldukça iyi iş çıkarıyor. En büyük başarı, branş çeşitliliği. Şu ana kadar boksta Busenaz Sürmeneli, sırıkla atlamada Ersu Şaşma ve kadın voleybol takımı, başarıya alışkın olmadığımız dallarda büyük heyecan yaratmayı başardı. Okçulukta ise Mete Gazoz Türkiye'nin ilk altın madalyasını aldı. Devamı da gelecek gibi görünüyor.   

PARİS 2024 İÇİN…

Dünyada üç yıl içinde ayrımcılık, cinsiyetçilik, gelir adaletsizliği gibi sorunlar maalesef bitmeyecek, ama iyiye doğru gidiş mümkün. En azından pandeminin geçmiş olması umuluyor. Her ne olursa olsun, Paris 2024 öncesinde Fransız yetkililerin ve IOC’nin hem sporcuların ve sporseverlerin artan bilinç düzeyine cevap verecek, hem de olimpiyatı ülkeler için yeniden “ödüle” dönüştürecek kararlar alması gerekiyor. IOC’nin televizyon gelirlerinden aldığı payı azaltmakla, ya da ırk ve cinsiyet eşitliğine dair net söylemlerle işe başlanabilir.

Tehlikeli Oyunlar’da Selim Bey karısının eve dönmesi sonucu istasyon ziyaretlerini bırakır. Birkaç yıl sonra eşi ölünce yine eski alışkanlığına döner, ama bir farkla. Bu kez programını trenin varış değil, kalkış saatine göre yapar ve istasyona kavuşmaları değil, vedalaşmaları izlemek için gitmeye başlar. Hüznünü pekiştirir. Olimpiyat oyunları derdi bol dünyada yaşamayı sürdürmek için bireylere ilham verebilen ve büyüsünü koruyan çok az şeyden biri, bu yüzden vedalaşma değil kucaklaşma olarak kalması gerekiyor. Ama oyunların dünyayı birleştirebilmesi için ortada birleştirilecek bir dünya kalması ve insanların bir araya gelmek istemesi şart. Aksi halde kavuşmanın da bir anlamı kalmayacak…


Suat Başar Çağlan Kimdir?

1984 yılında Bornova’da doğdu. Balıkesir Fen Lisesi’ni ve Galatasaray Üniversitesi Felsefe Bölümünü bitirdi. 2010 yılında Ege Üniversitesi Sanat Tarihi Bizans Sanatı programında yüksek lisansını tamamladı. 2007 yılından beri İngilizce ve Fransızca dillerinden serbest çevirmenlik yapıyor. George Bernard Shaw, Alain Robbe-Grillet, C. L. R. James, Saadat Hasan Manto gibi yazarların eserlerini Türkçe’ye çevirdi; edebiyat, sanat ve felsefe alanındaki yazı ve tercümeleri çeşitli dergilerde yayınlandı. Gazete Duvar’da başladığı futbol yazılarına farklı mecralarda devam ediyor. Karşıyaka’da yaşıyor.