Tanıl Bora: Hasan Âli Yücel’in yürüttüğü kültür siyaseti, modernist bir milliyetçiliğin güdümündeydi

Tanıl Bora'nın son kitabı 'Hasan Âli Yücel', İletişim Yayınları tarafından yayımlandı. Bora, "Hasan Âli Yücel’in yürüttüğü kültür siyaseti, modernist bir milliyetçiliğin güdümündeydi" dedi.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Hasan Âli Yücel, Cumhuriyet tarihinin ikonik isimlerinden... Uzun yıllar süren bakanlık görevi ve bu süreçteki icraatları kimi zaman tartışmalara kimi zaman da yalnız kalmasına neden oldu. Dünya klasiklerini Türkçeye kazandırması, Köy Enstitüleri ile öğretmenlik mesleğini farklı bir bakışla ele alması bugün ondan geriye kalan en simgesel kazanımların başında geliyor.

Türkiye'de milliyetçilik kavramı üzerine yaptığı çalışmalarla birçoklarımız için kılavuz sayılan Tanıl Bora, son kitabı 'Hasan Âli Yücel'de yazdıklarıyla, kültür ve eğitim politikalarıyla bir döneme damgasını vuran Yücel'i ele aldı. Çalışmasını 'entelektüel biyografi' olarak tanımlayan Bora ile Hasan Âli Yücel'i ve dönemin öne çıkan tartışmalarını konuştuk. 

Hasan Âli Yücel, Tanıl Bora, İletişim Yayınları, 2021. 

Çalışmanızı ‘entelektüel biyografi’ olarak tanımlıyor ve kuşağının en önemli isimlerinden Hasan Âli Yücel’i merceğe alıyorsunuz. Öncelikle ‘entelektüel biyografi’ kavramını konuşalım isterim.

Düşüncelere ve yazılarına odaklanan bir biyografi, kastettiğim. Hayat hikayesini, yapıp ettiklerini de elbette toparlamaya çalıştım ama odağımda yazıları, düşünceleri var. Yücel’in düşüncesinin, “sözünün” seyrine, saçaklanmalarına bakmaya çalıştım. Düz bir gelişme çizgisine oturtmaya çalışmadan, ille de bir tutarlılık aramadan veya tutarlılık kurmaya çalışmadan, “sarkmalara” da hakkını vererek yapmaya çalıştım bunu. Münferit veya istisnai ilgilerine, değinmelerine de merakla yaklaştım. Bourdieu’nün ta 1980’lerde yazdığı bir makalesi var, “biyografi bir illüzyondur,” diyor; kastettiği, bir kişiliği, bir ömrü tamamen tutarlı, bir yerden bir yere doğru giden bütünlüklü bir varoluş olarak düşünmenin yanıltıcı olduğu. Bir insanın farklı merceklerle bakıldığında görülecek farklı suretleri var; düşünsel varlığının da mutlak tutarlılık içinde birbirine iliklememizin gerekmediği farklı veçheleri var.

HAMARAT, 'ŞEFLERE' İNANMIŞ BİR DEVLET İNSANI...

Hasan Âli Yücel, aynı zamanda ‘kurucu’ isimlerden… Döneminde önemli atılımlar yapmış bir bakan. Yücel’i Bakanlığa götüren mihenk taşları nelerdir?

Birçoklarının haklı olarak dikkat çektiği gibi, müthiş hamarat bir şekilde, bir “eğitim ve kültür adamı” olarak yetiştirmiş kendini, emek vermiş. Tabii bu yetmez; rejime inanmış, “şeflere” sadakatinden şüphe duyulmayan biri. Ve tabii rejimin halk nezdinde rıza üretimini güçlendirmek için, zihinleri biçimlendirmek için hamle yapma ihtiyacı var - “kültürel hegemonya” arayışı mı desek! Yücel, böyle bir programı yürütecek müktesebata ve enerjiye sahip.

Yaşar Nabi Nayır, Yücel için ‘aklıyla Batı’da, gönlüyle Doğu’da olan bir düşünce adamı’ diyor. Tabii bu tanımın öncesi de var: ‘Türk aydınlanması’nın dikkat çeken isimlerinden aynı zamanda… Hasan Âli Yücel, Doğu ile Batı’yı hangi perspektiflerde bir araya getiriyor?

Önceki sorunuzla da bağlantılı bu, bir yandan. Yücel’in yürüttüğü kültür siyaseti, modernist bir milliyetçiliğin güdümünde. Modern evrensel kültürü tereddütsüz, canla başla iktisap etmenin, millileşmenin tek ve doğru yolu olduğuna inanan bir çizgi. Gökalp’in kültür-uygarlık ayrımına yüz vermeyen, burada mutlak tutarlılık gören, görmek isteyen bir tutum bu. Yücel bunun en “inanmak isteyen” temsilcisi. Kendi “kişisel” Doğu-Batı sentezini de bu inanış içinde düşünebiliriz. İlk başta konuştuğumuzu da hatırlatayım ama; mutlak tutarlılık aramayın, elbette sekmeler de var. “Şarklı” meşrebin, zevkin öne çıktığı haller var. 

'HEDEFLENEN 'ORTA AYDIN' SINIFI ZÜMRESİDİR'

2 Mayıs 1939’da düzenlenen 1. Türk Neşriyat Kongresi’nin Yücel’in kültür seferberliğinin kilit bir eşiği olduğunu vurguluyorsunuz. Bahsi geçen kongrenin önemi neydi, devamı neden gelmedi? ‘Düşünür sınıf’ın ortaya çıkamamasını neye yoruyorsunuz?

Yücel dönemindeki bir çok teşebbüsün devamı gelmedi, birçok kongre veya şûrânın “ikincisi” ya yapılmadı, ya çok sonra yapıldı, yapıldığında da rutinin yavanlığına dönmüştü. 1. Neşriyat Kongresi’nin önemi, genel olarak yayın (kitap) üretimini teşvik etmesi ve tabii en önemlisi tercüme seferberliğini başlatması. Malum, klasiklerin çevrilmesi. Hatta geçende bir milliyetçi-muhafazakâr yazar, kitap hakkındaki yazısında, Köy Enstitüleri’nin çok konuşulmasına karşılık, klasik çevirilerinin “kültürel hegemonya” bakımından daha etkili olduğu yorumunu getirdi. Kastettiği, “Batı kültürünün” nüfuzunu sağlaması. Öyle algılanıyorsa, bir etkisi olmuş belli ki!

Düşünür sınıf yetiştirme projesinde kastedilen, hedeflenen, az çok düzenli kitap okuyan bir “orta aydın” zümresidir. Bu proje tamamen başarısız olmuş sayılır mı, tartışmak lazım. Bir “orta aydın” zümresinin yetiştiğinden söz edilebilir. “Sürdürülebilirliğinde” sorun oldu bunun, hakikaten de eğitim sistemindeki çalkalanmaların ciddi etkisiyle. Başka sorular da sorabiliriz. Mesela, yaratıcı ve eleştirel aydın “yetiştirme” işi ne oldu? Ki o dediğiniz yetiştirilmekle olmaz, yetişmesine zemin hazırlanır, ortam sağlanır - böyle bir “iş,” oldu mu, ne kadar oldu? Bence bu daha kritik bir soru.

Hasan Âli Yücel denince ilk akla gelenler Köy Enstitüleri ve klasik eserlerin Türkçeye kazandırılması… Fakat Yücel, bu icraatlarının ardından ‘komünist’ olmakla yaftalanıyor ve politik bir linçle karşı karşıya kalıyor. Bugün de bu linç dolaylı yollardan iktidar aygıtlarının kullandığı bir araç olmaya devam ediyor. Yücel’in bu atmosferde aldığı tavır nasıldı? Kendini anlatabildi mi?

Yücel’in tek mağduru olmadığı bu anti-komünist kampanya, format oluşturan, kurucu nitelik taşıyan bir pratik. Anti-komünizmin bir zihniyet ve siyaset kalıbı olduğunu her vesileyle tekrarlıyorum, yine tekrarlayayım. Elle tutulur bir komünizm tehdidi olmadığında da işleyen, her hasma karşı seferber edilebilen bir karalama kalıbı, bir baskı stratejisi. Ve dediğiniz gibi bir linç ortamı.

Bu kampanya sırasında partisi ve İnönü tarafından sıkı bir şekilde sahiplenilmemiş; zira CHP, tek parti rejiminden çok partiliğe geçişi, “hür dünyanın” bir parçası olma azmiyle, şedit bir anti-komünizmle yürütüyor. Yücel ona rağmen kendisini teferruatlı bir şekilde savunmuş, uzun uzun konuşmuş, yazmış, anlatmış... Fakat, kendisi de bir anti-komünist olarak, karşısındaki anti-komünist kampanyanın tarihsel işlevini kafasında yerli yerine koyamadığı için, sanırım, iyice hayal kırıklığına uğruyor, süngüsü düşüyor.

Hasan Âli Yücel’in, Kemalizmle olan ilişkisinde o günün koşullarını göz önüne aldığımızda nasıl bir anlayışla karşılaşıyoruz?

O günün koşulları derken, değişen koşullardan söz etmeliyiz. Değişen bir Kemalizm anlayışından. Yekpare ve sabit bir Kemalizm yerine, zaman, zemine ve farklı siyasi anlayışlara göre farklılaşan Kemalizmlerden söz etmek daha doğru. Tek parti döneminde Yücel’in Kemalizmi, resmi çizgiye sadık ve “Şefçi”dir. Milli kimlik inşasıyla aydınlanma ve modernleşme davasını birbirine sıkı sıkı ilikleyen bir bakış açısı var Yücel’in, Kemalizme yaklaşımında en sabit sütun sanırım bu bakış açısıdır. Bakanlığı döneminde, bu anlayışın tarihî bayraktarı oluyor. 50’lerde “mazeretçi” diye tanımladığım bir revizyon çabası var; Kemalizme demokratik bir “açılım” getirmeye çalışıyor. Tek parti döneminin “hürriyetsizliğini,” hürriyet yolunda zorunlu ve geçici bir aşama olarak yorumluyor. Atatürk’ün tarihi şahsiyetine bağlılığı, Türk milliyetçiliğinin olmazsa olmazı olarak görüyor ve Kemalizmin buradan gelen hegemonik gücüne inanıyor, inanmak istiyor.

Yücel’e karşı nefretin vücut bulmuş halini İslamcı-muhafazakârlar oluşturuyordu. Bu cenahın başını çekenlerden biri de Necip Fazıl Kısakürek… Yücel’in Kısakürek ile ilişkisi bakanlık döneminde de devem ediyor. Bu noktada aralarında yaşanan kopuş anı ya da politik tartışma nasıl şekillendi?

Unutmamalı ki, dönemin münevverleri öyle veya böyle birbirlerini tanıyorlar, neticede bir dar muhit söz konusu. Zıtlaşsalar bile, temas noktaları olabiliyor, kesişebiliyorlar. Yücel’le Necip Fazıl arasında bariz bir kopuş anı yok, kopuş zamana yayılıyor. Necip Fazıl’ın siyasi egosunun gitgide kabarmasına, İslamcı yöneliminin belirginleşmesine bağlı bir süreç. Yücel’in milliyetçi-muhafazakar cenahta sabit bir düşman figürüne dönüşmesinde Necip Fazıl’ın epey katkısı var.

'YÜCEL, KÜSKÜNLÜĞÜNÜN ACILARINI ÇALIŞARAK ATIYOR'

Hasan Âli Yücel’i uzunca bir bakanlık sürecinden sonra inzivaya çekilmiş olarak görüyoruz. Bu zoraki inzivada yer yer kendi dava arkadaşlarıyla ters düşen düşünceleri de etkili… Yücel’in son zamanlarını nasıl okumak gerekir?

Türkiye’de aydınların milli spor gibi temrin ettiği “kadrim bilinmedi” küskünlüğünü güçlü bir şekilde yaşıyor o dönemde. Sevilmeyi seven bir adam olarak, melankolik bir havaya da sokuyor bu onu. Fakat tamamen o havaya kaptırmıyor kendini, müthiş faal. Eğitim sorunlarını an be an izleyen günlük yorumlar yazıyor, aktüaliteye iki adım geri çekilerek bakan denemeler yazıyor, uzun manzum metinler yazıyor, iki seyahatname yazıyor, edebiyat ve “hümanizma” tarihi üzerine birer kitap yazıyor, İş Bankası Kültür Yayınları’nda teşvik edici bir editör olarak adeta bakanlıkta yarım kalan işini sürdürüyor, kültür-sanat faaliyetlerini canla başla izliyor. Küskünlüğünün acılığını, çalışarak, üreterek atıyor. 50’li yıllar, onun “kültür adamı” kimliğini makama borçlu olmadığını kanıtladığı bir dönem.

YENİ BİR BİYOGRAFİ: DEMİREL

Önümüzdeki günlerde okurlarınızı hangi çalışmalarınız bekliyor?

Birikim’deki düzenli yazılar ve çeviri işleri devam ediyor. Yıllardır zihnimde duran Demirel biyografisine giriştim, şimdi ona çalışıyorum.