Süreklilik mi kopuş mu? Cumhuriyet’in Osmanlı mirasını tartışmak

Süreklilik tezinin de kopuş tezinin de sorunları var. Ben süreklilik fikrine daha olumlu yaklaşmakla birlikte, imparatorluktan cumhuriyete geçişte süreklilik tezine dair önerilerde bulunacağım.

Google Haberlere Abone ol

E.Attila Aytekin*

Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı İmparatorluğu’ndan devraldığı mirasa dair tartışmalar uzun bir süre süreklilik-kopuş tartışmalarının gölgesinde kalmıştır. Osmanlı’dan Türkiye’ye geçişi bu ikili karşıtlık üzerinden okuma ısrarı, bu sürecin çok katmanlı niteliğini gözden kaçıran görüşlerin ve akademik çalışmaların baskın çıkmasıyla sonuçlanmıştır.

Dolayısıyla bu yazı süreklilik-kopuş tartışmalarının eleştirel bir analiziyle başlayacak. Ardından imparatorluktan cumhuriyete geçişin hangi tarihsel kapsamda tartışılması gerektiğine dair öneriler getireceğim. Bunu karşılaştırmalı analizlerin neden önemli olduğuna dair kısa bir bölüm izleyecek. Yazı, Cumhuriyet’in artıları ve eksileri anlamında bir bilançosunu yapmak yerine cumhuriyet fikri ve idealine odaklanma çağrısıyla sonlanacak.

KOPUŞ FİKRİNİ ELEŞTİRMEK

Cumhuriyet rejiminin inşa yıllarında Osmanlı mirasını reddettiğini söylemek mümkündür. Bu, Millî Mücadele yıllarında İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin (İTC) devamı olma yönündeki eleştirilere yanıt niteliğinde bir tavırken, sonraki yıllarda yeni rejimin meşruiyetini kurmanın araçlarından biri oldu. Osmanlı mirasının reddi bir yandan Cumhuriyet’in yeni, Batılı ve modern karakterinin altını çizerken bir yandan da Osmanlı öncesi kadim Anadolu medeniyetlerine yapılan vurguyla birleşerek yeni devletin bir hanedana ya da dine değil Lozan’la uluslararası tanınırlık kazanan sınırlara bağlılığını vurgulama işlevi görüyordu.

Kopuş anlatısının erken Cumhuriyet döneminin sonrasında da etkili olmasını sağlayansa Cumhuriyet’e eleştirel bakan kimi çevrelerin de bu anlatıyı sahiplenmeleri oldu. Özellikle muhafazakâr/İslamcı yaklaşımlar Cumhuriyet’in Osmanlı’dan radikal bir süreksizliğe denk düştüğü fikrine sahip çıkıp, bu süreksizliğe de olumsuz anlamlar yüklediler. Buna göre Cumhuriyet dindar halka laiklik dayatması, yüzünü tamamen Batı’ya dönmesi, Osmanlı hanedanını sürgüne göndermesi, hilafeti kaldırması ve büyük imparatorluk topraklarından kalanları Lozan’da çarçur etmesiyle Osmanlı’nın fikren ve fiilen anti-teziydi. Bu bakış, en etkilisinin Necip Fazıl Kısakürek olduğu bir dizi yazar tarafından popülerleştirilmiş ve tarihsel gerçeklikten iyice kopuk bir Osmanlı güzellemesine dönüşmüştü. Bu Osmanlı yüceltmesi yoğun bir Türk milliyetçiliğiyle harmanlanarak Türk-İslam sentezi adı altında sistematikleştirildi ve 12 Eylül rejiminin resmî ideolojisi oldu. AKP dönemindeyse iktidarın özellikle Orta Doğu’da giriştiği alt-emperyalist hamleleri meşrulaştırmak için kullanıldı.

KÜLTÜREL ALANDA KOPUŞ TARTIŞMASI 

Kopuş tezinin en çok vurgulandığı alan belki de, en radikal dönüşümün yaşandığının varsayıldığı kültürel alan ve özelde dil/alfabedir. Hem cumhuriyet projesinin muarızları hem de projeye sahip çıkıp onu övenler bu alanda yaşanan kopuşun tepeden inme biçimde gerçekleştiğinden emindirler. Erken Cumhuriyet yönetiminin attığı, aralarında alfabe değişikliğinin de bulunduğu bir dizi kültürel nitelikte adımın çok radikal, hatta devrimsel nitelikte olduğuna kuşku yoktur. Öte yandan, bu adımlara zemin hazırlayan düşünceler Osmanlı’nın Tanzimat sonrası yaşadığı entelektüel ve siyasi tartışmalardan süzülüp gelmiştir. Örneğin Türkçe’nin Latin alfabesiyle yazılmasına dair tartışmalar 1860’lardan itibaren başlamış, zaman içinde bu yolda çeşitli denemeler de yapılmıştır. İmparatorlukta Türkçe’nin Ermeni ve Yunan alfabeleriyle yazılması da yaygın bir pratikti. Bu iki gayrimüslim cemaat arasında Türkçeyi konuşma dili olarak yoğun biçimde kullanan, ancak kilisede kendi ulusal alfabelerini öğrenen geniş kesimler mevcuttu; bu kesimlerin okuması için Ermeni ve Yunan alfabeleriyle pek çok Türkçe gazete, dergi ve kitap basılmıştı. Bu kitaplar arasında edebiyat tarihçilerince ilk Türkçe roman olarak adlandırılan, Vartan Paşa’nın yazdığı ve 1851’de yayınlanan Akabi Hikâyesi de vardır. Dolayısıyla okuma yazma bilen kesimler Arap harfleri dışındaki alfabelerle yazılan Türkçe örneklerine aşinaydı. Cumhuriyet rejimi alfabe değişikliğiyle yetinmemiş dilde ‘sadeleşme’ ve Türkçe’nin tüm dillerin kökeni olduğu ya da bir Hint-Avrupa dili olduğu iddiası üzerinde milliyetçi bir pozisyonu üretmeye de çalışmıştır. Bu konularda da aslında Osmanlı dönemiyle bir devamlılık görüyoruz. Örneğin Türkçe’nin bir Hint-Avrupa dili olduğunu ilk ileri süren, bunu 1869 gibi erken bir tarihte yapan Mustafa Celaleddin Paşa olmuştur. 

SÜREKLİLİĞİ ANLAMLANDIRMAK

Osmanlı-Türkiye ilişkisini ele alırken başvurulan süreklilik anlatısı da kopuşta olduğu gibi farklı çevrelerce benimsenmiştir. Süreklilik tezinin en ısrarlı savunusu modernleşme kuramından beslenen yazarlardan gelmiştir. Soğuk savaş sonrası Amerikan akademiyasının ürünü olan ve çok baskın anti-komünizm genleri taşıyan modernleşme kuramı imparatorluktan cumhuriyete geçişi esasen bir başarı öyküsü olarak görür. Bu öykü genellikle 1789’da (hem Fransız Devrimi’nin hem de III. Selim’in tahta geçişinin yılı) başlatılır ve 1952’de mutlu sonla nihayetlenir. Modernleşme denilen zorlu yolu Batı etkisi ve modernleştirici seçkinlerin önderliğinde kat eden Türkiye, sosyalizm denen feci yola ‘sapmamış’, laik bir rejim tesis etmiş ve nihayet süreci NATO üyeliğiyle ‘taçlandırmıştır’.

DEĞİŞİMİN İTİCİ GÜCÜNÜ SADECE MODERNLEŞTİRİCİ SEÇKİNLERE ATFETME EĞİLİMİ

Süreklilik tezini savunan diğer bir bakış meseleyi İTC ve Kemalist kadrolar arası süreklilik üzerinden kurmuştur. Olgun biçimde ilk kez Erik Jan Zürcher’in "Millî Mücadelede İttihatçılık" kitabında geliştirdiği bu tez Abdülhamid rejiminin son yıllarında güçlü bir muhalefet inşa eden, 1908’de rejim değiştiren, ülkeyi 1918’e kadar yöneten ve 1918-22 arası Millî Mücadele’yi örgütleyen ve yürütenlerin esasen tek bir kadro olduğunu söyler. Modernleşme kuramının değişmenin itici gücünü sadece modernleştirici seçkinlere atfetme eğilimine çok yaklaşan Zürcher’e göre bu kadro birkaç yüz kişiden oluşacak kadar dardır. Bu tezin Marxgil yorumu hem İttihatçı hem de Kemalist kadroların askeri ve sivil bürokratlardan oluştuğunun altını çizerek bu kadroların Bonapartist (sınıflar üstü) karakterde olduğunu iddia eder. İttihatçı ve Kemalist kadrolar arası sürekliliğe büyük anlam yükleyen tezin ülkeyi 1950’ye kadar İttihatçıların yönettiğini söyleyen aşırı yorumunun yanı sıra İslamcı anti-semitizmden beslenen ve her taşın altında Sabetaycılık arayan popüler komplo teorici bir versiyonu da vardır. Türkiye siyasi tarihini merkez-çevre ikiliği ya da zihniyetler üzerinden okumaya çalışan ve AKP’nin son yıllarda inşa ettiği otoriter rejimi çevrenin merkezileşmesi ya da İttihatçı zihniyetin süregiden hakimiyetiyle açıklamaya çalışan metafizik düşünüş de bu bağlamda anılabilir.

Mevcut halleriyle süreklilik tezinin de kopuş tezinin de sorunları vardır. Ben bu yazıda süreklilik fikrine daha olumlu yaklaşmakla birlikte, imparatorluktan cumhuriyete geçişte sürekliliğin nasıl anlaşılması gerektiğiyle ilgili bazı önerilerde bulunacağım. Öncelikle hikâyeyi imparatorluğun son yıllarından başlatmak yerine daha gerilere götürmek elzemdir. Ancak burada anlatısını 1789’da başlatan modernleşme kuramından ayrışmak gerekir. Modernleşme kuramının söylediği gibi elitler eliyle yürütülen bir Batılılaşma sürecinden değil, farklı toplum kesimlerinin dahil olduğu, içeriden ve aşağıdan dinamiklerle de beslenen ‘organik’ bir süreçten bahsediyoruz. Yakın tarihli araştırmalar farklı alanlarda bu yaklaşımı destekleyecek mesnetler ortaya koymaktadır. Örneğin, imparatorlukta siyasal ya da iktisadi alanda görülen modern fikirlerin Batı’dan mülhem olduğu kanısı yeni çalışmalar tarafından çürütülmektedir. Deniz Kılınçoğlu’nun çalışmaları iktisadi liberalizme dair fikirlerin salt Batı’dan ithal olduğu iddiasına karşı 1830’lardan itibaren Osmanlı iktisat yazarlarının da iktisadi politikalara dair özgün eserler verdiklerini göstermiştir.

BURJUVAZİ VE ‘MÜLKSÜZLEŞTİRME YOLUYLA BİRİKİM’ 

Tarihyazımında önemli bir değişme yaşanan diğer bir alan sermaye birikimi, kapitalizm ve burjuvaziye dair tartışmalardır. Uzun bir süre bu alana şöyle bir fikir yürütme biçimi hakimdi: Osmanlı İmparatorluğu’nda sermaye gayrimüslimlerin elindeydi ve gayrimüslim burjuvazinin imparatorluğun son yıllarında tasfiye edilmesiyle bu alanda bir boşluk oluştu. Cumhuriyet rejimi de kendi Müslüman-Türk burjuvazisini yaratmak için harekete geçerken İTC’nin ‘Milli İktisat’ siyasetinden ilham aldı. Oysa görgül olarak iyi temellendirilmiş çalışmalar imparatorlukta on dokuzuncu yüzyılın başlarına giden bir sermaye birikimi sürecinin olduğunu göstermektedir. Tarımda, ticarette ve nihayet sanayide yaşanan bu sermaye birikimine ilk dönemlerde pek çok farklı kanaldan birikim yapmaya çalışan ‘portföy kapitalistleri’ öncülük ederken zamanla profesyonel yöneticiler ve anonim şirketler öne çıktı. Donald Quataert ve Doğan Çetinkaya’nın da aralarında bulunduğu tarihçilerin gösterdiği gibi bu sermaye birikimi hem gayrimüslimlerin hem de Müslümanların elinde toplanıyordu ve Müslümanların elinde olan sermayenin hatırı sayılır bir kısmı Cumhuriyet dönemine aktarılmıştı. Öte yandan Osmanlı burjuvazisinin etno-dinsel temelde bölünmüş olma niteliği ortadan kalkmadı ve 1890’lardan itibaren gayrimüslim mülklü sınıfların servetinin Müslüman burjuvaziye aktarıldığı bir ‘mülksüzleştirme yoluyla birikim’ süreci yaşandı. Cumhuriyet döneminde de Varlık Vergisi gibi uygulamalar ve 6-7 Eylül Olayları gibi pogromlar yoluyla mülksüzleştirme yoluyla birikim devam etti. 

MUKAYESENİN ÜSTÜNLÜĞÜ

Osmanlı’dan Türkiye’ye geçiş tartışmalarını içine hapsolduğu dar çerçeveden çıkarmanın en iyi yollarından biri de karşılaştırmalı analizlere başvurmaktır. Aslında karşılaştırma anlamında nereye bakmamız gerektiğine dair büyük soru işaretleri bulunmuyor. Türkiye, imparatorluğun en önemli mirasçısı olsa da tek mirasçısı değildir; toplamda 20’den fazla devlet şu ya da bu biçimde bir dönem imparatorluğun hüküm sürdüğü topraklarda kurulmuştur. Örneğin kültürel alanda karşılaştırmalı bir bakış dilde ‘sadeleşme’ tartışmalarına daha soğukkanlı bakmayı sağlayacaktır. Zira Türkiye’den başka ülkelerde de böyle akımlar görülmüş, mesela Suriye’de Türkçe kökenli sözcükler dilden çıkarılmaya çalışılırken, Romanya’da Slav dilleri kökenli, Türkçe ve yine Osmanlı mirası olan Yunanca sözcüklerin yerine Latin kökenli sözcükler ithal ya da icat edilmiştir. Aynı biçimde toprak reformu tartışmalarında da mukayeseli bir bakış açıcı olacaktır. 1930’larda çeşitli Osmanlı varisi ülkelerin ve bazı başka ülkelerin toprak reformu tecrübelerine dair ayrıntılı analizler yapan Ömer Lütfi Barkan’dan sonraki yazarların büyük çoğunluğu Türkiye’yi dünyadan yalıtık bir örnek gibi ele almış ve Osmanlı’nın tek varisi gibi tasavvur etmiştir. 

Osmanlı çalışmaları alanında son dönemde görülen olumlu bir eğilim, Osmanlı İmparatorluğu’nu kendisine benzeyen diğer iki imparatorlukla, Habsburg (Avusturya-Macaristan) ve Romanov (Rusya) imparatorlukları ile mukayese etmektir. Bu üç imparatorluk da Batı Avrupa’dan gelen kültürel, askeri ve ekonomik baskıyla baş etmek zorunda kalmış, çok etnikli devletler olarak da milliyetçilikler çağında büyük sorunlar yaşamışlardır. Karşı karşıya kaldıkları bu sorunlara verdikleri cevapların en azından bir kısmı benzerdir. Üç imparatorluk da o zamana dek görülmemiş uzunluk ve yoğunlukta bir savaş olan Birinci Dünya Savaşı’nı atlatamamış ve farklı serüvenleri takiben 1917, 1919 ve 1923 yılında cumhuriyetlere dönüşmüştür. Bu perspektiften bakıldığında Osmanlı İmparatorluğu’nun 1918’de yıkılmasını, Anadolu topraklarında 1922 yılında saltanatın ilgasını ve 1923 yılında Cumhuriyet’in kurulmasını, uzun bir sürecin devrimsel sonuçları olan Büyük Savaş'ın etkisiyle varılan sonuç olarak görmek mümkündür.

BİLANÇO ÇIKARMAKTAN KAÇINMAK

Türkiye Cumhuriyeti’ni yaklaşık 150 yıllık bir sürecin vardığı (mantıksal ama zorunlu olmayan) bir sonuç olarak görmenin bir avantajı Cumhuriyet’i 100 yıl sonra değerlendirirken bir bilanço çıkarma çabasından uzaklaşmak olacaktır. Günümüzde yapılan pek çok cumhuriyet değerlendirmesi Cumhuriyet’in artılarını ve eksilerini yan yana koyup çıkan sonuç üzerinden bir yargıya varma çabasını içermekte. Bu bilanço çıkarma çabası her şey bir yana, bitmemiş bir süreci bitmiş gibi ‘notlandırmaya’ çalıştığı için sorunludur. Örneğin Tanzimat sonrası dönemin en yavaş işleyen dinamiği belki de laikliğin tesisi olurken, erken Cumhuriyet rejimi bunu radikal bir biçimde çözmüştü. Ne var ki 1945 sonrası kurulan soğuk savaş dünyasında komünizme karşı (siyasal) İslam’ın yedekte tutulması arzusu laiklik ilkesini koruyan pratikleri kesintisiz olarak yıpratmış ve süreç bir siyasal İslamcı iktidarın oluşmasıyla neticelenmiştir. İktidarın Cumhuriyet’i fiilen sona erdirme ve muhalif kitlelerin Cumhuriyet’e sahip çıkma mücadelesi devam etmektedir; yaşanan her tür gerilemeye rağmen nihai sonuç kesin değildir. Kürt sorunu çeşitli uğraklarda büyük değişimler geçirmiştir; imparatorluktan miras kalan en önemli sorun olarak süregitmektedir. Laiklik, kadın hakları, emekçilerin refahı, Kürt sorunu, demokrasi, çevre sorunu gibi sayısız başlıkta siyasal iktidarın başını çektiği Cumhuriyet karşıtlarının saldırıları da siyasal ve toplumsal muhalefetin direnişi de sürmektedir. 

Miras metaforu üzerinden ilerleyecek olursak, hukukta mirası kabul etme ya da reddetme seçenekleri vardır; artılar eksiler üzerinden genel bir hüküm verme eğilimi de bizi Cumhuriyet’i toptan reddetme ya da Cumhuriyet’i eleştirel olmadan benimseme sonuçlarından birine götürecektir. Dolayısıyla Cumhuriyet’i nihayete ermiş, bilançosu çıkarılacak ve toptan kabul ya da reddedilecek bir ‘tereke’ olarak değil de Cenk Saraçoğlu’nun bu platformdaki iki yazısında vurguladığı üzere bir fikir ve ideal olarak ele almak anlamlı olacaktır. Modern anlamda cumhuriyet fikrini Fransız Devrimi’yle başlatmak mümkündür. Elbette fikrin öncüllerinin tarihi çok daha eskidir ve dünyanın farklı bölgelerinde 1789 öncesi de çoğu oligarşik yapıda olan çeşitli cumhuriyetler kurulmuştur. Ancak Fransız Devrimi bir yandan herkesin doğuştan gelen vazgeçilemez haklara sahip olduğunu söyleyen bir yandan da bu ilkeleri düzenli biçimde çiğneyen küresel kapitalizmin savunusunu yapan liberalizmin özsel çelişkilerini radikal biçimde ortaya sermiş ve böylelikle dışlanan tüm kesimlerin cumhuriyet ve yurttaşlık üzerinden haklarını savunabilecekleri bir platform yaratmıştır. İlkin 1791’de Haitili siyahlar bu platformu yurttaşlık haklarına kavuşmak için kullanmış, ardından kent yoksulları, işçiler, kadınlar ve köylüler dünyanın farklı yerlerinde cumhuriyeti kendi kaderleri üzerinde söz sahibi olma mücadelesinin bir arenası olarak görüp benimsemişlerdir. 

OSMANLI’DAN TÜRKİYE’YE CUMHURİYET FİKRİ

1789 Fransız Devrimi, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki pek çok kesimi -sanıldığının aksine sadece gayrimüslimleri değil- etkilemiştir. Öte yandan cumhuriyet fikrini sadece dış etkiye bağlamak doğru olmaz; bu bizi ya modernleşmeyi Batılılaşmaya indirgeyen modernleşme kuramına ya da meseleye yine aynı yerden bakan ancak süreci bir ‘taklit’ olarak görüp eleştiren İslamcı pozisyona yaklaştırır. Oysa Osmanlı topraklarında cumhuriyet fikrinin aşağıdan gelen dinamiklerle gündeme getirildiği örnekler de vardır. Yeniçeri Ocağı on yedinci yüzyıldan itibaren kendi çıkarlarının farkında olan ve çıkarlarını siyaseten de savunmayı bilen bir ‘korporasyon’a dönüşmüştü. Ocak on sekizinci yüzyılda yönetici sınıfın çeperlerine itildikçe radikalleşti ve esnaf, kentin yeni göçmenleri ve kadınlar gibi kesimlerle ittifak yaparak özellikle ekonomik liberalizasyon politikalarına karşı bir milis gücü haline geldi. Yeniçeriler 1826’da ortadan kaldırılana kadar çeşitli isyan momentlerinde, sultana karşı başka bir hanedan getirmek ya da bir kadın padişahı başa getirmek gibi radikal fikirleri gündeme getirdiler. Bu fikirlerden biri de padişahsız bir rejim, yani bir tür cumhuriyet tesis etmekti. Bir başka örnek Cebel-i Lübnan bölgesinde Maruni Hıristiyan toprak ağalarına karşı ayaklanan aynı dini cemaate mensup köylülerdir. Köylüler 1858’de toprak ağalarını kovduktan sonra temsil esasına dayanan bir özyönetim kurdular ve bu özyönetime ‘cemahiriye’ adını verdiler. Köylü komünü 1861’de yaşanan iç savaşta boğulduysa da hem pratikte bölgedeki topraksızlık sorununu çözmüş hem de bir fikir olarak temsil ve özyönetim pratikleri anlamında önemli bir miras bırakmış oldu.

Yeniçeriler ve köylüler gibi merkezkaç örneklerin yanı sıra Osmanlı yönetici sınıfının merkezi öğeleri açısından da yavaş da olsa cumhuriyet fikrine bir yönelme olduğunu söylemek mümkündür. Cumhuriyet fikri on dokuzuncu yüzyılın ortalarında gündeme gelirken Yeni Osmanlılar tartışmayı daha sistemli bir biçimde yürütmüşlerdi. Liberal bir entelektüel ve siyasi çevre olan Yeni Osmanlılar liberalizmin kimi çelişkilerini de paylaşıyor, örneğin ‘meşveret’ esasına dayalı bir rejim isteyen Namık Kemal alt sınıfların siyasete katılmasından büyük endişe duyuyordu. Liberallerin çekincelerine rağmen on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında cumhuriyet fikri ve onunla ilgili kavramlar yavaş yavaş siyasi lügatçeye dahil oldu; en önemlisi vatandaşlık olmak üzere bir dizi nosyon Osmanlı siyaset, hukuk ve fikir hayatının bir parçası haline geldi.

Elbette tüm bunlar Cumhuriyet’in Osmanlı tecrübesinin zorunlu bir sonucu olduğu anlamına gelmez. Bunu iddia etmek teleolojik bir bakışı yansıtır; oysa tarihin her anında gerçekleşebilecek birden çok ihtimal, gidilebilecek farklı yollar vardır. Ancak 1839’da kapsamlı bir reform programı başlatan ve yerel meclisler kuran, 1876’dan itibaren kesintili de olsa meşruti monarşi tecrübesi yaşayan, kültürel ve entelektüel anlamda ciddi bir birikimi bulunan, 1908’de bir anayasal devrim yaşayan, köylü ve işçilerin direniş ve mücadelelerine hiç de yabancı olmayan bir imparatorluğun ardılının cumhuriyet olması şaşırtıcı değildir. Gidilebilecek farklı yollar mevcut olsa da yirminci yüzyılın başı itibariyle cumhuriyet, artık izlenmesi kuvvetle muhtemel olan bir güzergâh haline gelmişti.

*Prof.Dr.