İmparatorluktan Cumhuriyet'e, Türkiye’nin jeopolitik rantiyerizmi

İkinci yüzyılda Türkiye dış politikasının doğru yöne evrilmesi, toplumun devlet ve parti siyaseti aracılığıyla değil, kendi örgütlenmesi yoluyla gerçek demokrasiye yüzünü dönmesiyle mümkün olabilir.

Google Haberlere Abone ol

Can Cemgil*

Türkiye’nin dış politikasına ilişkin Cumhuriyet tarihi boyunca birbirinden farklı ekoller, kimi zaman birbirini besleyen, kimi zaman da birbiriyle çelişen perspektifler geliştirdi. Devletler hukuku ve siyasi tarih çerçevesinde başlayan ilk tartışmalar zamanla uluslararası ilişkiler (Uİ) disiplininin ana akım yaklaşımları ve daha sonra daha eleştirel yaklaşımlara doğru genişleyerek Türkiye’nin dış politikasını anlamaya ve anlamlandırmaya çabaladı. Bu yazıda Türkiye’nin Cumhuriyet’in kurulduğu günden bu yana dünyayla ilişkilenme biçimini biraz daha geniş bir sosyal bilim perspektifinden ele alarak bu tartışmalara katkıda bulunmaya çalışacağım. Yazıda ilk olarak daha geniş sosyal bilim perspektifinden ne kastettiğimi detaylandırdıktan sonra, ikinci olarak bu perspektifle Türkiye’nin dış politikasının nasıl okunabileceğini tartışacağım ve son olarak 20 yıllık AKP ve Erdoğan iktidarı döneminde nasıl bir yönde şekillendiğini ele alacağım. Yazının sonuç kısmında ise bugüne bakarak Cumhuriyet'in ikinci yüzyılında neler olabileceğinin işaretlerini arayacağım. 

Yukarıda not ettiğim üzere Cumhuriyet tarihi boyunca Türkiye’nin dış politikasını anlamak ve anlamlandırmak amacıyla bir dizi farklı perspektiften veya kuramsal yaklaşımdan medet umuldu. Türkiye’nin ve ondan önce Osmanlı İmparatorluğu'nun Batı hakimiyetindeki bir dünyada, mağlup olunan bir savaş sonrasında ve jeopolitik ve jeoekonomik rekabette rakipleriyle başa çıkmakta uzun zaman zorlandığı dikkate alındığında, bu koşullar altında kurulan Cumhuriyet pek tabii ki iktisadi kalkınma ve iktisadi bağımsızlık ile birlikte dış politikayı varoluşsal meseleler haline getirmişti. Dolayısıyla Cumhuriyet'in ilk yıllarında özellikle uluslararası ilişkiler alanında çalışanların liberal uluslararası ilişkiler perspektifinin ilkelerini öne çıkarması olağan görülebilir: Nihayetinde Batı’da kurulduğu farz edilen bir uluslararası toplumun eşit bir üyesi olarak kabul görmek öncelikli hedeflerden biriydi. Aynı zamanda uluslararası ilişkilerle ilgili düşüncenin gelişimi Osmanlı’da ve Türkiye’de daha ziyade devletler hukuku alanında başlamıştı. Öyle ki, Türkiye’nin dış politikası üzerine uzun yıllardır çalışmalar yürüten Philip Robins (1), Türkiye’yi bir “statüko gücü” olarak tanımlıyor ve Türkiye’nin soğuk savaş döneminde ve hatta sonrasında dış politika elitlerinin Cumhuriyet dönemi Atatürk politikalarından mülhem bir şekilde, sınırların ve devletlerin kutsallığı, egemenlik prensibi ve çok taraflı kurumları savunan bir yaklaşımları olduğunu not ediyordu.

Cumhuriyet tarihi boyunca, AKP’nin iktidarını sağlamlaştırdığı yıllara kadar, Türkiye’nin dünyadaki yerini statükoculukla özdeşleştiren tek isim Robins değildi elbette. Özellikle 2010’lu yıllarla birlikte bu yaklaşım yaygınlık kazandı ve Türkiye 1923’ten erken 2000’lere kadarki dönem boyunca genel olarak “statüko gücü” olarak, yani dış politikasını mevcut uluslararası düzenin kabul gören ilke ve parametreleri çerçevesinde şekillendiren orta büyüklükte bir güç olarak tanımlandı. Dolayısıyla Cumhuriyet döneminden başlayarak en azından 2000’li yıllara kadar kısa kesintilerle ve istisnalarla da olsa Türkiye daha geniş toplumsal ilişkilerden görece özerk Kemalist elitlerin liderliğinde uluslararası toplumun görece barışçıl, maceracılıktan uzak, dış ilişkilerinde egemenliğini ve ülkelerin bölünmezliğini savunan bir üyesi olarak değerlendirildi.

İÇTEN DIŞA, DIŞTAN İÇE TÜRKİYE’NİN DIŞ POLİTİKASI VE JEOPOLİTİK RANTİYERİZM

Fakat Türkiye’nin dünyadaki yerini ve dış politikasını anlamak için yazının girişinde bahsettiğim gibi daha geniş bir sosyal bilim perspektifine ihtiyaç var. Çünkü genel kabul gören bu hikâye ne dış politikanın toplumsal ve tarihsel kaynaklarını yansıtmakta yeterli oluyor, ne de Türkiye’nin Cumhuriyet tarihi boyunca gözlemlenen değişimlerinin açıklamayı yeterince başarıyor. Daha geniş bir sosyal bilim perspektifinden kastettiğim ise dış politikayı anlamaya çalışırken uluslararası ilişkiler ve dış politika analizinin disipliner kısıtlarının ötesine geçip uluslararası siyasi iktisat (USİ) ve uluslararası tarihsel sosyoloji (UTS) gibi çoklu disiplinlerin araçlarıyla analizi zenginleştirebilmek. Bunu yapmadıkça dış politika ve uluslararası ilişkiler sanki boşlukta icra edilen, ya bir uçta uluslararası sistemin gereklerinin yerine getirildiği ya da diğer uçta liderlerin kişilik özellikleri, inançları ve siyasi kanaatleri gibi faktörlere indirgenebildiği kısıtlı bir çerçeve olarak ortaya çıkıyor.

Örneğin, sözü edilen Kemalist elitler veya daha geniş bir adlandırmayla Cumhuriyet dönemi boyunca yüksek politikayı büyük ölçüde tekeline alan askeri, bürokratik ve yargısal elit hangi tarihsel-toplumsal ilişkiler sonucu ortaya çıktı ve bu dönem boyunca ayrıcalıklı politika yapma imkanını elinde tuttu? AKP ve Erdoğan yönetimi iktidara ilk geldiğinden itibaren hem içeride hem de dışarıda nasıl bir dünyayla karşı karşıya kaldı ve buna karşı stratejilerini nasıl geliştirdi? gibi sorulara cevap vermek için bu kısıtları aşmak ve analizi genişletmek gerekiyor. Bu genişletmeyi yaparken de yukarıda işaret ettiğim gibi USİ ve UTS’nin kavramsal araçlarından ve yöntemlerinden faydalanmak gerekiyor. Devletin oluşumu, sınıfsal ilişkiler, kurumsallaşma ve tahakküm biçimleri, dünya düzeninin ve onun özellikle dış politikası, konu edilen devlet üzerindeki basınçların yön ve biçimleri gibi meseleler sorunsallaştırılarak işe başlanabilir. Yani dış politikayı değerlendirmek demek aynı zamanda tarihsel toplumsal dönüşümü de değerlendirmeyi gerekli kıldığı için, bu anlatı bir bütün olarak inşa edilebilir. 

TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN DEVLET OLUŞUM SÜRECİ

Bu minvalde cevap verilecek ilk soru Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet oluşum süreciyle ilgili. Osmanlı’nın son dönemine damgasını vuran merkezileşme girişimlerinin niyet edilmemiş bir makro sonucu olarak yükselen askeri-bürokratik elit, 19. yüzyılın sonlarından itibaren giderek kilit bir konuma geldi ve Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte hem politika yapma hem de toplumsal olarak üretilen artı değerin alıcısı olma anlamında rakipsiz hale geldi. Alternatif bir toplumsal ve siyasal projenin yokluğunda, daha doğrusu bu tür tüm girişimlerin başarıyla bertaraf edilmesinin sonucu olarak, askeri-bürokratik elit içeride siyasi ve iktisadi iktidar tekelini kurmanın yanı sıra aynı şekilde uluslararası ilişkilerinde de siyaseten ve iktisaden bağımsız bir devlet inşa etme stratejisini benimsedi. Bunu yaparken de bir yandan yerli ve sadık bir sermaye yaratmaya, diğer yandan görece bağımsız bir dış politika izleme imkanını etkin bir şekilde kullanmaya çalıştı. Uluslararası düzende büyük devletlerin savaş sonrası dönemde iç sorunlarla meşgul olması, uluslararası para ve ticaret düzenini yeniden inşa girişimlerinde karşılaşılan güçlükler, 1929 Büyük Buhranı ve faşizmin yükselişiyle birlikte Sovyetler Birliği’ndeki yeni rejimin başarıyla tahkim edilmesinin yarattığı koşullar görece bağımsız bir dış politika izleme girişimleri için gerekli zemini hazırlamıştı. 

NESİLLER BOYU REJİMİN PARÇASI OLAMAYANLAR 

Her ne kadar Mustafa Kemal Atatürk liderliğinde Batılılaşmacı bir modernleşme doğrultusu izlenmeye çalışılsa da bu otomatik olarak Türkiye’nin Batı yanlısı bir dış politika izlemesi anlamına gelmiyordu. Daha ziyade, Batılılaşma, Batı’dan bağımsız olma imkanı verdiği ölçüde tercih ediliyor ve bağımsız olmanın bir aracı olarak değerlendiriliyordu. Özetle, Türkiye Cumhuriyeti devletinin oluşumu ve kurumsal olarak tahkimi sonuç olarak görece yüksek özerkliğe sahip, alternatif siyasi projeleri başarıyla bertaraf etmiş, artı değere el koyma ve sermayenin birikim biçimini tekeline almış bir askeri-bürokratik elitin eliyle gerçekleşti. Bu grup kendini ve kurumsallaştırmaya çalıştığı düzeni yeniden üretmeye çalışırken Türkiye’nin dış politikasını da bu düzene entegre ederek yoluna devam etti. Ama aynı zamanda bu tekeli inşa ederken, çözülmemiş bir sosyal sorunu, yani toplumun geniş kesimlerinin bu siyasi projeye entegre olmaması sorununu da geleceğe miras bıraktı. Başta Kürtler ve Aleviler, ayrıca kırsal, görece düşük eğitim düzeyli, bu düzene entegre olabilecek vasıflardan yoksun muhafazakârlar, nesiller boyu yeni rejimin bir parçası olmadılar. 

SOVYETLER BİRLİĞİ’YLE SINAİ VE MALİ YARDIMLAR ÜZERİNDEN GÖRECE YAKINLAŞMA

İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle birlikte Türkiye jeopolitik olarak yönünü daha çok Batı’ya ve özellikle ABD’ye çevirmesine rağmen, savaş sonrasında oluşan durumda da zaman zaman görece bağımsız bir dış politika izlemeye devam etti. Bu bağımsızlığı da büyük ölçüde Osmanlı’dan Cumhuriyet’e taşınan jeopolitik rantiyerizme borçludur. Tıpkı özellikle 19. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun rekabette güçlük çektiği büyük devletleri birbirine karşı oynayarak varlığını devam ettirmekte başarılı olduğu gibi, 1945 sonrası dönemde kapitalist mülkiyet ilişkilerini kurumsallaştırma ve Sovyetler Birliği’ne karşı tampon ve karakol oluşturma karşılığında Batı’nın güvenlik mimarisi içine giren Türkiye, jeopolitik konumunu başarıyla kendi lehine kullanmayı sürdürdü. Bu dönemde çok partili hayata geçmiş olmakla birlikte otoriter eğilimli yönetimi sürdürmeye devam etti. Her ne kadar 1960 Darbesi'ni izleyen dönemde, görece bazı hakların ve özgürlüklerin kapsamının genişlediği görülse de askeri-bürokratik-yargısal elitin ve onların yol ve el verdiği sermayenin gelişimiyle birlikte kapitalist mülkiyet ilişkileri yerleşmeye başladı. Yine jeopolitik rantiyerizmle 1960’tan 1980’e kadar Türkiye’nin ithal ikameci bir kalkınma stratejisi izlemesi mümkün oldu. Hatta, soğuk savaş döneminde Türkiye’nin oynadığı jeopolitik rol nedeniyle Kıbrıs Krizi sonrasında Sovyetler Birliği’yle sınai ve mali yardımlar üzerinden görece yakınlaşması Türkiye’nin Osmanlı’dan bugüne başvurduğu yaklaşımın, Batı blokuna katılmakla son bulmadığının gösterir. 

1980’LERDEN 1990’LARA TÜRKİYE’NİN DÖNÜŞÜMÜ VE AKP’NİN YÜKSELİŞİNİN SİYASİ-İKTİSADİ KAYNAKLARI

1980 Darbesi, hem askeri-bürokratik-yargısal iktidar tekelini hem de solu sindirerek Türkiye’nin ABD liderliğindeki kapitalist düzene entegrasyonunu tahkim ederken, solun yeniden güçlenme ihtimalini ortadan kaldırmak için siyasal İslam’ın önünü açtı. Güvenlik ve genel anlamda devletin yüksek çıkarları üzerindeki iktidar tekelini tahkim eden askeri-bürokratik yargısal elit kısmi bir güç paylaşımına giderek kapitalist mülkiyet ilişkilerinin geçmişte Dünya Bankası’nda da danışman olarak çalışan Turgut Özal eliyle yerleşmesine de kapı araladı. Özal döneminde ABD liderliğindeki kapitalist düzenin neoliberal birikim rejimine entegre olma çabası 1980’li yılların hem iç hem de dış politikasının ana şekillendiricilerinden oldu. Solun demokrasi, insan hakları ve sınıf hareketlerine ilişkin taleplerinin tamamen sindirildiği bu dönem kapitalizmle otoriteryanizmin mutlu birlikteliğinin gözlemlendiği bir dönem oldu. 

Bu dönem İstanbul’daki büyük kapitalistlerin yanı sıra Anadolu’da da zaman zaman Anadolu Kaplanları, İslami Kalvinistler, yeşil sermaye ve benzer isimlerle anılan muhafazakâr bir kapitalist grubun doğuşuna sahne oldu. Bu grubun siyasi karşılığıysa 1990’lar boyunca yükselen, anti-emperyalist söylemle birlikte dış politikada Batı karşıtlığını benimseyen Refah Partisi oldu. 1960’lardan bu yana büyük sermaye ve devlet tarafından görece dışlanan muhafazakâr kapitalistlerle birlikte, dini dayanışma ağları ve adil düzen çağrısı üzerinden geniş yoksul kesimlerin desteğini alan Refah Partisi, sınıf politikasının zayıflamasıyla birlikte kimlik politikalarının da yükselişiyle Türkiye’nin 1990’lar boyunca siyasi hayatına damga vurdu. Ancak 1997’de yaygınlıkla “postmodern darbe” olarak da adlandırılan 28 Şubat kararlarıyla başlayan süreçte Refah Partisi ve ardılı Fazilet Partisi'nin kapatılmasıyla askeri-bürokratik-yargısal iktidar tekeli yenilenmiş oldu. 

Kimlik politikalarının öne çıkması Kürt hareketinin de soldan bağımsız bir şekilde kendini göstermesine yol açtı ve özellikle 1990’lar boyunca Kürt meselesi Türkiye’nin kilit iç ve dış sorunu haline geldi, meseleyi yoğunlaştırılmış bir şiddet aracılığıyla çözmeye çalışması nedeniyle de dış politikada Avrupa’yla mesafe açılırken ABD ve İsrail ile yakınlaşma gözlendi. 

Her ne kadar kimi zaman müesses nizam olarak da anılan askeri-bürokratik-yargısal elitin iktidar tekeli 1990’lar sonu itibariyle perçinlenmiş gibi görünse de yoğun kolluk şiddetinin yanı sıra her türlü muhalefete yönelik yargısal şiddet aslında bu düzenin ve onu temsil eden devlet aygıtının pek de güçlü olmadığı gösterdi. 1990’da sermaye hareketlerinin tamamen serbestleştirilmesi ve eşlik eden finansallaşma, 1990’lar boyunca Türkiye ekonomisinin krizden krize savrulmasına yol açtı. Susurluk skandalı devletin her türlü örgütlü suçta aktif dahlini gösterirken, rüşvet ve yoksulluk skandallarına artan eşitsizlik eşlik ediyordu. 1999 Marmara Depremi karşısında devletin tümüyle aciz kalması ve iki yıl sonra yaşanan büyük ekonomik kriz güçlü devlet görüntüsünün altında kof bir yapı olduğunu ortaya çıkardı. Küresel iktisadi düzene entegre olan Türkiye, bu entegrasyonun bütün olumsuz yan etkilerini yaşadı.

ERDOĞAN, AKP VE TÜRKİYE’NİN ULUSAL ÇIKARLARI

Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) de işte tam da böyle bir zamanda iktidara geldi. Refah Partisi ve daha sonra Fazilet Partisi’nin temsil ettiği Millî Görüş çizgisini terk eden bir grubun kurduğu AKP, toplumun genel memnuniyetsizliğinden faydalandı. Üçlü bir yeniden üretim stratejisiyle siyaseten ayakta kalmaya çalışan AKP, askeri-bürokratik-yargısal eliti düşmanlaştırmadan ılımlı bir yönetsel taktikle birlikte, küresel kapitalizme daha fazla entegre olarak ve hatta Ortadoğu’yu da entegre ederek Avrupa Birliği ve ABD’nin desteğine talip olmaya ve son olarak iktisadi büyüme, kamu hizmetlerinin iyileştirilmesi ve toplumun daha geniş kısmının zenginleşerek olmasa da küresel finansal bolluğun mümkün kıldığı kredi erişimi yoluyla refaha kavuşturulması yoluyla kitlesel seçmen desteğini genişletmeyi içeriyordu. Elbette bunu yaparken emek karşıtı politikalardan da vazgeçmedi. Erdoğan liderliğinde AKP bunların tamamında kendi hedefleri çerçevesinde başarılı oldu. Baştaki ‘yol kazası’ 1 Mart Tezkeresi'nin reddedilmesini dışarıda bırakırsak, AB katılım sürecinde yol aldı ve Ortadoğu’yu ABD liderliğindeki kapitalist uluslararası düzenin erişimine açmaya soyundu. Ortadoğu ile ticari ve diplomatik ilişkileri geliştirerek bölgesel siyasette de daha etkili olmaya çalıştı. 

AKP’NİN DEVLETTEKİ YERİ SAĞLAMLAŞIRKEN DIŞ POLİTİKASININ DA KAPSAMI GENİŞLİYOR

Her ne kadar 2009 yerel seçimlerinde küresel finansal krizin yansımaları sonucu kısmen beklenenin altında bir başarıyla sonuçlansa da 2007 ve 2011 Genel Seçimleri AKP’nin Türkiye’nin siyasal hayatında kalıcı bir aktör olduğunu göstermişti. 2007’den itibaren askeri-bürokratik-yargısal düzeni karşısına alabilecek kadar güçlü hissetmeye başlayan AKP, koalisyon ortağı Gülen hareketiyle birlikte müesses nizama karşı ilk hamlelerini özellikle yargı yoluyla yapmaya başladı. 2011’e gelindiğinde toplumun yarısının seçmen desteğini arkasına alan AKP, “Arap Baharı” adı verilen sosyal hareketlerin Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki Batı yanlısı diktatörlükleri devireceği ve Türkiye’nin liderliğinde bir bölgesel değişim olacağı inancıyla önce ABD ile birlikte, Obama yönetimi isteksiz davranınca da kendi başına bu değişime yön vermeye girişti. Mısır’da Müslüman Kardeşler ve Suriye’de daha sonra Özgür Suriye Ordusu adını alacak muhalefetin yanında yer alan AKP, aynı zamanda Kürt sorununu da ele alarak bir ‘çözüm süreci’ başlattı. 2013 Mayıs ayına gelindiğinde Gülen’le ilişkiler bozulmaya başlamış olsa da AKP için her şey yolunda görünüyordu. Çözüm süreci işlerken, AKP’nin devlet kadrolarındaki yeri sağlamlaşıyor ve ekonomi en azından kredi derecelendirme kuruluşlarının gözünde yatırım yapılabilir olma yolunda ilerliyordu. Mayıs sonundaysa tüm tablo değişecekti.

Önce mayıs ayı sonunda Gezi protestoları patlak verdi. AKP’nin demokratikleşme projesinin sınırlarına gelindiği açıkça görüldü. Geçmişte de AKP’nin muhalefeti bastırma, emeği disipline etme ve toplumun yaşam tarzını toplum mühendisliğiyle şekillendirme biçiminde kendini gösteren otoriter yönelimi bu kez belirgin bir şekilde ortaya çıktı. Aynı dönemde Mısır’da Muhammed Mursi’nin darbe yoluyla iktidardan indirilmesiyle birlikte Erdoğan’ın savrulduğu güvensizlik hissi Gezi’nin de bir darbe girişimi olarak yorumlanmasına ve bugüne kadar süregelen ve dibi henüz görünmeyen bir otoriterliğin derinleşmesi sürecinin başlamasına yol açtı. AKP’nin büyüme modelinin bağımlı olduğu küresel kredi bolluğu FED’in yıllardır süren gevşeme politikasının sona ermesiyle de güçlükle sürdürülmeye başlandı. Aynı dönemde, Erdoğan’ın siyasi ortağı Gülen hareketiyle çatışmasının derinleşmesiyle birlikte, Gülen’e bağlı kamu ve yargı görevlileri eliyle yürütülen 17-25 Aralık rüşvet ve yolsuzluk operasyonları da darbe olarak nitelendi. Son olarak, Haziran 2015’te çözüm sürecinin sonuçsuz kaldığı bir ortamda ve AKP’nin ilk kez Meclis çoğunluğunu sağlayamadığı genel seçimleri takiben çatışmaların yeniden başlamasıyla birlikte Erdoğan’ın liderliğinde AKP siyasal bekasını aşırı milliyetçiliğe bağladı ve bu şekilde şiddet ortamında yenilenen Kasım 2015 seçimlerinde tekrar çoğunluğu ele geçirdi. Elbette çözüm sürecinin başarısızlığa uğramasındaki ana belirleyenlerden biri de Suriye İç Savaşı’nda Kürt muhalefetin Türkiye’nin arzusu hilafına Özgür Suriye Ordusu’na katılmayı reddedip Şam rejimi ve Türkiye destekli muhalefet karşısında özerkliğini koruması oldu. 

YENİ KOALİSYON ÇİMENTOSU: İKTİDAR TEKELİ KURULSUN VE KÜRTLER STATÜ EDİNMESİN

2016’da Erdoğan’ın ‘Allah’ın bize büyük bir lütfu’ olarak tanımladığı darbe girişiminin ardındansa Batı’yla ve özellikle ABD ile ilişkiler derin yara aldı. Erdoğan ve AKP darbeden ABD’yi, darbenin finansmanında ise Birleşik Arap Emirlikleri’ni sorumlu tuttu. Darbe girişimini fırsat bilen Erdoğan, Milliyetçi Hareket Partisi’nin ve ulusalcı-bağımsızlıkçı unsurların desteğiyle, olağanüstü hal ve kanun hükmünde kararnameler yoluyla iktidarını tahkim ederken, bürokrasi, yargı, üniversiteler, silahlı kuvvetler ve genel olarak kolluk kuvvetlerini, medyayı, eğitim ve sağlık sistemini AKP ve MHP’nin parti aparatçikleri haline getirmeye ve bir parti-devlet inşasına soyundu. Yeni kurulan koalisyonun çimentosu hem ülke içinde hem de dışında Kürtlerin herhangi bir statü edinmesini engelleme amacı oldu. Bu anlamda Erdoğan liderliğindeki AKP iktidarının 2016 sonrası hem iç hem dış politikasının kurucu unsurunun Kürt meselesi, ya da başka bir ifadeyle Kürtlerin siyaseten varlık göstermelerine karşı geliştirdiği askeri ve siyasi politikalar olduğunu söylemek abartı sayılmaz. 

ARTAN ASKERİ FAALİYETLER: SURİYE, DOĞU AKDENİZ, LİBYA 

Ülke içinde ve dışında Kürt meselesiyle ilgili parti-devletin belirlediği sınırlar dışında konum alan herkes terörle iltisaklı kabul edilirken, Suriye’de ABD’nin Kürtlerin liderliğindeki Suriye Demokratik Güçleri’ne destek vermesi, Türkiye’nin 2016 ile 2019 yılları arasında Kuzey Suriye’de bazı bölgelere operasyon düzenleyerek bu bölgeleri ÖSO ile birlikte kontrol etmeye başlamasıyla ve Türkiye ile Rusya arasında kısmi yakınlaşma ile sonuçlandı. Özellikle önce Obama yönetimi sırasında, sonrasında da Trump yönetimi sırasında ABD’nin Ortadoğu’nun idaresinden görece çekilmesiyle birlikte, Türkiye bölgede ve daha geniş coğrafyasında daha aktif bir rol oynamaya başladı. Ancak, uluslararası ilişkilerinde giderek daha fazla tecrit olan Türkiye, özellikle ABD’nin bölgede bıraktığı boşluğu fırsata dönüştürerek askeri faaliyetlerini Suriye dışında da bilhassa Doğu Akdeniz ve bununla bağlantılı olarak Libya’da arttırdı. 

JEOPOLİTİK RANTİYERİZMİN DAHA GÜNDELİK VE TAKTİKSEL VERSİYONU

Ancak son yıllarda hem bu tecrit hem de kötüleşen iktisadi performans nedeniyle 2023 Seçimleri'nin ardından Erdoğan yönetimi en azından retorikte yeniden yüzünü Batı’ya ve özellikle de Körfez ülkelerine döndü. Türkiye’nin hem iç hem dış politikasında gözlemlenen bu zikzaklar zaman zaman yorumcular tarafından ‘kötü yönetim’ olarak değerlendiriliyor olsa da, defalarca görüldüğü gibi siyasi bekasını ülkenin bekasıyla fiilen eşitlemeyi başardığı ölçüde, ‘kötü yönetim’ olarak değerlendirilen politikaların aslında Erdoğan yönetimi açısından ‘başarı’ olduğu açıktır. Son kertede, yurt içinde seçimleri kazandığı gibi, uluslararası siyasette de her ne kadar yönsüz ve tutarsız görünse de kendi bekasına hizmet edecek politika ve stratejiler izlediği görülüyor ve jeopolitik rantiyerizmin daha gündelik ve daha taktiksel bir versiyonunu uyguluyor. Bunu yaparken, geçmişte iktidar tekelini elinde tutan askeri-bürokratik-yargısal eliti de tamamen yerinden etmiş bir şekilde, kendi iktidar tekelini yaratarak ve muhalefetin de muhalefet etme sınırlarını çizerek yoluna devam ediyor. Üstüne kendine sadık bir kapitalist fraksiyonla birlikte, geniş kitlelerin seçmen desteğini de almaya devam ediyor. Ve son aylarda bu yönsüz dış politika AKP’ye Körfez’de kredi arama yollarını da açmış durumda.

Sonuç olarak, Cumhuriyetin yüzüncü yılında geldiğimiz noktada aslında, Osmanlı’dan bugüne Türkiye’nin dış politikasını şekillendiren jeopolitik rantiyerizmin bugün de belirleyici bir yeri olduğunu görüyoruz. Fakat AKP bir yandan askeri-bürokratik-yargısal iktidar tekelinin statükocu addedilen dış politikasından uzaklaşırken, statükoyu muhafaza etmekte zorlandığı bir dönemde kontrol etmeye gücünün yetmediği gelişmelere gündelik karşılıklar bularak yoluna devam ediyor. Ama içeride iktidar tekelini muhafaza edip muhalefeti de kendisinin kötü bir kopyası kılmakta başarılı oldukça dış politikada da genellikle istediği sonuçları kısmen de olsa elde edebiliyor. Bir yandan da ülkenin ulusal çıkarı ve bekasını, kendi çıkar ve bekasıyla özdeşleştirebiliyor.

BURADAN NEREYE? 

Daha önce Gazete Duvar için kaleme aldığım bir yazıda dış politika, özellikle de Türkiye’nin dış politikası değerlendirilirken genelde soyut bir ölçüt setine, çoğu zaman çerçevesi belirsiz bir ulusal çıkar mefhumuna dayanılarak hükümetin hatalarını bu ölçütlere göre düzeltmesi çağrısında bulunulduğunu yazmıştım. Bu tür değerlendirmeler yapılırken, dış siyasetin iç siyasetten mutlak surette özerk olduğuna, toplumdan bağımsız bir devlet çıkarı olduğuna, devletin toplumsal ve siyasal ilişkilerden ari, bu ulusal çıkarın mutlak bilgisiyle donanmış olduğuna ilişkin bir varsayım da yapılıyor. Fakat devlet, toplumdan mutlak surette özerk olmadığı gibi, devletin toplumdan bağımsız bir yüce çıkarı da yoktur. Dolayısıyla, toplumun geniş kesimleri adına milliyetçi hezeyanlarla geliştirilmiş bir devlet bekası ve çıkarının ‘başarılı’ bir şekilde uygulanması ve bunun dış politikada bir başarı kriteri olarak konunun uzmanlarınca değerlendirilmesi, dış politika analizinin kendisini analitiklikten uzaklaştırdığı gibi milliyetçi kılar.

Hele bugünkü Erdoğan yönetiminde olduğu gibi partiyle bütünleşmiş bir kapitalist devletin, aşırı milliyetçi bir ideolojiyle yoğrulmuş ‘ulusal çıkarı ve bekası’, Erdoğan’ın, kendisine sadık sermayenin ve çeşitli şekillerde kurulmakta olan iktidar tekelinden faydalananların çıkarı ve bekasıdır. Belki de bu yüzden bu kadar kolaylıkla bu çıkarı ve bekayı tanımayan milyonlarca insan terörist değilse bile terör iltisaklı yaftasını yiyebiliyor. Öyleyse Türkiye’nin dış politikası Cumhuriyet'in ikinci yüzyılına girerken sadece yukarıda andığım kuramsal sebeplerle değil, siyasi, toplumsal ve dolayısıyla yaşamsal sebeplerle de ülkenin içinde bulunduğu genel durumdan bağımsız değerlendirilmemeli. Dünya siyaseti ve iktisadı değişirken ve ABD liderliğindeki kapitalist uluslararası düzen aşınırken, Türkiye gibi otoriter devletlere daha ‘başarılı’ dış politika yapma imkanlarının kapısı da daha fazla açılacaktır. Ama bu ‘başarı’, halkın kendi çıkarını demokratik bir şekilde belirlediği bir yöne doğru değil, parti ve devlet çıkarının halkın çıkarı aleyhine güçlenmesi yönüne doğru hareket edecektir. Cumhuriyet'in ikinci yüzyılında Türkiye dış politikasının doğru bir yöne evrilmesi bir bütün olarak toplumun devlet ve parti siyaseti aracılığıyla değil, kendi örgütlenmesi yoluyla gerçek bir demokrasiye yüzünü dönmesiyle mümkün olabilir.

* İstanbul Bilgi Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi


NOTLAR: 

(1) Philip Robins, Suits and Uniforms: Turkish Foreign Policy Since the Cold War, C. Hurst & Co, 2003; ayrıca bkz. Baskın Oran, Türk Dış Politikası: Temel İlkeleri ve Soğuk Savaş Ertesindeki Durumu Üzerine Notlar, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, cilt 51, sayı 1, 1996.