Sultanın sırtındaki yük

Sultanların sırtında çift yönlü taşınan kaçak mallar genellikle çay, şeker, sigara, kısmen içki, çoğunluğu Çin malı elektronik eşyalar, uydu cihazları ve en çok da makyaj malzemeleridir. Ama ne olursa olsun adı üzerindedir, kaçakçılıktır yapılan iş. Yani sultan olsan kâr etmez!

Google Haberlere Abone ol

Veysel Başçı*

Sultan IV. Murat 1638 yılında Bağdat’ı kuşatır. Kuşatma devam ederken Osmanlı’nın İran sınırında mukim Baban (e)mirlerine “Paşa” unvanı tevdi ettirir. Haberi alan Safevilerden II. Şah Abbas, tedirgin olur. Hemen harekete geçer. Osmanlı sınırına komşu, Erdelan Kürt Beyliği’nin en dip yerindeki Hevramanlar’a derhal San (sultan) unvanını verir. Bu unvana en fazla Erdelan beyleri itiraz eder ama sonuç değişmez. Sistem, örneklerine ancak ada ülkesinin Galler ve İskoçya gibi bölgelerinde rastlayabileceğimiz özerk bölge içinde başka bir özerk yönetim bölgesi (autonomous goverment territory within another autonomus region) şeklindeki bir tür vassallık sistemine dönmüştür bile. Safevi devletinin feodal örgütlenmesi neticesinde sultan unvanını almış Hevramanlar, İsfahan sarayının verdiği (öz)güvenle, iki büyük dört küçük parçadan oluşan bölgelerini o günden sonra “Sultanlık Şurası” adı altında yönetmeye başlarlar. Oluşturulan sekiz kişilik şuraya, Sultan Abbaskuli Hevraman başkanlık eder. O tarihten sonra artık oranın adı resmiyette de bürokraside de sultanlıktır: Hevraman Kürt Sultanlığı.

Hevraman Sultanları tarihte birçok kez İran'ın merkezi hükümetiyle karşı karşıya gelirler. Her karşılaşmada Erdelan Kürtleri merkezi hükümetin yanındadır. Sultanlar, İran’a karşıyken Osmanlı tarafından destek görürler. Hatta Diyarbekir’de beş yıl boyunca ailesiyle birlikte zorunlu ikamete tabi tutulan sultanlar dahi olur. Sultanların ülkesi Hevraman, kimi zaman Osmanlı idaresi altına girer ama hiçbir büyük devlet orada gerçek anlamda bir otorite kuramaz. Çünkü orası sultanlara Tanrı tarafından armağan edilmiş bir yerdir. "İskender’in zindanı" da denilen Zagros’un kontrolü en güç ve en sarp bölgesidir. Görenin "coğrafya gerçekten de kadermiş" dediği bu bölge, dünyanın ender yerlerinden biridir.

Sultanlığın bağlı olduğu Erdelan Kürt Beyliği, 1868 yılında idari bir değişiklikle valilik sistemine dönse de Hevraman Sultanlığı, 1931 yılına kadar resmi varlığını sürdürür. Sultan Cafer Hevraman idaresindeyken Rıza Han Pehlevi’nin General Rezmara komutasındaki geniş çaplı askeri harekâtı sonucunda yapısal olarak ortadan kaldırılır. Böylelikle Osmanlı ve İran’ın birbirine paralel seyreden merkezileşme sürecinin ortadan kaldırdığı son otonom Kürt bölgesi olarak tarihteki yerini alır.

Hevramanların 1931 yılına kadar yönettiği bu küçük sultanlık, öyle Brunei ya da Umman Sultanlığı gibi zengin bir sultanlık değildir tabii. Bugün üç ülkenin resmi sınırlarının kesiştiği bir noktada yer alan Hevraman, tarihte olduğu gibi günümüzde de dünyanın en yoksul sultanlarının bir arada yaşadığı küçücük bir coğrafyadan ibarettir. Siyasi unvanlar ne olursa olsun, oraya tevdi edilmiş temel gerçek, “mutlak yoksulluktur.” Çünkü ekilecek toprağı yoktur oranın. Tarihin belli bir kesitinde taşıma toprakla ekin ekilmişse de dört yanı kayalıklara çevrili bu sultanlığa, evlatlarını bağrına basan tabiat ana bile acımamıştır. Alınlarına dağlanmış bu yoksul coğrafyanın resmi, çaresizliğin kader çizgileri gibidir.

UNESCO tarafından tescillenmiş kat kat köyleriyle tanıdığımız bu küçük ülkenin yoksul sultanları, nice zamandır “kolber” ölümleriyle karşı karşıya. Hemen hemen her hafta yaşanan yeni bir kolber ölümüyle, sultanlardan birinin daha ocağına ateş düşmektedir. Mutlak yoksullukla hemhal kılınmış sultanların, trajik kısır döngüleri de böylelikle, kendi yalnızlığı ve sahipsizliği içerisinde sessiz sedasız akıp gitmeye devam etmektedir. İran Parlamentosu verilerine göre, her yıl yaklaşık 150 kolber sınır boylarında hayatını kaybetmektedir. Hayatını kaybeden bu kolberlerin yarıdan fazlası, Hevramanlı yoksul sultanlardır. Hani şu havaya savrulan egzotik uzun saçları ve bol defli Pir-i Şal(i)yar törenleriyle BBC dahil pek çok kadraja girmiş Kadiri dervişlerin ülkesi.

Kolber sırtında yük taşıyan kişidir, kolberlik ise sırtta yük taşınarak yapılan sınır ticaretinin adıdır. Bir tür hamallıktır. Ama öyle böyle bir hamallık değil. Sırtta minimum elli kilo yükle yaklaşık iki bin beş yüz rakımlı geçit vermez dağların mayınlanmış patikalarına tırmanmakla yapılır. Kurşun vızıltıları da bu tırmanışa eşlik eder. Bu zorlu patika yolları sırtındaki yükle kat eden sultanlardan birisi mayına basacak olsa, sonraki yolculuğunu protez bacağıyla sürdürmek zorunda kalır. Yani kolberlik, düşünmesi bile insanı nefes nefese bırakan bir sınır kaçakçılığının adıdır. Emsali olmayan bu meslek, sultanlar ülkesi için riskli bir ekmek kapısıdır. Sınır kentlerinde işsizlik oranının resmi olarak yüzde 12.6 olarak açıklandığı ama gerçek oranın yüzde 50’lerde olduğu İran içinse büyük bir kazanç kapısı. Çünkü Irak ve İran sınırındaki dağlık noktalardan kolberlerin sırtında ülkeye getirilen mal, yıllık 3.6 milyar dolara tekabül eden ekonomik bir gelir demektir. Bu da iç piyasaya gümrük ve vergiden muaf girmiş mal tutarının yaklaşık yüzde 20’sine tekabül eder. Lakin ülkeye sırtında mal getirenin, söz konusu bu kaçak pastadan kazandığı miktar çok cüzidir. En fazla karın tokluğu kadardır mesela. Sultanın sırtında ülkeye giren maldan yahut ülkenin diğer bölgelerinde cereyan eden kaçakçılıktan asıl kazançlı çıkanlar, Tahran ve diğer büyük kentlerdeki devlet kademelerinde nüfuz sahibi olan simsarlardır.

Sultanların sırtında çift yönlü taşınan kaçak mallar genellikle çay, şeker, sigara, kısmen içki, çoğunluğu Çin malı elektronik eşyalar, uydu cihazları ve en çok da makyaj malzemeleridir. Ama ne olursa olsun adı üzerindedir, kaçakçılıktır yapılan iş. Yani sultan olsan kâr etmez! Onun için de bu kaçakçı sultanlar, hafta aşırı sınır muhafızlarınca kurşunların hedefi haline gelebilmektedir. Hem de uluslararası çapta siyasi, askeri ve ekonomik boykot altındaki bir ülkenin sınır muhafızları tarafından.

Söz konusu bu ülkenin “Kaçak Mal ve Dövizle Mücadele Genel Merkezi” verilerine göre petrol dışı ticaretin yüzde 30’u yani ülkenin yıllık 25 milyar dolarlık ekonomik dilimini kaçak mal ticareti oluşturur. Ülkeye ithal edilen malın neredeyse yarısı kaçak yollarladır. Resmi rakamlar ülke ekonomisinin ciddi bir kısmının kaçakçılıkla döndüğünü göstermektedir. Ülkeye getirilen kaçak malların sadece yüzde 10-15’lik bir kısmına el konulmaktadır. Kaçakçılık İran devletine özellikle de yerel üretime ciddi zararlar vermektedir denilse de bundan kast edilen ülkede sübvasyonlarla alınan akaryakıtın kaçak yollarla ülke dışına çıkarılmasıdır. Ülkeye ithal edilen kaçak mallar ise Merivan ve Serdeşt gibi sınır şehirlerinde kurulan kaçak eşya çarşılarıyla halka arz edilmektedir. Ekonomik ambargo altındaki bir ülke için halihazırda bulunmaz bir nimet!

Sultanların sırtında ülkeye getirilen ucuz fondöten, İranlı kadınların büyük şehirlerinden kalkıp kaçakçılar çarşısına koşmasını sağlar. Bu kadınlara sırtında makyaj malzemeleri taşıyan sultanların öldürülmesi emrini veren askeri yetkililerin eşleri de dahildir. Ülkede cereyan eden yolsuzluk, yoksulluk ve kaçakçılık öyle büyük ve yaygındır ki, sultanlardan birisi sırtında İran Merkez Bankası’na teslim edilecek bir palet ABD doları götürse, sınır yetkilileri ve Uluslararası Döviz Departmanı memurlarınca sınırda karşılanacaktır. Aynı paleti Merkez Bankası’ndan çıkaracak olsa, yine el üzerinde tutulacaktır. Ama çay, sigara ya da Sephora’nın rimel takımını taşırsa öldürülecektir. İşte oralarda cereyan eden şey, böylesine bir ekonomik döngüdür!

Evet, sultanın sırtındaki yük onun gerçeğidir belki ama ülkenin dört bir tarafından, Dubai açıklarından, Türkmen boylarından, Pakistan sınırından, Azerbaycan ve Türkiye kapılarından ülkenin iç kesimlerine doğru akıp giden kaçak mallar da ülkenin kendi gerçeğidir. Dini lider Ayetullah Hamaney’in bir konuşmasında hükümet yetkililerine hitaben, “Kaçakçılıkla mücadelede kararlı olun. Kaçakçılık derken sınırın öteki tarafından sırtında bir şeyler getiren Belucistan’daki gariban kolberleri kast etmiyorum. Bunlar önemli değil, bunların peşine düşseniz de bir şey değişmez, ben büyük kaçakçı organize suçlulardan söz ediyorum” demesi ülkede var olan kaçak ekonominin ne düzeyde seyrettiğini göstermesi bakımından yeterli bir parametre olsa gerek. İşte bu reel parametrenin bir kısmı sultanın sırtında yük olarak dururken büyükçe bir kısmı da şahın sırtında kalbura dönmüş durumdadır. Zira uzun bir süredir kriz yönetmekte yetersiz kalan İran devleti, ülkenin sosyal, ekonomik ve insani bir sorununa dönüşmüş bu krizi de yönetmediğini defaatle göstermiştir. Hükümet, birkaç kez Bakanlar Kurulu’nda kolber ölümlerini tartışmış ve yaşanan soruna çare bulmaya çalışıyormuş gibi yapmışsa da kolber ölümlerinin önünü almamıştır. Yetkililer, binlerce kolbere bu tehlikeli işi bıraktıracak, onları farklı işlere yöneltecek yapıcı bir çözüm yaklaşımını ortaya koyabilmiş değildir. Hükümet sınır bölgelerinde işsizliği azaltacak etkili tedbirler alamayınca kolberler için sosyal güvenlik yasası çıkartmıştır. Ancak bu yasadan sadece “resmi” hamallar, o da çok sınırlı ölçüde yararlanabildiğinden sorun katmerlenmiştir. Dolaysıyla İran Sınır Muhafızları tarafından sultanın sırtına sıkılan her mermi aslında devletin sosyal, ekonomik ve insani meseleleri çözmekte yetersiz oluşunun da ilanıdır. Bu çözümsüzlük, uzun süredir ülkenin içinde bulunduğu benzer problemlerde de kendini göstermektedir. Tahran ve diğer büyük şehirlerinde ölecekler için önceden kazılan mezarlarda yatıp kalkanlara, günden güne sayıları artan evsizlere ve inanılmaz boyutlara varan uyuşturucu bağımlılarına dair devletin üretebildiği hiçbir çözüm yoktur.

İşte oradaki acizlik içerisinde çözümsüzlüğe itilmiş bu sorun, Türkiye’de de haber değeri taşımayacak kadar önemsiz görülmektedir. Türkiye’den komşusuna bakan basın da, İran ekonomisi çalışan akademisyenler de, Roboski’ye ağıt yakıp Ahmed Arif’in 33 Kurşun şiirini ananlar da bu sultanları ya da daha yalın ifadeyle kaçakçıları pek görmek istememiştir. Tahran üzerinde uçan kuşun dişi mi erkek mi olduğuna bakanlar, ne o sultanların ekonomik kısır döngüsünü önemsemiş ne de ölümünü görmek istemiştir. Çünkü bu taraftakiler coğrafyanın kader olduğuna iman edip ölümün kader olduğunu unutacak kadar zenginleşmiştir. O ölen sultanlar ise yoksuldur ve de "hamal." Tek bir dertleri vardır o hamalların, o da ekmek parası! Şu dünyadaki en büyük lüksü ve hayalleri de bir pikabın arkasına yığışarak Merivan Gölü kenarında balık ekmek yemektir sadece. Sonrasında da olursa kısa bir goraniyle/halayla akşamı getirmek, hepsi bu. Oysa sırtlarında yük kemeri yerine hücum yeleği olsa muhtemelen bölge ve bölge aşırı devletlerin istihbaratları tarafından rahatlıkla fark edileceklerdir. Lakin onlar hamaldır. Viski ya da votka ile sarhoş olacak beyaz yeleli atları sadece film setlerinde görmüş yoksullardır.

Hem de öyle bir yoksulluk ki öldürülen sultanın ölüsü at veya katır sırtında filan değil, kendi gibi başka bir sultanın sırtında köyüne taşınan cinstendir…

*Dr., Bağımsız Araştırmacı