YAZARLAR

'Sonra çok düşündüm: Biz o gece yeniden doğduk'

Dayatılan belirsizliğe isyanla, hayatı yeniden kurmanın ağır tecrübesi ve becerisiyle, henüz yerinden edilmemiş olanlardan başka bir bilgiye sahip onlar. Suriyeli şair Ahmed Jundi, Halep'ten İzmir'e, sonra bir gece Ege'yi kat eden tıklım tıklım bir tekneyle Yunanistan'a, derken Hollanda'ya uzanan hikâyesini anlatıyor. Ailesiyle kavuşmayı dileyen Jundi, gücüyle, inadıyla ilham veriyor.

Ege'nin, Akdeniz'in sularında, paylarına kara bırakılmamış bedenler yüzüyor. Botlara sıkışıyorlar, botlara sıkışabilmek için kamyonların gizli bölmelerine, kamyonlara sıkışmak için bodrum katlarına, canlarını kurtarmak için bir yıkıntıdan diğerinin altına sığışıyorlar. Kendilerininki artık kalmadığından başka karalara, sonra denize süpürülüyorlar, sürükleniyorlar. İnsanın göçmen kılınmış hali, güneşi emip birkaç dakikada altındaki kâğıdı tutuşturan bir merceğe benziyor. Savaş, emek sömürüsü, ırkçılık, ayrımcılık, eşitsizlik, geleceksizlik her ne varsa, çağın şiddeti varlıklarında katlanıyor, kâğıt tutuşuyor. Yüz milyonlarca yerinden edilmiş, bugün dünyanın büyük halklarından birini oluşturuyor.

Birden evinin kapısını çekip çıkmak... Hâlâ bir kapı varsa tabii. Her ne kadarsa maddi, manevi birikimi, toplumsal, mesleki statüyü, sosyal, kültürel bağı geride bırakmak... Sonrası meçhul. Hiç umulmayanla herkes çok defa sınanıyor, yeri geliyor bir ömürde yeni sayfalar açılıyor. Ama onların yaşadığı başka.

Şu da var... Yerlerinden edilenler ile (belki de henüz) yerlerinden edilmemişlerin kurduğu insani, hakkaniyetli, diyelim ki “doğru” ilişki dahi, çoğunlukla merhamet üzerinden, bir mağduriyet öznesine yaklaşarak başlıyor. Elbette ki uğradıkları mağduriyet ve tabii ki ihtiyaç duyduğumuz şey dayanışma. Fakat mülteciler, sığınmacılar, göçmenler mecbur bırakıldıkları bu sıfırdan hayat kurma, hatta üzerine bir daha, bir daha kurma sınavındaki dirençleriyle, bu çağın şiddetine kafa tutuşlarıyla başlı başına özneler aslında. Müşkülle sınanmanın sağladığı beceri, her şeyini kaybetmenin verdiği özgürlük ve yenisini inşa etme dirayetinin kattığı özgüven ile başka bir bilginin sahibi onlar; mülteci bilgisi. Geleceksizlikle sınanan tüm dünya halklarına feyz, cesaret katabilecek, dayanışmayı hayatın kendisi kılacak bir bilgi bu.

Hikâyesini dinlemek, tüm bunları konuşabilmek için Suriyeli bir yazara ulaşmayı dilerken, hakkında çıkan birkaç haber üzerinden Ahmed Jundi'ye kesişti yolumuz. Şiir kitabına Belirsizlik ismini vermesine niye şaşıracaktık ki? “Hayatımda belirsiz olmayan hiçbir şey yok, kalmadı” diye anlatacaktı sonra. İzmir'de yaşayan bu şairin Halep'ten başlatacağı cümleleri vardı. Fakat İzmir'de bitmiyordu. O cümlelerin Hollanda'ya, Emmeloord'a uzandığını öğrenecektim sonra. Ahmed Jundi, bir gece Ege'yi o botlardan biriyle geçmiş bir şair, şu an pandemi yüzünden sığınma başvurusunun akıbeti belirsizleşmiş bir Suriye vatandaşı, aylardır hâlâ İzmir'de olan ailesiyle kavuşmayı bekleyen bir baba, belirsizliğe dair o hususi bilgiyle konuşacaktı.

YAMULTULMUŞ HAKİKAT

Ahmed Jundi

37 yaşındaki Ahmed Jundi'nin hayatı önce 2004 yılında değişti. O zaman Halep Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde üçüncü sınıfta, savcı olmak isteyen, 20'li yaşlarının başında bir gençti. 12 Mart 2004’te Qamişlo (Kamışlı) Stadyumu'nda gittiği maç, rejimin Kürt ve Arap halklarını karşı karşıya geçirmeye çalıştığı bir komplo olarak tarihe kaydolacaktı. Maç öncesi tribünlerde başlayan kargaşa, güvenlik güçlerinin ateş açmasıyla katliama döndü. Stadyumda aralarında çocuklar da olan sekiz kişi öldü; cenaze töreni ve sonrasında çıkan olaylarda bu sayı 52'ye yükseldi. Qamişlo Katliamı, yüzyıllardır yaşadıkları topraklarda haklarını arayan Suriyeli Kürtler için hiç unutamayacakları bir tarih oldu. O süreçte tutuklanan iki bine yakın kişiden biri de Ahmed'di. Anlatacak, okuyacaksınız, hayatta neler yaşamış, yine de o 48 günün bıraktığı iz gibisi yok.

“Tutuklu kaldığım o 48 günü anlatmaya kalkışsam romanlara sığdıramam. Her anını hayatımın tüm detaylarını düşünerek, sorgulayarak geçirdim. Hatıralarım, duygularım, annemin, babamın hatırladığım her sözü zihnimde film gibi döndü. Kendini habire tekrar eden o film durunca, bana ne yapacaklarını düşünmeye başlıyordum. Hayatta belirsizliği en çok orada hissettim. Birlikte tutuklandığımız arkadaşlarımla her şeyi göze almıştık ama bize ne yapacaklarını, neler yapabileceklerini hayal dahi edemiyordum. Hatırladığımda beni en çok yoran, kötü hissettiren duygu o.”

Okuldan atıldı, savcı olma hayali, hayatının kabusuna döndü. “Cevabım size romantik gelebilir” diye başlıyor, o kabustan çıkabilmesini şiire borçlu olduğunu söylüyor. “Ülkemde hakikatin şekli şemali bozulmuştu sanki; diktatör yüzünden, çeteler yüzünden yamuktu artık hakikat. Şiir bana o yamuk hakikati de gösterdi.”

Ahmed Jundi, Suriye'de savaşın başladığı 2011 öncesinde eşi ve kızıyla birlikte Halep'te yaşıyor, grafikerlik yapıyordu. Siyasi açıdan da büyük bir belirsizlik olarak tarif ediyor o zamanı, özellikle de kendi dillerini konuşmayı, kültürel haklarını talep eden Kürtlerin geleceği açısından. Ekonomik krizin başladığını, hayatın zorlaştığını hatırlıyor. Ve savaşla birlikte bildikleri hayat baştan aşağı değişiyor.

'BU BİR RÜYA OLSUN'

Evleri bombalandıktan sonra 2013'te her şeylerini bırakarak Halep'ten çıktılar. Sadece bu iki cümle arası bile zorluklarla dolu bir hikâye; ne kolay geçiliyor paragraftan paragrafa. İnat ettiler, İzmir'de o yeni hayatı kurmayı başardılar. Ahmed küçük bir tekstil firmasında grafikerlik işi bulmuştu. Sanatçı olan eşi Nesrin ve kızından oluşan aileleri büyüdü, bir de oğulları oldu.

Irkçılığın fiziksel şiddetiyle yüz yüze kalmadığını ama o görünmezliğin, anlar görünen bakışlardaki acımanın ağırlığını da hep hissettiğini söylüyor Ahmed. Vatandaşlık almadılar, çalıştıkları hiçbir işte sigortalanmadılar. Nefes almak kolay değildi: Ancak sağ kalmaya yeten maaş, ekonomik kriz ve ürküten yarın. Hep bir fazlalıkmışsın gibi hissettirildiğin bir yerde hep bir eksiklikle yaşamak mecburiyeti.

Jundi ve ailesi

“Bugün dünyanın tamamına belirsizlik hâkim. Türkiye’deki koşullar her şeyi derinleştiriyor, ekonomik zorluklar hayatı yaşanmaz kılıyordu artık. Düşünün, günde on iki saat çalışıyorsun ama ailenin temel ihtiyaçlarını dahi karşılayamıyorsun. Üstüne bir de gayet yaygın olan Suriyeli sığınmacı karşıtlığı... Türkiye’nin ekonomik durumu kötüye gidiyor. Umarım öngörüm gerçekleşmez ama sanırım daha da kötüleşecek ve çoğumuzun yaşadığı gibi ahmak yöneticilerin akılsızlığının bedelini yine yoksullar, ezilenler ödeyecek. Ülkemden çıkıp başka bir ülkeye, Türkiye'ye gitmemin de, oradan çıkmak istememin de temel nedeni çocuklarımın geleceği. Bu kararı eşimle birlikte aldık. Kendi hayatımın kaygısını hiç duymadım. Sırf kendi hayatını düşünen biri ölümün en büyük ihtimal olduğu o kaçak, zorlu yollara girer mi? Ben öldürmeye, her ne olursa olsun birilerinin hayatına son verilmesine karşıyım. Çocuklarımın ölümü, öldürmeyi görmeyecekleri bir yerde büyümesini istiyorum.”

Ege'den tekneyle Yunanistan'a önce hep birlikte geçmeyi düşünüyorlardı. Sorup soruşturdukça çocukları o riske atmamaya, Ahmed'in önden tek başına gidip yeni bir hayatı zorlamasına karar verdiler. Çok zor bir karardı bu. Kaçakçılarla görüştü Ahmed, biriyle anlaştı. Marmaris'e gelmesini söylediler.

“Benim gibi Yunanistan’a gitmeye çalışanların kaldığı bir otelde kaldım. 18 kişiydik. Neredeyse bir ay orada, kaçakçıların bizi almasını bekledik. Artık bizi kandırdıklarını düşünmeye başlamıştık çünkü her gün 'Yarın hareket edeceğiz' diyorlardı. Ve her gün Yunanistan’a gitmeye çalışanların teknelerinin battığının, batmayanların yolda yakalandığının haberlerini alıyorduk. Psikolojimiz bozulmuştu. İşin garibi, hiçbirimiz denizde boğulmaktan, yolda yakalanmaktan korkmuyorduk. O bir ay boyunca hiç kimse gitme fikrinden vazgeçmedi. Sonra bir gece vakti kaçakçılar aradı, 'Hazırlanın' dediler.”

Teker teker otelden çıkıp ileride onları bekleyen taksilere bindiler. 18 kişinin, tıkış tıkış sığacağı 11 kişilik bir araca bıraktı onları taksiler. Binerken yarım saat dedikleri yol, iki saatten fazla sürdü. Bir yerde indirdi şoför, “Şu tarafa yürüyün, tekne orada” dedi, korkuyla kaçtı, gitti. Taşlı, tel örgülü bir yolda neredeyse bir buçuk saat yürüdüler. Bu arada o 18 kişiden biri kanser hastası genç bir kadındı, yürümekte zorlanıyordu. Sırayla onu sırtlayarak, yara bere içinde kalarak tekneye ulaştılar. Onları bir şok daha bekliyordu, anlaştıklarından çok daha küçük bir tekneydi karşılarındaki.

“Kaçakçılarla bunun münakaşasını yapmaya bile takatimiz kalmamıştı. O yolu geri yürüyemezdik, önümüzdeki gitme ihtimalini hiç tepemezdik. Tekneye doluştuk. Yola çıkar çıkmaz hepimizi korku sardı. Kanser hastası kadınla, iki kadın daha ağlamaya başladı. Tam o sırada tekne bozuldu, denizin ortasında dımdızlak kalakaldık. Tekneyi kullanan, tamir etmeye çalışırken ne olur bu bir rüya olsun, diye düşünüyordum. O geceyle ilgili en net hatırladığım şey o his. Neyse ki tekne tekrar çalıştı, devam edebildik. İki saatlik yol bize iki gün gibi geldi. Adaya ulaştığımızda kutlamalı mıyız, halimize ağlamalı mıyız bilemedik. Çok ilginçti, hayatımızın en büyük zaferini kazanmış gibi hissediyorduk. Sonra çok düşündüm: Biz o gece yeniden doğduk! Ne olursa olsun hayatta kalabilmek ne muazzam şeymiş! Şimdiki halim, düşünme biçimim, hayata bakışım büyük ihtimalle o gece şekillenmiştir.”

ÖLÜMDEN SONRA PASAPORT 

Dostoyevski’den bir alıntı yapıyor Ahmed: “İnsan başına gelen karmaşıklıklar karşısında öyle basit ki…” Fakat mutsuzlukların, açmazların değiştirdiği, dönüştürdüğü insanın, karmaşıklıklar karşısında da tek güç olduğunu söylüyor. Bunu kendi tecrübesi kadar, ülkesinden ayrıldığından beri hayatına giren başka mültecilerden de öğrenmiş. “İnsan her şeyi becerebilir” diyor, “sadece ölüme çare olamaz. Canını verse, kaybettiklerine yetmez.”

Bütün bu yıllar boyunca hayatında hep şiir oldu Ahmed'in. Fakat yazdıklarının zaman içinde değiştiğini söylüyor. Suriye'deyken aşk üzerine yazarken, “vatansız kaldıktan sonra” yaşadıkları şekillendirmiş dizelerini.

“Kitabımın ismi niye mi Belirsizlik? Çünkü hayatımda belirsiz olmayan bir şey yok, kalmadı. Her şey buğulu, puslu. Öyle ki, gözlerimle gördüklerimden bile emin olamıyorum artık. Dahası bir de her konuda habire kandırılıyoruz. Geçmiş bitmiş tarih bile gözlerimizin önünde değiştiriliyor. Bütün bu riyakarlığa ancak duygularımızla baş edebiliriz, öyle yapmalıyız. Şiirin, müziğin, sanatın bunu başaracağına inanıyorum.”

Ahmed şu anda Hollanda'da Emmeloord'da, yüz kadar Suriyeli'yle birlikte başka ülkelerden sığınmacıların kaldığı bir tür yurtta, resmi başvurusuna cevap bekliyor. Bir yandan dil öğreniyor, bir yandan şiir yazıyor. 2019'un sonunda oraya ulaştığında daha umutluydu, sonra sanki yaşadıkları yetmezmiş gibi hiç ummadığı bir şey oldu, bir pandemi bütün dünyayı sarstı. Kurmak istedikleri yeni hayat için büyük riskleri göze aldılar, İzmir'de kalan eşinin ve iki çocuğunun yanına gelebileceği gün, bir kez daha doğdukları gün olacak. Umutla, inanarak ve dirayetine hayran bırakarak bunu bekliyor.

Nereye gidiyorsun/ Çantanda beyaz kefenin/ Nereye?

Gittiği yerin hep son durak/ olduğunu düşünüyor.

Ve o biliyor gittiği yerin/ Ne kadar cimri olsa da

Ona bir mezar bağışlayacağını biliyor.

(...) Ve tekrar hayatı düşünüyor/ Acaba yolculukta zorluk çekecek miydi?

Bir yerden başka bir yere/ Bir şehirden başka bir şehre/ Bir mahalleden başka bir mahalleye.

Ve kendine soruyor/ Acaba ölümden sonra pasaport var mı?

Notlar

Türkçe yazışmalarımız olduysa da bu söyleşi aslen Erselan Aktan'ın Kürtçe çeviri desteğiyle gerçekleşebildi. Teşekkürle. Ahmed Jundi'nin Arapça 26 şiirinin yer aldığı Belirsizlik isimli kitabı İzmir'de Kil Yayınları tarafından basıldı. En sonda alıntıladığım şiirinin başlığı “Alışmak”. Kazım Kızıl ile Kardelen Uysal'ın, Jundi'nin İzmir'de yaşadığı dönemde hazırladığı video için: https://vimeo.com/330849004

Sırada: İklim ortadayken bu kriz neden belirsiz?/ Özgür Gürbüz/ Atlas Sarrafoğlu

Bu çağa özgü gibi gelen, bu çağı Türkiye'de yaşamanın katmerlediği “belirsizlik” üzerine 20 bölümlük bir yazı dizisinden bir parça okudunuz. Fizikten felsefeye, siyasetten sosyolojiye, hukuktan psikolojiye uzanan alanlarda; yükselen denizlere ve uyuyan fay hatlarına, devletlere ve halklara, dışımıza ve içimize bakarak bir anlama çabası bu. Bilgisiyle, tanıklığıyla eşlik edenlerle birlikte sisin ortasında birlikte bir yürüyüş.


Pınar Öğünç Kimdir?

İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler mezunu. 1997 yılından beri çeşitli gazete ve dergilerde muhabir, editör, köşe yazarı olarak çalışıyor. Jet Rejisör (söyleşi, İletişim Yay.), İnce İş (söyleşi, İletişim Yay.), Asker Doğmayanlar (söyleşi, Hrant Dink Vakfı Yay.), Aksi Gibi (hikâye, İletişim Yay.), Beterotu ((hikâye, İletişim Yay.), Cotturuk Defterleri (çocuk, CanÇocuk) kitaplarının yazarı.