YAZARLAR

İşsizlik neden politize olamıyor?

Bir tırın şoför mahallinde tanıdık onu. “Beni bu virüs öldürmez, senin bu düzenin öldürür” diyen Malik Baran Yılmaz, “düzenin” onu nasıl işsizlikle cezalandırdığını, hayatının ilk politik eyleminin onu nasıl dönüştürdüğünü anlatıyor. Sosyolog Hakan Koçak ise işsizliğe, çalışmalarının da odağı olan emek hareketi perspektifinden bakıyor. Bağımsız sendikalarla genişleyen eylemlilik alanı, işçileşmenin anaakım sendikalara dayattığı dönüşüm ve tabii bu biriken öfkenin muhtemel adresi...

VIII. Bölüm

Hayatın herkes için eşit biçimde değişmediği, var olan çizgilerin birdenbire kalınlaştığı pandeminin ilk zamanlarında, bir tırın şoför mahallinden duymuştuk onun sesini. 31 yaşındaki Hataylı Malik Baran Yılmaz, bir yandan üretim devam etsin istenirken “Evde kal” diyenlere vaziyetin kasıtlı çelişkisini, akıldışılığını ve acımasızlığını sakince haykırmış, olan bitenin adını koymuştu: “Beni bu virüs öldürmez, senin bu düzenin öldürür”*.

Bu videonun o zaman çok ses getirmesinin, düzenin bir yanındakiler bu cümlede kendilerini bulurken, diğer taraftakilerin ise fazlaca rahatsız olmasının tek sebebi vardı: Haklıydı. Yılmaz'ın hayatı o gün değişti. Hükümete yakın olan patronu tarafından aynı gece işten çıkarıldı, “ses”i bilinir olduğundan daha sonra başvurduğu bir dolu işten geri çevrildi. Hakkında soruşturma açıldı, düzenli geliri olmadığı dönemde 3740 lira ceza ödemesi gerekti, ama her şeyden önce bu “düzen” Yılmaz'ı işsizlikle cezalandırdı.

Malik Baran Yılmaz

Şu anki halini soruyorsanız, karışık. Hatay Büyükşehir Belediyesi'ne bağlı bir taşeron şirkette asgari ücretle çalışıyor; güvenlik soruşturması sürdüğü için kadroya alınamıyor. Bu, normal kazancının yarısı olduğu ve zaten bu ülkede asgari ücret açlık sınırında tutulduğu için elbette ki geçinemiyor. Şu da var... Aileleri siyasi görüş açıdan ayrı dünyalara ait olduğundan şimdiki eşiyle, düpedüz bir başkasının onu istemeye geldiği akşam kaçarak evlenmişler. Dolayısıyla ailelerden destek olmaksızın yaptıkları düğünün, kurdukları evin borçları hâlâ duruyor. Yılmaz'ın köyü İslahiye'de annesinin ve abisinin hazırladığı yöresel ürünleri** satarak geçinmeye çalışıyorlar bir de. O videoyu çektiği gün gibi bazen tepesi çok atıyor, umutsuzluğa düşüyor Yılmaz. Sokakta mısırcı, baloncu görür de ister diye oğlunu sokakta oynamaya çıkaramadığını söylüyor mesela. Türkiye'den gitmeyi dahi düşünüyor ara ara. Bunu engelleyen şey ise kendisine konan yurtdışı çıkış yasağı değil, çünkü bazen de sadece bu süreçte gördüğü dayanışma umut veriyor ona. İki yüze yakın avukat onu savunmaya gönüllü olmuş, o sadece bir kişiden kabul etse de maddi manevi yardım öneren yüzlerce kişi çıkmış.

İlginç olan şu ki, video aslında onun hayata bakışını da değiştirmiş. “AKP'ye tek oy çıkmayan”, sola meyilli bir aileden gelse de Yılmaz, eskiden siyasetle bilhassa hiç ilgilenmediğini anlatıyor. Şu an ise farklı düşünüyor.

“Eskiden, abi sen milletvekili değilsin, başkan adayı değilsin, niye siyaset tartışırsın ki derdim. Şu an bir kişinin muhakkak siyasi düşünceye sahip olması gerektiğini düşünüyorum. Aksi takdirde öte taraf hem vatandaşa, hem ülkeye neler neler yapar, yapıyor da. O video bir partiye yönelik değildi, artık dayanamadığım bir an insanların gerçekten içinde olduğu durumu anlattım. Hükümetin zoruna gitti, koskoca içişleri bakanı bir tır şoförüyle uğraşınca, abi dedim bunlar gerçekten sıkıntılı. En ufak bir bireyle bile mücadele etmeye çalışmalarına, insanları dost, vatandaş değil, düşman olarak görmelerine bu sefer bayağı sinirlendim, kin beslemeye başladım. İnanır mısınız şimdi bir oy kaybettirmek için elimden geleni yaparım. Siyasetle işi gücü olmayan Malik'i bu hale getirdiler. Biz artık bu hayatı yaşamıyoruz, sadece hayatta kalma mücadelesi veriyoruz. Benim yaşlarımdaki kimse kendini düşünmüyor artık, en azından benim yaşadığım hayatı çocuğum yaşamasın diyor. Hepimiz kendimizden vazgeçmişiz. Ama sadece bu dayanışmayı yaşadığım için şuna da inanıyorum, bir gün, çok da uzun sürmeyecek bir gün biz bu ülkenin feraha kavuştuğunu göreceğiz.”

DOĞAL AFET ALGISI VE HIZLI NORMALLEŞME

Bu yazı dizisinde işsizliği hem yapısal, hem de etkisini daha da ağırlaştıran dönemsel nitelikleriyle ele almaya çalıştık. Sürecin bizzat acısını duyanlar ile mevzu üzerine düşünenler, çalışanlar söz aldılar. Malik Baran Yılmaz geçen yıl bu “düzenin” pandemiyi kullanarak yaptığının adını koymuş, sonra hayattaki ilk politik eylemiyle kendi de dönüşmüştü. Bu yazı dizisini emek hareketi perspektifiyle bitirmek ve belki lafı hiç dolaştırmadan şunu sormak iyi olacak: İşsizlik neden hak ettiği kadar politik bir mesele haline gelemiyor?

2016'da bir KHK ile Kocaeli Üniversitesi'ndeki görevinden ihraç edilen sosyolog Hakan Koçak'ın yoğunlaştığı konular emek tarihi, çalışma sosyolojisi ve Türkiye’de sendikal hareketler. Koçak bugün konuştuğumuz işsizliğin, öncelikle çalışma toplumu olmak ya da olmamak, işin kendisinin bir fetiş haline gelmesi meseleleri üzerinden küresel, genel, “zamanın problemi” yanını vurguluyor. Türkiye'ye özgü koşullara geçtiğimizde ise zaman çizelgesi, bir ekonomi politikası olarak düşük ücret ve yüksek işsizliğin ağırlığını koyduğu 2000'ler sonrasına kayıyor. Bugün tecrübe ettiğimiz, işgücü piyasasının ücretli olmaya zorlayışı, bu şekilde artan proleterleşme, kendi hesabına çalışanların erimesi, kırdaki ücretsiz aile işçiliğinin çözülmesi gibi faktörlerle gelen bu sürecin bir boyutu aslında.

Ekonomik krizi, işsizliği bir tür doğal afet gibi yaşamanın duygusu kimi zaman genele hakim oluyor. Bu algı bir yanıyla kapitalizmi “doğal”, değiştirilemez, alternatifsiz saymaktan mülhem. Ve aynı esnada sanki kimse işsizlikten memnun değil, sanki herkes kurtulmak istiyor gibi bir algı belirebiliyor. Koçak, tersine bunun sermaye açısından özellikle tercih edilişine bir daha dikkat çekiyor, işsizlik ona göre şu an emek sürecinin üzerindeki en önemli denetleyici güç***. Sağlamasını şöyle yapıyor: “Bir yandan işsizliğin yapısal olarak hiç yüzde 10'un altına düşmüyor oluşuyla Türkiye'nin çalışma saatlerinin en uzun olduğu ülkelerden biri olması aslında birbirine paralel”. İlkinin baskısıyla ikincisi mümkün olabiliyor. Ayrıca çalışma saatlerini düşürmek daha fazla kişinin istihdam edilmesine yol açabilir, ki elbette bu da tercih edilmiyor.

Hakan Koçak

İşsizliğin neden politize olamadığı temel sorumuza gelirsek... Muhalefet, belki büyük kısmı, niçin işgücü istatistiklerini bir seçim kozu olarak kullanmanın ötesine geçemiyor? Her şey nasıl hızla normalleşiyor ve niye misal istihdamın nasıl artırılabileceğinden ya da genç işsizliğine yönelik çözüm alternatiflerinden konuşamıyoruz? Koçak, çerçeveyi genişletiyor. Kilit biraz da seçimde.

“Bu da aslında sermaye hegemonyasıyla, muhalefetin de bağımsız bir sınıf hattının olamamasıyla ilgili. Elbette sistem içi partilerin böyle bir hattı olmaz ama 70'lerde o sol rüzgârla birlikte Ecevit CHP'si veya 90'ların SHP'si gibi göreli olarak bağımsız tavırlar alınabiliyordu. 2000'lerin en önemli özelliği sermaye hegemonyasının mutlak ve kalıcı haline gelmesi oldu. Alternatif sorulduğunda üç şey söylenebilir temelde. Bir, bol bol yatırım çekeceğiz. İki, kamuda istihdamı geliştireceğiz. Üç, çalışma saatlerini düşürerek, çalışma koşullarını iyileştirerek daha fazla insan istihdam edeceğiz. Sonuncusu tam olarak sermayeyle politik çatışma demek. Seçimler söz konusu olduğunda da iyi geçinmek, endişe etmeyin mesajı vermek önemli hale geliyor. İkincisine gelirsek, AKP kamu istihdamını geliştirmiyor değil, ama bunu taşeron işçilik üzerinden güvencesiz biçimde yapıyor. Bu iş imkânlarının ümidini yaratmak ve patronaj ilişkileri üzerinden dağıtmak AKP'nin temel direklerinden. Ama bunun da sınırları var, daha zorlamak kamulaştırmalar, yeni kamu yatırımları yapmak demek. Bu da sermayeyle çatışmak anlamına geliyor; zaten yıllardır tersi yapılmışken o kapı da kapanıyor. İlk dediğime dönersem, yatırım çekmeye çalışıyorlar. Ama bunu da Türkiye'yi bir tür Çin haline getirerek, asgari ücrete düşürerek zorluyorlar. Aynı kısır döngü: Sermayedarlar mevcut işçiyi çok daha uzun saatler ve yoğun çalıştırabiliyorsa niçin ek istihdam yapsın?”

EMEK HAREKETİNİN ÜÇ KATMANI

Genel olarak hükümetlerin işsizlikle mücadele eder gibi görünmelerinde bir tutarlılık aramamak gerektiği gibi, muhalefetin sözü de o anki hükümet dışında başka neye muhalif olduklarına göre belirleniyor. Koçak işsizliğe çözümü ancak, konuyu sermayeden bağımsız gündeme getirecek politik öznelerin ortaya koyabileceğini söylüyor, ki o özneler şu an zayıf görünüyor. Krizin halktaki bu “doğal afet” karşılığını da, anaakımda alternatif bir söz, talep dolaşmıyor oluşuna bağlıyor.

Belki de en tuhafı, kriz geniş halk kitlelerince ağır, hatta bir kısmı tarafından ölüm-kalım raddesinde yaşanırken, bir suç örgütü liderinden de gelse ihbar niteliğindeki yolsuzluk iddialarıyla bugün ülkenin geldiği yer arasındaki bağın güçlü biçimde kurulmuyor oluşu. Bu iddiaların halk nezdinde bu denli kıpırtı yaratamayışını nasıl okumalı? Bu kanıksamayla hiçbir şeyin değiştirilemeyeceğine dair inanç daha da pekişiyor olabilir mi? “Kesinlikle katılıyorum” diyor Hakan Koçak, “Hatta espriyle keşke açıklanmasa bile diyorum. Bu ifşalardan ben artık memnun değilim. Çünkü bunlara yönelik adımlar atılmadığında çürüyor, yozlaşıyor, karşınızdaki arsızlaşıyor. 'Yaptık ne oldu'ya varıyor iş.”

Bu sürece emek hareketi tarafından baktığımızda öncelikli olarak göze çarpan görece yeni bir tepki biçimi oluyor. Bunlar bazen bağımsız sendikaların örgütlediği, bazen işten çıkarma yahut bir hak kaybı gibi somut bir talep etrafında oluşmuş, ideolojik açıdan çeşitlenebilen, ölçeği küçük ama özellikle sosyal medya sayesinde etki alanını genişleten eylemler. Kamuoyu/ tüketici tepkisi bazen bu taleplerin karşılık bulmasına da yol açıyor, velhasıl öznelerin hayatlarında somut etkileri oluyor.

Koçak bu manzaranın katmanlarını ayırıyor önce. İlk olarak konfederasyonlar çatısında örgütlenmiş sendikalarla bir anaakım emek hareketi mevcut. Sendikalaşma hakkının önüne konan görünür görünmez engeller düşünüldüğünde, bir iş yerinde örgütlenmek büyük enerji ve gayret gerektiriyor, bu başarıldıktan sonra da bu bir tür güvenceye dönüyor. Bu güvence hali, gerekirse çark dönsün, istihdam devam etsin diye de tavıra da yol açabildiğinden korumacı, şirket sendikası tarzına evrilebiliyor. Koçak Türkiye toplumunun ana özelliklerinden saydığı “asgariye razı edilebilmenin” burada da etkili olduğunu düşünüyor.

İkinci katman bu rehavete düşmeyen, gelenek içinde “mücadeleci” yanını koruyan sendikalar. DİSK ve Türk-İş içinde oranı düşük olan bu katman için Birleşik Metal-İş'i, TÜMTİS'i örnek veriyor. Üçüncü katmanı da bağımsız sendikaların, sendika olmayan emek örgütlerinin genişleyen alanı oluşturuyor. Bu dağınık, kimi zaman küçük sosyalist grupların etkin olduğu -bazen bu grupların örgütsel çıkarlarını öne çıkarabildiklerini ekliyor- daraltılmış eylemler, Koçak'a göre özellikle pandemiyle sıçrama yaratarak ciddi bir mayalanma içinde. Genel olarak “sosyalist enerjinin” inşa edici gücünün emek hareketi içinde önemini yitirmediğini vurguluyor; bu dinamizmin bir sendikal kültür oluşumuna sağladığı katkının hakkını veriyor.

BU ÖFKE NEREYE YÖNLENECEK?

Bu eylemlerde sosyal medyanın gücünün keşfedilerek becerikli biçimde kullanılmasını, işçi sınıfında yükselen eğitim seviyesine bağlıyor Koçak. Bu da yapısal bir dönüşümün tahlilini gerektiriyor.

“İnşaat işçileri içinde, çöp toplayanlar arasında atanamayan öğretmenler var artık. Emek tarihçisi olarak baktığınızda 1940'larda, 50'lerde, 60'larda inşaat amelesi dendiğinde akla gelen dengini sırtına vurup Anadolu'dan gelmiş kasketli adamdır; artık inşaat işçisi bu değil. Farklı dinamikler de söz konusu. Örneğin inşaat işkolunda atlanmaması gereken bir Kürt dinamizmi var. Kürt hareketinin politize ettiği alanda yetişmiş, politik duyarlılıkları, genel olarak hak mücadelesine yatkınlıkları gelişmiş insanlar bunlar. Kürt oldukları için böyle davranmıyorlar, oradan beslenen bir damar var. Bu üçüncü katman bence daha da genişleyecek bir alan. Doğrudan eylemler yapan, fiili, meşru eylem çizgisi izleyen bu mecra kurumlaşarak örgütlü bir hale gelecek mi, mücadeleci sendikacılık hattına dönüşecek mi onu göreceğiz. Ama bu haliyle de çok vahşileşmiş olan liberal sistem karşısında bir tür direnç yaratır hale geldiler. Bu çok önemli.”

Koçak bu odağın, anaakım sendikaları toptan “harcamaya”, yekten işlevsiz kılmaya varmaması gerektiğini de düşünüyor. Yeni bir işbölümüyle bu üç katmanın, tabii ki bir politik perspektifle hem yukarıdan hem aşağıdan tazyik üretmenin yeni yollarını bulabileceğine inanıyor. Bu süreç anakım sendikacılığı da dönüştürebilmenin gücünü taşıyor. Hatta beyaz yakalıların hızlı proleterleşmesi ve özellikle de pandeminin getirdiği kırılmaya bunun bilince çıkması, kendiliğinden dönüşümler dayatıyor. “Statü farkları” öyle kolay giderilecek farklar olmasa da Koçak, pandemi sürecinde güvencesizlikte buluşulan kader ortaklığını çok önemsiyor. Bu, emek hareketinin hitap alanını genişletiyor ona göre.

“Örneğin Nakliyat-İş Sendikası kırk yılın hamallar örgütüydü, yarı mafyatik patronlara karşı ambarlarda kavga dövüş örgütlenilirdi. Bugünlerde Pegasus Havayolları'nın şık şıkıdım hosteslerini, yüksek ücretli pilotlarını örgütlüyor. Bunlar sendikaların yapısında, söyleminde değişim yaratacak şeyler. Ya da kırk yılın kamu sendikası olan büro işkolundaki Tez-Koop İş Sendikası. Şimdi marketlerde, çağrı merkezlerinde, AVM'lerdeki şık mağazalarda örgütleniyorlar ve ona göre örgütlenmeciler istihdam ediyorlar, ona göre yayın yapıp sosyal medyayı kullanıyorlar. Belki çok hızlı değil, ama işçileşmenin genişlemesi içten içe oraları da dönüştürüyor.”

Peki önümüzü nasıl görüyor? Biriktiği kadarı cisimleşemese de tüm bunların toplumda yarattığı bir öfke var, fakat bunun toplumsal, siyasi bir değişime yakıt olup olamayacağı meçhul. Hakan Koçak, iktidarın bu öfkeyi yönlendirme riski bulunan iki kanalı anıyor. Biri, yokmuş gibi davranılan Kürt sorunu, diğeri de mülteciler, sığınmacılar. Eğer Türkiye'de siyaset ve emek hareketi bu riski aşabilirse bu gerçek sorunların anaakım tartışmalara dönüşeceği kanısında. Doğal gaz ile birlikte aşırı yüksek faturaların başlayacağı ve zaten asgari ücret tartışmalarının olacağı Kasım ve sonrasını kritik görüyor. Endişe ettiği gibi öfkeyi yönlendirici özel provokasyonlar yaşanmazsa bu gidişat sınıf mücadelesinin de sertleşeceği anlamına geliyor. Hem işçi hareketliliğini, hem de devletin baskı ve zor aygıtlarıyla bu hareketliliğe verdiği cevabı daha da sertleştirebilecek bir süreç. Bunların yol vereceği bir ihtimal de, geçmişte örnekleri yaşandığı gibi sendikalar, muhalif partiler gibi öznelerden müteşekkil bir ortak cephe. “Geçinme, geçinememe ve bunun etrafındaki düşük ücret, işsizlik gibi meselelerin daha da politize olacağı, taban basıncının muhalefeti de, iktidarı da bu konularda konuşmaya zorlayacağı bir döneme girdiğimizi düşünüyorum” diyor Hakan Koçak.

* https://www.tiktok.com/@malikbaranyilmaz/video/7016119934002449665?is_copy_url=1&is_from_webapp=v1 

**Twitter'da @malikbaranyilmz, TikTok'ta @malikbaranyilmaz

***Bunu detaylı konuştuğumuz yedek işgücü ordusu bahsi için:

Son

**

Resmi işgücü istatistikleri gerçek hayattan gittikçe daha fazla koparken, işsizlik sorununun kaynaklarına, derinliğine, sonuçlarına ve bugünlere mahsus yanlarına biraz daha yakından bakmaya niyetlenen sekiz bölümlük bir yazı dizinden bir parça okudunuz.


Pınar Öğünç Kimdir?

İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler mezunu. 1997 yılından beri çeşitli gazete ve dergilerde muhabir, editör, köşe yazarı olarak çalışıyor. Jet Rejisör (söyleşi, İletişim Yay.), İnce İş (söyleşi, İletişim Yay.), Asker Doğmayanlar (söyleşi, Hrant Dink Vakfı Yay.), Aksi Gibi (hikâye, İletişim Yay.), Beterotu ((hikâye, İletişim Yay.), Cotturuk Defterleri (çocuk, CanÇocuk) kitaplarının yazarı.