YAZARLAR

Solcu sanatçılar gerici sanat mı yapar?

Bu ülkede solcuların Peyami Safa’ya, Cahit Zarifoğlu’ya hakkını verdiği kadar, sağcılar Sabahattin Ali’ye, Ülkü Tamer’e hakkını vermiş olabilir mi?

Atatürk Kültür Merkezi’nin düzenlediği Heykel Yarışması’nda birinciliği kazanıp İstanbul Taksim’deki binanın yanına konulan “heykel”, hiç de sürpriz sayılamayacak şekilde, tartışma yarattı. Kendisinden “iç mimar ve disiplinlerarası tasarımcı” olarak bahsedilen Semih Eskicioğlu'nun tasarladığı heykeli kimileri bir “inşaat iskelesi”ne benzetip alay ediyor, kimileri de modern sanatın mükemmel bir örneği kabul edip alkışlıyor.

Heykel, yarışma şartnamesinde belirtilen “çevre ile uyum, yenilikçi yaklaşım, mimari ile kesin diyaloga girmesi” gibi kriterleri karşılayan bir eser olduğu için birinci seçilmiş. Eserin sahibi Eskicioğlu da bu argümanla savunuyor eserini. “Atatürk Kültür Merkezi binasıyla, yerleşkesiyle, cepheyle uyumlu başka bir yere konulduğunda anlamı olmayacak, sadece buraya ait olan bir heykel” istendiğini belirterek “Ben de yarışmanın konusuna uygun olarak yaklaştım” diyor.

İnşaat iskelesi” benzetmeleri karşısında, yarışmanın jüri başkanı Hüsamettin Koçan, “Yenilik her zaman tepki uyandırır. Bu da bir yenilik ve bu da bir tepki uyandırıyor” diyor. AKM Sanat Yönetmeni Remzi Buharalı da aynı şekilde “yeni” ve “yenilik” argümanıyla savunuyor eseri:(Taksim Meydanı) kendi içerisinde de bir moderniteyi barındırıyor ve o nedenle bu heykelin buraya çok yakıştığını düşünüyorum. Zaten AKM 1970’li yılların başında yapılırken bile modern mimariden etkilenerek yapılmış bir bina. Bunun yanına da Orta Çağ Avrupası’nın heykelleri gibi bir heykel yapılıp buraya kondurulmasının anlamı yoktu.”

AKM’nin düzenlediği Heykel Yarışması’nda birinciliği kazanan, Semih Eskicioğlu'nun heykeli. 

Üzerimize bunca boca edilen “yeni”, “yenilik”, “yenilikçi” kavramlarına rağmen, “Sanat nedir, ne değildir? Eskisi mi makbûldür, yenisi mi?” gibi çok gerilerde kalmış olması gereken bir tartışmaya girmek çok gereksiz olurdu... Ama Hüsamettin Koçan, meseleyi orada bırakmayıp, tercihini haklılaştırmak için, “Türkiye’de solcu sanatçılar gerici sanat yaparlar, çünkü çok fazla ekspresyonun, ifadenin peşindedir, denemezler. Daha liberal olanlar daha deneysel sanat yaparlar” demeseydi gereksiz olurdu. Bunu söylediği için artık gerekli. Heykel üzerinden sola sataşma, politikanın, sanat ve kültür gibi farklı alanlarda kendini yeni baştan, başka şekillerde biçimlendirebilme olasılığıyla ilgili olduğu için gerekli.

Ara sıra söyleniyor böyle şeyler. Geçenlerde de şarkıcı Teoman, Necip Fâzıl üzerinden solculara, ilericilere sataşmıştı, hatırlayın. (Teoman ve Necip Fâzıl hakkında söylenmesi gereken şeyler var şüphesiz, ileride bir vesile olursa söylenir. Bugün konumuz, Koçan’ın yenilikçi heykeli.)

Öncelikle... Kendilerini açık fikirli, şahane insanlar olarak servis etmek için derbeder solun, çilekeş solun üstüne basmaları, her şey bir yana, çok ayıp.

Heykel ve sol ilişkisine gelince...

Hayır, solcular gerici değillerdir.

Kültür hayatımızın kendini tekrar eden standartlaşmış ürünlerle devasa bir markete dönüştüğü bir dünyada solcular, yeni arayışlara, sınırları aşma isteğine tabî ki hayranlık duyarlar.

Ama yeninin yıkıcı bir estetiği olmalı. Koçan’ınki, sıkıcı.

Şöyle ki...

Eskicioğlu, yani eserin sahibi, eserinin yenilikçi yönünü “eserinin anlatmak istediği şey”ile açıklıyor. Eserinin ne anlatmak istediğini şöyle belirtiyor Eskicioğlu: "Cepheyle, kentin siluetiyle bütünleşmesi açısından formunu oluşturan şey opera binasından çıkan ses dalgalarını, metaforik olarak bunu dalgalandırması. O da sanatın kente yayılmasını temsil ediyor. Sonrasında daha düz bir forma bürünüyor. O da kentle bütünleşen bir forma dönüşmesi. Aydınlatması da bunu destekliyor. Opera binasında etkinlik olduğunda bir dalgalanma efekti oluyor. Renginin sıçraması da yine, hafif bir kırmızılık, opera binasıyla tamamen bütünleşmesiyle ilgili.”

Böyle bakınca heykelin kavramsal düzeyde yenilikçi bir yaklaşıma sahip olduğu belki söylenebilir. Ama bir şehir rehberi yazılmıyor, bir heykel tasarlanıyor.

Heykelin vermek istediği mesaja saygı duyarız; kavramlarla anlatılmış olanın, bir kez de imge ile anlatılmasının ne sakıncası olabilir? Hayata ve gerçekliğe dair kavramla tespit edilmenin yanı sıra imge aracılığıyla da ele geçirilen bir bilgi hep vardır. Bu sebeple, bazı felsefeciler, sosyal bilimciler kendi çalışmalarında bir kavramı izahta bazı sanatsal imgelerden faydalanmışlardır ve bazı sanatçılar da kendi yapıtlarında birtakım kavramları imgelerle anlatmaya çalışmışlardır. Wim Wenders’in, Hegel’in “TİN”i ve Benjamin’in “fragmanlaşmış modern hayat” çözümlemeleriyle bezenmiş “Berlin Üzerinde Gökyüzü” filmi, örneğin, bu türden bir yapıttır.

Fakat ne olursa olsun, sanatçının eseri eninde sonunda bir coşkunluğun ürünüdür; sanatçı, coşkusal bir patlama anında yaratır eserini. Ruhun derinliklerinden kopan, gerçekten içten olan güzeldir. Aksi halde kavramsallığın olumlu herhangi bir tesiri olmaz. Schoenberg’in pozitivist düşünceye yıkıcı bir darbe olarak tasarladığı “atonal” müziği, güzelin yaratımı anlamında, sıkı kavramsallığın her zaman iyi sonuç vermeyeceğini yeterince ortaya koyan bir müziktir. Zekâmıza övgü düzerken, beğenimizle dalga geçer.

Eskicioğlu’nun tasarladığı, Koçan’ın seçtiği heykel de öyle; onu bir inşaat iskelesi olarak görmezsek, formunu oluşturan şeyin “opera binasından çıkan ses dalgalarının metaforik dalgalandırılması” olduğunu, “sanatın kente yayılmasını temsil ettiği”ni keşfedersek zekâmıza övgü düzmeye hazır... ama her koşulda beğenimizle dalga geçeceği de kesin.

Heykelin estetiği o yüzden yıkıcı değil de sıkıcı.

O halde, yenilik fetişizmine ve onun türlü saçmalamalarına sırf yeni diye övgü mü dizmeliyiz? Onların yıkıcı olamayan sıkıcı estetiklerine prim vermediğimiz için gerici mi olmuş oluyoruz?

“İnsanlar, otoritelerindeki artışın bedelini egemenlikleri altına aldıkları şeylerden yabancılaşmakla ödüyorlar” demişti Adorno ve Horkheimer. Sanatta yenilik adına benimsenen eğilimler de aynı bedeli ödemekteler. Nasıl ki bir otokrat, egemenliği altındaki insanları yalnızca onları yönetip yönlendirme imkânının neler olabileceği noktasından göründüğü kadarıyla ve o noktadan göründüğü biçimiyle tanıyıp önemserse, fetişleşmiş bir yeniliğin belirlediği eğilimler de, gerçekliği yalnızca farklı ve denenmemiş bir kurgu ortaya çıkarma isteğinin gerektirdiği kadarıyla, dahası bu isteğin belirlediği tarzda tanıyıp önemser hale geliyor. Bu, gerçekliğe yabancılaşmanın dik âlâsıdır. “Dalgalanma efektleri” sayesinde “kentle bütünleşen” bir form kazandığı iddiasındaki heykel bunun çok somut bir ispatı olarak duruyor orada. Schiller’in dediği gibi, form, “biçimlenmiş içerik”tir. Bir sanat yapıtının biçimindeki herhangi bir uygulama, içeriğindeki derin bir iç mantığı ifade eder. Sanat yapıtı ne denli derin bir hakikâti, derin bir düşünceyi içerirse, o denli kusursuzdur. Bu yüzden, Hegel de haklıdır: “Biçimin yetersizliği içeriğin yetersizliğinden ortaya çıkar.” Saygıdeğer kavramsal tercihlerini imge ve estetik düzeyde gülünçleştirenler, işte bunun farkında değiller.

Bütün bunlara hiç bakmadan sanatta “sağcılık-solculuk” diye bir başlık açmanın anlamı yoktur.

Tıpkı meşhur “içerikçiler” ve “biçimciler”, ya da “sanat anlaşılır olmalıdır” diyenlerle “anlaşılırsa kitsch olur” diyenler gibi, sanatta “sağcılık-solculuk” yapanlar da gerçekte işbirlikçi rakiplerdir; elbirliğiyle sanatı güdük bir tartışmanın içine hapsederler.

Sağcı sanatçı/solcu sanatçı diye bir ayrım gülünçtür, sanat eserinin estetik değeri karşısında dayanıksızdır, anlamsızdır. Sağcılığı sağcılar anlatsın ama solculuğun köklerinde yok böyle bir kamplaşma.

Cumhuriyetçilerin “solculuğu” karşısında monarşiyi savunan “sağcı” Balzac’ı ”geçmişte, bugünde ve gelecekteki Zola’ların hepsinden büyük bir realist” olarak tanıtan, komünist Marx’la yoldaşı Engels değil miydi?

Radikal dinci Tolstoy’a övgüler düzen, ateist Lenin değil miydi?

Her sanatçının politik görüşü olabilir. Ama bunun estetik değeri zedeleyecek bir tutku halini almasının önüne geçecek olan şey, sanatçının yaşadığı toplumun yerleşik değerlerinden etik olarak kopuşudur; ve eserinin estetik değerini belirleyen de esasen bu kopuştur zaten. Balzac, yazarken Kral’a değil gerçekliğe bağlıydı. Tolstoy, çürümüş dünyada İsa Mesih’in özlemini duysa da, Çar’ın baskıcı yönetimi altında ezilen ülkesinin kendini tarihsel bir dönemece hazırlamakta olduğunu sezmiş, bu dönemecin koşullarını aydınlatmıştı.

Stefan Zweig, “Gerçek bir sanatçı için, sanatsal çalışmanın, yaratıcı rüyanın dışında kalan her türlü tutku bir sapmadır” der. Politik görüş de sanatsal çalışmanın, yaratıcı rüyanın önüne geçen bir “tutku” halini aldığında, bir sapmadır ve estetik değeri zedeler. Knut Hamsun’ın romanlarındaki “doğaya kaçış”ın, burjuva toplum yaşayışını onaylayan soyut bir karşı çıkış olduğunu ve bu haliyle güçsüzlüğü, çaresizliği ve boyun eğmişliği savunan bir ideoloji olarak (sonradan Nazi Almanyası’nda herkesin bileceği bir olgu haline gelecek olan) zalimlik ve kabalık ile duygusallığın yan yana yaşanması durumunu temsil ettiğini söylemiş olan, üstelik bunu Hamsun’ın Norveç Nazi Partisi’ne üye olmasından çok önce söylemiş olan Leo Löwenthal, sanatçının gerçeklik karşısındaki katı politik tavrının, yaşadığı toplumun yerleşik değerlerinden etik bir kopuşu mümkün kılmadığı için, eserlerinin estetik değerini tahrif edip zedelediğini çok açık biçimde göstermişti. (Löwenthal’in Hamsun hakkındaki eleştirel analizi, tutarlı bir “sağcı sanatçı” eleştirisi olarak günümüze de uyarlanabilir, uyarlanmalıdır da, buna ihtiyaç var.)

Sanatçının görünüşteki politik tercihi, eserlerindeki etik kopuşla anlamını yitirir. O yüzden iş bilir sanat eleştirmenleri sanatçının bilinçli olarak yaratmak istediği etkiden ziyade eserde açığa çıkan etkiyi tanımlamaya çalışırlar. Ama bazen de Nâzım Hikmet gibi, Yılmaz Güney gibi, Yaşar Kemal gibi, etik kopuşu politik görüşle bütünleştirmeyi başarabilmiş olanlar da çıkar. Bunu başaramayan (Hamsun benzeri, mesela Necip Fâzıl niteliğinde) sağcı sanatçılar olduğu gibi solcu sanatçılar da vardır. Solcular, toplumun yerleşik değerlerinden etik olarak kopmayı başarabilmiş tutucu, sağcı sanatçıları sevmekten kendilerini alamazlar. Bu ülkede solcuların Peyami Safa’ya, Cahit Zarifoğlu’ya hakkını verdiği kadar, sağcılar Sabahattin Ali’ye, Ülkü Tamer’e hakkını vermiş olabilir mi?

Koçan’ın “Türkiye’de solcu sanatçılar gerici sanat yaparlar” iddiası gülünçtür. Ama yersiz değildir, amaçsızca söylenmemiştir. Yenilikçi heykeli savunurken, şu cümleler dökülüyor ağzından: “Bizim devlet son zamanlarda muhafazakârlığa daha büyük alan açıyor, o yüzden bunu bu dönemde yapıyor olmak ayrıca kıymetli.”

Anladınız, değil mi?

Son zamanlarda muhafazakârlığa daha büyük alan açan devlete, bu yenilikçi eserin kent meydanına dikilmesine müsaade ettiği için minnettar olmalıyız.

Solcular da azıcık kıymetini bilsin bunun, uluorta “Beğenmedik!” filan demesinler öyle!

Kültürel pratiklerin gerçek tehlikesi de buradadır işte; politikanın, farklı alanlarda kendini yeni baştan, başka şekillerde biçimlendirebilme olasılığını riske sokmasındadır.