Sokak hayvanları: İktidarın örgütlediği şiddet, felaketlerin en büyüğü

Dr. Mine Yıldırım, gündelik hayatta artan şiddet vakaları ile hayvana yönelik şiddeti birlikte düşünmek gerektiğini belirterek “Daha önce kapısında beklediğimiz cehennemi yaşıyoruz” dedi.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR – Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, geçtiğimiz günlerde Macaristan ziyareti dönüşü sokak hayvanları ile ilgili açıklama yaptı. Bu kapsamda Erdoğan, sokakların ‘güvenli’ hale getirilmesinin önemli olduğunu söyleyerek, "Avrupa’da nasıl çözüme kavuşturulduysa aynı uygulamaları hayata geçireceğiz" dedi.

Sokak hayvanları ile ilgili açıklamalar Erdoğan ile sınırlı değil. Ağustos ayı başında İstanbul Valisi Davut Gül, “Sokak hayvanı diye bir şey yok. Hayvanların bir sahibinin olması lazım” ifadelerini kullanarak bir tartışma yaratmıştı. Erdoğan’ın, Vali Gül’ün açıklamaları sonrası, sokak hayvanları ile ilgili Avrupa’yı işaret etmesi, hayvanseverler ve hayvan hakları savunucuları arasında tedirginliğe neden oldu.

Bu konuyu ve Hayırsızada Vakası’na giden sürecin günümüz ile benzerliğini Kadir Has Üniversitesi, Çekirdek Program Öğretim Üyesi ve ‘Dört Ayaklı Şehir: Kent, Doğa, Hayvan Çalışmaları Derneği’ üyesi Dr. Mine Yıldırım ile konuştuk. Yıldırım, aynı zamanda hayvan hakları için sahada aktif olarak çalışan bir isim. Şimdilerde ise Dört Ayaklı Şehir Afet Koordinasyonu aracılığıyla ulaştığı pek çok gönüllü ile hem deprem bölgesinden hem de yangın bölgesinden kurtarılan hayvanların bakımı ile ilgileniyor.

Tüm bu koşturmacanın arasında görüştüğümüz Yıldırım, hayvana yönelik şiddetin toplumsal şiddeti tetiklediğini ifade ederek “Aylar önce ‘hayvana şiddet, bir toplum için cehennemin kapılarını açar’ demiştik. Artık o cehennemi yaşıyoruz” diye konuştu.

Dr. Mine Yılıdırm

‘SOKAK HAYVANLARINI GÜNDEME GETİRMENİN İKTİDAR İÇİN İŞLEVİ VAR’

Türkiye, yüksek enflasyon, değersiz TL, eğitimde eşitliksiz, kadına yönelik şiddet, adalet mekanizmalarının sağlıklı çalışmaması gibi pek çok soruna sahip. Ancak sokak hayvanları bir şekilde bu yoğun gündem içinde kendine yer bulmayı başarıyor. Türkiye’nin en önemli sorunu sokak hayvanları mı?

Ekonomik kriz, açlık sınırının altında yaşayan milyonlarca insan, artan işsizlik, adalet sorunları, artan suç, kadın cinayetleri, cinsel suçlar ve her gün bu haberlerin üzerine yaşadığımız deprem… Ayrıca yanan binlerce hektarlık orman alanı ve hayatını kaybeden sayısız hayvan… Bütün bunlar dururken belirli döngüler halinde sokak hayvanlarını konuşuyoruz. Türkiye’nin en önemli sorunu buymuş gibi sokak hayvanlarının varlığını konuşmaya açıyoruz. Bu, başlı başına hayvanların bu ülkedeki yerine, varlığına,  insanlarla kurdukları ilişki tarihine yabancılaşmış bir tavır.

Hayvanlar, ‘sahipsiz’, ‘başıboş’ gibi tehlikeli olduklarını düşündürecek hiçbir sıfatla anılmamalı. Çünkü onların evi bu sokaklar, şehirler… Hayvanlar, bu toplumun bir parçası. Daha net söyleyecek olursak hayvanlar, bu şehirlerin birer müdavimi. Türkiye gibi demokrasi ve temel adalet sorunları olan ülkelerde, hayvanların yaşam haklarının savunulması sadece onlar için değil, toplumun tamamı için de hayati öneme sahip. Çünkü adalet, yalnızca bize benzeyenleri değil, daha savunmasız, daha yaralanabilir olanı korumakla mümkün olabilecek bir yaşam koşusu, bir ilişki biçimi. Hayvanlarla ilişki aynı zamanda adalet sorununun da temeline oturuyor.

Neden belli aralıklarla sokak hayvanları gündeme geliyor?

Sokak hayvanların varlığının sürekli olarak sorunlaştırılmasının tesadüf olduğunu düşünmüyorum. Türkiye’de insanların ve hayvanların yaşamını ve geleceğini tehdit eden başka sorunlar da var. Ama hayvanlara yönelik şiddeti bu  sorunları perdelemek için kullanılan bir araç  olarak  düşünmek, hayvanlara yönelik bu yıkıcı söylemleri fazla hafife almak olur.

Burada şu soruyu sormamız gerekiyor: Nasıl bir işlevi var ki, bunca gündem arasında sokak hayvanları gündem oluyor? Bunun, iktidar için bir işlevi olduğunu düşünüyorum. Türkiye'deki mevcut toplumsal yıkımı derinleştirmek adına en önemli taşlardan biri, hayvanlarla olan ilişkiler... Sokak hayvanları  ancak insan korumasıyla, ihtimamı ve bir arada yaşam ilişkileriyle hayatta kalabilen varlıklar. Bir mülkiyet ilişkisine bağlı olmadan, çıkar ve fayda ilişkisi kurmaksızın yüzyıllar içinde geliştirdiğimiz bir arada yaşama ilişkisinden bahsediyoruz. Bu, inanılmaz değerli bir şey. Tarihsel ve kültürel miras olarak hayvanlarla bir arada yaşama, insan olarak onlara bakma, onları besleme, koruma ve barındırma ilişkisi var. Bu kültürün izlerini silmek, toplumdaki bir arada yaşama ilişkilerini ve adalet duygusunu temelden sarsmak için organize şekilde korku ve tehlike algısının harekete geçirilmesi durumu giderek kuvvetleniyor maalesef.

‘BATI’NIN HAYVANLARI SİSTEMATİK OLARAK YOK ETME TECRÜBESİ VAR’

Sokak hayvanlarının gündeme gelmesi hep benzer bir döngüde gerçekleşiyor. İktidara yakın gazetelerde köşe yazıları yayınlanıyor. Sosyal medya hesaplarından sokak hayvanları karşıtı paylaşımlar yapılıyor ve daha sonra yetkililerden konuyla ilgili açıklamalar geliyor. Son olarak Avrupa modellerinin inceleneceği söylendi. Ekonomi, kültür, adalet, eğitim gibi konularda radarımıza giremeyen Avrupa, neden bu meselede bize örnek teşkil ediyor?

‘Batı’da sokak hayvanları ile ilgili örnek gösterilecek ne var?’ diye baktığımızda karşımıza çıkan organize, kurumları ve yasal düzenlemeleri olan bir şiddet ve katliam sistematiği... Batı’da inanılmaz bir kapitalist düzenek, sermaye birikimi, sanayileşmiş bir değer üretimi, gelişkin bir işçi sınıfı var. Kapitalizmin yıkıcı gücüne karşı örgütlenen emek mücadeleleri var. Başka ne var? Kapitalist toplumun gelişiminde Batı’nın hayvanları sistemik olarak yok etme tecrübesi var. Bunun, sistematik olarak organize edilmesi ve örgütlenmesi var. Batı’nın 18. yüzyılda başlayan modernleşme sürecinde hayvanlarla kurulan fayda ve çıkar ilişkisi var. Bir hayvanın varlığını, giderek değer üreten bir kaynak olarak görmek var aynı zamanda. Her yıl milyarlarca hayvanın bedeninin, eti, sütü, derisi, yağı, kılı derisi, kemiği için öldürülerek tüketilmesi, bir o kadarının bilimsel ve endüstriyel deney laboratuvlarında yok edilmesi var. Hayvanların topluca bir tüketim ilişkisine dahil edilmesi, çalıştırılması var. Kentlerde ise kamusal alanların hayvansızlaştırılması, kamusal alanlarda yaşayan hayvanların yok edilmesi var. 19. yüzyılın başından itibaren Batı Avrupa ve Kuzey Amerika şehirlerinde hızlanan sanayileşme ve makineleşme ile giderek emek gücünde hayvan bedenine bağımlılığın azalmasıyla, çalıştırılan ve yük hayvanlarının toplu öldürülmesi var. (Bugün hâlâ kullanılan motorlu araçların gücünü tarif etmek için kullanılan ‘beygir gücü’ ifadesi, makineleşmeyle öldürülen atların, eşek ve katırlar gibi hayvanların yok edilmesi mirasının bir parçası) Aynı dönemde, sokakta yaşayan hayvanların kamusal alanlardan uzaklaştırılması, bir kısmının barınaklara kapatılarak, bir kısmının çalıştırılarak, bir kısmının da tıbbi araştırma laboratuvarlarında, büyük bir kısmının da vücut parçalarının büyüyen boya, parfüm, ilaç endüstrilerinde hammadde olarak kullanılması süreci var.

Bugün Batı’da pek çok şehirde hiçbir sokak hayvanı olmamasının ardında böylesine kanlı, kitlesel öldürme, kullanma ve imha tarihi var. Kentsel alanlarda hayvanları ancak belirli biçimlerde, sınırlı bir varlık ve hareket imkânıyla görüyoruz. ‘Pet’ denen yani artık neredeyse oyuncaklaştırılmış bir halde. Genetik olarak modifiye edilip satılan bir nesne olarak. Bir de hane halkına mensup olarak hayvanı görüyoruz. Başka nerede görüyoruz? Çok güzel peyzajlandırılmış ve tasarlanmış hayvanat bahçelerinde görüyoruz. Aslında yaban hayatından koparılıp şehrin içindeki yapay bir bahçeye hapsedilmiş halde görüyoruz. Görmediğimiz, sokakta kimsenin özel mülkü olmaksızın, kamuya ait olarak görece serbest gezinen ve yaşayan hayvan... Bu, bizim tarihsel ve kültürel farkımız. Modernleşme tecrübemizin en acıklı girişimlerinden olan hayvan katliamlarından hayatta kalan hayvanlarla yaşıyor olmamız. Müthiş önemli ve değerli, biricik bir fark tecrübesi.

Mine Yıldırım'ın koordinatörü olduğu Dört Ayaklı Şehir Afet Koordinasyonu, 6 Şubat'tan bu yana deprem bölgesinde kurtarma, ilk yardım ve tedavi çalışmaları yürütüyor. 

‘SANKİ HAYVANIN ŞEHİRDE YAPTIĞI BİR İŞİ OLMASI GEREKİYOR’

Nasıl oluyor da sokaklarda serbestçe gezinen hayvanlara sahip Batı, 18. yy. sonu itibariyle barınak adı verilen mekânsal tecrit alanları inşa ediyor?

Burada hayvanla insan ilişkisinin dönüşümü devreye giriyor. Sokakta yaşayan hayvanı başıboş ve sahipsiz olarak nitelendirme, Batı için ancak yukarıda özetlediğim çok boyutlu bu dönüşüm neticesinde mümkün oluyor. Türkiye’de ise sıklıkla tekrar edilen bu söylem, hayvanları ‘başıboş’, ‘tehlikeli’, ‘işe yaramaz’, ‘hastalıklı’ ve ‘zararlı’ varlıklar olarak nitelendirmek, hayvanların mekânsal aidiyetlerini yok saymaya, inkâr etmeye, onları yersizleştirmeye yarıyor. Aslında bu şehirler, bu sokaklar onların evi. Ancak siz, hayvanların ‘tüketilebilir ve öldürülebilir’ olduğunu düşünür ve hayvanla ‘kullanım’ ilişkisi örgütlerseniz, gerek siyaset diliyle gerekse de sosyal medya aracılığı ile akla hayale sığmayacak önerilerin de kapısını aralamış olursunuz.

Türkiye'de sokak hayvanların varlığının sorgulandığı her tartışmada ikinci cümle ‘bu hayvanlar ne işe yarıyor?’ oluyor. Sanki hayvanın şehirde yaptığı bir işi olması gerekiyormuş gibi… Hayvanların hiçbir fayda üretmediği öne sürülüyor.

Dikgazete’de Ömür Çelikdönmez tarafından kaleme alınan yazının başlığı şu şekilde oldu: ‘İsviçreliler kedi-köpek etine bayılıyor. Sahipsiz sokak hayvanları ihraç edilebilir!’ Bazı sosyal medya hesapları da benzer içerikli paylaşımlar yapıyor. Hatırlarsanız sizinle ‘hayvana şiddet’ dosyası kapsamında 9 ay önce yaptığım bir görüşmede, Hayırsızada Vakası’na giden süreci konuşmuştuk. 1910 yılında sokaktan toplanan köpeklere ne yapılacağı konuşulurken Fransa’ya satma fikrinin de ortaya çıktığından bahsetmiştiniz. Daha sonra köpekler, adaya atılarak ölüme terk edilmişti. Tüm bunlar birlikte düşünüldüğünde sizce tarih tekerrür mü ediyor?

Bir canlıyı nakde çevrilebilir, yenebilir, tüketilebilir bir nesneye dönüştürme, onun bedeninden ve canlılığından kâr elde etme, şiddetin en ileri halinin dışa vurumu. Sokak hayvanlarını yeme fantezisin altında, bir arada yaşam ilişkisini kırmak yatıyor. Bir arada yaşam ilişkisi kırıldığında, hayvanları kitlesel olarak tüketilebilir, yerinden edilebilir, başka bir ülkeye hammadde olarak satılabilir hale getirmiş oluyorsunuz. Hayvanları sokaklardan toplayıp barınağa kapatmakla, onları yemek arasında, yenmeleri için başka bir ülkeye satmak arasındaki tek fark, birinin şiddeti tecrit yoluyla, diğerinin endüstriyel araçlarla ve ticaret ağıyla dolayımlaması.  

Bu öneriler arttıkça, dolaşımda kaldıkça iktidar eliyle örgütlenen şiddet dalgalarına direnmeye çalışan bakım, ihtimam, koruma ve bir arada yaşam ilişkileri daha da yıpranıyor. Çünkü bu öneriler artık konuşulabilir oluyor. O yüzden bu önerilerle dalga geçmemeli, aksine çok ciddiye almalıyız.

‘Tarih tekerrür mü ediyor’ sorusunu da çok dikkatle ele almamız gerekiyor. 1910 yılında 80 bine yakın sokak köpeğinin Sivriada’ya sürgün edilerek öldürülmesini anlatan Hayırsızada Vakası, hayvanlarla olan ilişkimizle ilgili ilk kopuş örneği. Binlerce köpeğin adaya terk edilmesi ve öldürülmesinden sadece iki yıl sonra İstanbul’da köpek varlığı yeniden ortaya çıkıyor. Çünkü İstanbul’daki bakım ilişkileri hala devam ediyor. O felaketten, o yıkımdan, o toplu katliamdan sağ kalanları koruyan insanlar sayesinde köpekler yaşımı sürdürüyor. İktidarın ürettiği hiçbir söylem, uygulama toplumun hayvanla ilişkisini koparamıyor.

Bugün hâlâ sokak hayvanlarıyla bir arada yaşayabiliyorsak bu, toplumda hayvanlara bakan insanların, onları koruyan komşularımızın inanılmaz emeği, hepimiz adına omuzladıkları duygusal yük ve toplumsal sorumluluk sayesinde oluyor. İktidar bugün de bir yandan hayvanlarla olan ilişkiyi kutuplaştırıyor, hayvanları düşmanlaştırıyor, onlarla bir arada yaşamayı savunan insanlar meczuplaştırılıyor ama bir yandan da on milyonlarca insan hâlâ ve iyi ki, kedi ve köpekleri sokaklarda yaşatmaya devam ediyor.

Hayırsızada Vakası ile kitlesel ölümlerin tarihi açılıyor, buna karşı koruma ilişkileri kuvvetli bir dip dalga olarak örgütlenmeye devam ediyor. Ancak son 100 yılda sokak hayvanlarının rahat bir nefes aldığı uzun dönemlerden maalesef söz edemiyoruz. İtlaf dalgalarının zaman zaman yükselip, sonra durulduğunu ve başka bir form ve pratik üreterek dönüştüğünü görüyoruz. Cumhuriyet’in ilk yüzyılını böyle geçiriyoruz. Köpeksizleştirme, kamusal alanı hayvansızlaştırma ve insan hayvan ilişkisini dönüştürme mantığı gelişerek ve evrimleşerek devam ediyor. Bu zihniyet, 1910 yılında ne yapacağını bilemiyordu, binlerce hayvanı İstanbul’un en uzak adasına toplayıp orada uzun ve acılı bir ölüme mahkum etti. Ben doktora araştırmamda ve tezimde, Hayırsızada’dan günümüze, sokak hayvanlarını uzaklaştırma pratiklerinin seyrini inceledim. Hayırsızada Vakası’ndan sonra, Cumhuriyet tarihi boyunca evrilen sokak hayvanlarına yönelik bu şiddet, uzaklaştırma ve ölüme terk etme mantığının devlet, iktidar, yerel yönetimler ve hayvanlarla bir arada yaşayan insanlar için ne manaya geldiğini tartıştım. 1990’ların sonundan bu yana Türkiye’de hayvanları şehirlerden uzaklaştırmak için uygulanan yöntem ya ‘barınak’ adı verilen tecrit mekanlarına kapatmak ya da kentlerin çeperlerinde, otoyol inşaatlarına, ormanlık alanlara terk etmek. Çünkü en ucuz, belediyeler açısından en maliyetsiz, sorumluluk almaktan ve hesap verebilirlikten kaçabilecek en kullanışlı yöntem bu. Değişen teknoloji ile başka uygulamalar devreye giriyor ama arka plandaki zihniyet çok değişmiyor. 

‘TÜRKİYE’DE YAŞADIĞIMIZ HIZLANDIRILMIŞ KAPİTALİZM, ÜLKEDE DOĞAL YAŞAMA AİT NE VARSA SATARAK KARA DÖNÜŞTÜRÜYOR’

Bunun sonucu olarak mı sokak hayvanları için barınaklar işaret ediliyor ve Avrupa modellerinden bahsediliyor?

Hayırsızada’dan barınaklara… Bu süreklilik ve kopuşlarla örülü, parçalı bir tarih. Hayvanları bir şekilde kentten uzaklaştırmaya çalışan, buna dair sürekli agresif, yıkıcı stratejiler uyduran ve bunun yasal çerçevesini hazırlayan bir devlet aklıyla karşı karşıyayız. Yıkım, kendi şiddet tarihiyle yüzleşmemiş, en demokratik görünen yapısında şiddeti gizleyen kurumlar geliştirmiş Batı’yı model olarak almakla, oradaki tecrübeyi taklit etmekle, bunu da dönüştürücü, yeni, gelişmiş bir siyaset olarak sunmakla başlıyor. Batı’nın öldürme sistematiğine bakıp onu taklit eden devlet aklı, yerel yönetim mekanizmalarını, yerelde insanların hayvanlar ile kurduğu ilişkilere müdahale ediyor. Batılı kent görüntüsünü taklit etme arzusu, kentleri hayvansız birer dekora dönüştürmeye yönelik gidişatı şekillendiriyor. Toplumun bir kesiminde hala siyasi imgelemi şekillendiren Batı’yı yüksek, değerli, medeni ve gelişkin bulma duygusu, öykünme, aşağılık kompleksi ve taklit etme arzusuyla bir araya geliyor.

Nasıl oluyor da Osmanlı dönemindeki batı hayranı ittihatçıların hayvan söylemleri, AKP gibi bir siyasi partinin, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dilinde neredeyse birebir aynı cümlelerle tekrar edebiliyor. Hayırsızada’ya giden süreçte ittihatçıların kullandığı söylemlerle şimdikiler aynı. Benim düşünebildiğim, mevzunun ekonomik boyutu. Çünkü İttihat hükümeti, o dönem İstanbul’a bakıyor ve çökmekte olan bir imparatorluğun yerine Batılı bir kent arzusunu koyuyor. O imajı, dekoru taklit etmek istiyor.

Türkiye’nin şu an küresel kapitalizme entegrasyonu çok kuvvetli. Bu, basitçe bir öykünme değil. Toplumsal görüntümüze baktığımız her şeyimiz Batı’dan farklı. Ama yine de Batı ile ilişkimizi kuvvetli kılan şeyler var, o da ekonomik ilişkiler. Türkiye’de yaşadığımız hızlandırılmış kapitalizm, ülkede doğal yaşama ait ne varsa (değere değil) satarak kara dönüştürüyor, dönüştüremediğini de yok ediyor; dar bir kesimin biriktirdiği servet ve çıkar uğruna toplumdaki bütün ilişkileri bozup yıkıyor. O anlamda, Batı karşıtlığı söylemlerinin şekere bulandığı, Batılı olmasa da Batıcı ve küresel kuzeye angaje, küresel sermaye ağlarına göbekten bağlı bir iktidarla karşı karşıyayız. Yalnızca hayvanları değil, ormanları, doğayı, yaban hayatını bu sermaye birikimi ve ticaret ağları içinde hedef alan, öğüten ve öldüren bir yapı bu. Akbelen’deki orman kıyımını motive eden sermaye ilişkileri… Türkiye’de bakır üreten şirketlerin sermayesini İngiltere’ye götürmesi, İngiltere’nin çöpünün Adana’dan çıkması, son yıllarda ortaya çıkan sermaye ilişki ağlarından sadece bir kesit. Binlerce örnekte Türkiye’deki rejimin, doğrudan meta üretimine girmeyen yaşamların ve doğal varlığın kıyımıyla hangi sermaye ağlarını kuvvetlendirdiğini gösterebiliriz.

‘ÖRNEK OLARAK GÖSTERİLEN BARINAKLAR HAYVANLARIN İŞKENCEYLE ÖLDÜRÜLDÜĞÜ YERLER’

Son dönemde gündelik hayatımızda çok fazla şiddet vakası görüyoruz. Hatta medyada sosyologların, psikologların görüşleriyle artan şiddet olaylarının sebepleri konuşuluyor. Hayvana yönelik şiddetin artışı ile gündelik hayatta artan şiddet olayları arasında bağlantı kurmak mümkün mü?

Düşünmemiz gereken şu, hayvanlara yönelik şiddetin nasıl bir işlevi var? İktidara baktığımızda o kadar ısrarlı bir çaba var ki… Tekrar edilen, tesadüf olmayan, belirli dönemlerde daha da altı çizilen ve Cumhurbaşkanı tarafından tebliğ edilen bu ısrarlı çabanın ardında yatan itki nedir? Türkiye’de neden hayvanların katline ferman çıkarılıyor? Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın örnek verdiği Konya ve Beykoz’daki barınaklar köpek ölümleri ile anılan yerler; hayvanların en kanlı şekilde öldürüldükleri barınaklardan. Köpekleri öldürmek için ötenazi ilaçlarının bile kullanılmadığı, damarlarına çamaşır suyu basılarak öldürüldüğü barınaklar…

Hayvanlara yönelik artan ve cezasız bırakılan şiddet, cehennemin kapılarını açtı. Biz şiddetin iktidar eliyle meşrulaştırılmasının, cezasız bırakılarak neredeyse teşvik edilmesinin sonuçlarını yaşıyoruz. Hayvanlara yönelik cinsel taciz, eziyet, işkence, tecavüz gibi hareketler uzay boşluğunda gerçekleşen olaylar değil. İktidar eliyle bozulan toplumsal ilişkileri, şiddet üzerinden okumak mümkün. Hayvanlara yansıyan şiddet, aslında şiddetin ta kendisi. İnsanlar arasındaki şiddetin ifadesini, hayvanda ya da çocukta buluyor.

Hayvana yönelik şiddet, şiddetin ilk aşamalarından biri değil. Eğer bir mahallede biri hayvana tecavüz ediliyorsa, bunu mevcut toplumsal ilişkiler ağının içinde yer bularak yapıyor. Hayvanlara yönelik bireysel şiddet vakalarıyla ilgili yapılmış araştırmalar, hayvana şiddet gösterenin geçmişinde de bir şiddet hikayesi olduğunu ortaya koyuyor. Şiddet faillerinin geçmişlerinde çocuğa şiddet olabiliyor, ya da kendisi şiddet mağduru olabiliyor ya da ailede şiddetin tanığı oluyor. Şiddete tanık olmak oldukça yıkıcı bir durum. Uzun yıllar, şiddete, fiziksel ya da psikolojik baskıya maruz kalmış, istismara uğramış çocuklarda gelişen şiddet eğilimi, yetişkinliklerinde de kendini farklı şiddet biçimleri ile gösterebiliyor. Hayvana yönelik şiddet eğilimi, tüm bunların içinde erken bir işaret. Ne ilk ne de son noktası… Buna müdahale etmek önemli. Bunun cezası olmalı. Çünkü bu şiddet döngüsünü kırmak gerekiyor. Şiddete karşı çıkılmamasını, bunu görmezden gelmeyi ve şiddet failinin hayatına cezasız devam etmesini düşünmemiz gerekiyor. Mardin’de bastonu ile köpek öldüreni düşünelim. Yargı önüne çıkıp üç yılın altında yani ‘yatarı olmayan’ bir hapis cezası alıp bu idari para cezasına çevriliyor. Cezasızlık ya da cezanın caydırıcılığının olmaması, her şeyi şiddet sarmalı içinde başa döndürüyor. 

Cezasızlığın olduğu yerde suç çoğalır. Göstermelik cezalar da değil. Ceza belirleyecekseniz ve bunu uygulayıp denetleyeceksiniz. Bu, yalnızca hayvanları ilgilendiren bir mesele değil. Şiddetin en küçük hali, hayatımızdaki her şeyi etkiliyor.

‘HAYVANLAR ADINA KORKUNÇ BİR SÜREÇ VAR ÖNÜMÜZDE’

Sokak hayvanları adına önümüzde nasıl bir süreç olduğunu düşünüyorsunuz?

Çok korkunç bir süreç olduğunu düşünüyorum. Barınakların işlevselleştirileceğini düşünüyorum. Barınaklar, hayvanların öldükleri yerler. ‘Barınaklara kaç hayvanın girdiği, kaçının orada öldüğü, kaçının tedavi edildiği’ gibi bilgilere ulaşamıyoruz, şeffaf değil. Zaten bununla ilgili veri nerdeyse hiç yok.

Bir belediye sokağa girdiğinde hangi köpeği aldığını, nereye götürdüğünü, ne tür tedavi olacağını bilmiyoruz. Belediyelerin aldıkları hayvanları, aldığı yere bırakma zorunluluğu var ama bırakıp bırakmadıklarını bile bilmiyoruz. Örneğin; Kadıköy Belediyesi’nin sebepsiz yere aldığı mahallelinin baktığı tarçın adlı köpek hala bulanamadı. O tarihten beri mahalleliler Tarçın’ı arıyor. Barınaklarda hayvan tecrit etmenin gerekçeleri çok sınırlı. Çok ileri bir saldırganlık, tıbbi olarak risk taşıması gibi şeyler olması lazım. Böyle bir vaka olmaksızın hayvanlar barınağa kapatılamaz. Zaten bazı yerel yönetimler barınağa bile götürmeye zahmet etmeyecek önümüzdeki dönemde. En sık ölümler, toplama sırasında yaşanıyor zaten.

2013 yılında Romanya’da da benzer bir süreç yaşandı. Orada da sokakları hayvanlardan ‘temizleme’ ve barınaklara kapatma konuları tartışıldı. Köpeklerin o dönem sokaklardan toplanma anlarına ilişkin oldukça trajik görseller mevcut. Türkiye’de bunun yaşanmasını bekliyor musunuz?

Türkiye'de, Romanya’daki gibi olacağını düşünmüyorum ama durum bir o kadar korkunç. Romanya'da Türkiye'deki kadar sokak hayvanı yoktu. Çünkü bakım ilişkileri Türkiye’deki kadar kuvvetli değildi. Bu, bizim yegane avantajımız. Üstelik bugün Türkiye’de hayvan katliamlarına karşı rıza üretmek için ciddi, sistematik, medya eliyle örgütlenen bir kampanya var. Maalesef toplumun geniş kesimleri, bu propagandaya maruz kalıyor. Kamu otoritesi eliyle yükseltilen şiddet, atardamara enjekte edilen bir zehir gibi toplumun tüm kılcal ilişkilerine sirayet ediyor.

Sokaktaki hayvanı koruma pratiklerimizin gelişmesi gerekiyor. Artık hayvanların yalnızca başını sevip bırakmak değil, onun nasıl korunacağına dair pratikleri düşünme zamanı. Afetlerde hayvanları korumak, onları enkazdan, selden, yangından çıkarmak için sorumluluk üstlenmemiz gibi. Devlet eliyle örgütlenen şiddet, en büyük felaket. Bu felaketin yarattığı enkazlardan hayvanları çıkarmak, en acil sorumluluğumuz. Yaşatmak, hayatta tutmak, koruyup kollamak, şiddet karşısında en hasar görebilir olanlarımıza karşı temel sorumluluğumuz. Bu, hem hayvanların hakları hem de bu toplumda yaşayan insanlar olarak şiddetsizlik, barış, huzur ve adalet haklarımız için hayati önem taşıyor.