Hayırsızada'dan bugüne: Hayvana şiddet cehennemin kapılarını açar

Hayvanlara yönelik şiddetin başka şiddet türlerine sebep olabileceğini belirten siyaset bilimci Dr. Mine Yıldırım, "Şiddeti cezasız kılarsanız, o toplum için cehennemin kapılarını açarsınız" diyor.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Konya’daki hayvan barınağında bir köpeğin barınak çalışanları tarafından öldürülmesi sonrası, Türkiye’de hayvana şiddet konusu yeniden gündeme geldi.

Aslında sokak hayvanları uzun süredir Türkiye gündeminde ilk sıralarda yer alıyor. Son olarak Bitlis’te bir çocuğun kuduz nedeniyle hayatını kaybetmesi, mevcut tartışmaları, köpeklerin toplatılması çağrılarına kadar götürdü. Cumhurbaşkanı Erdoğan, bu çağrılara “Çalışma yapıyoruz, gerekli talimatları verdik” diye yanıt verdi. 

Erdoğan’ın ‘soruna çözüm’ olarak sunduğu ve örnek gösterdiği Konya’daki barınakta, köpeklerin öldürüldüğünün ve kötü muameleye maruz kaldığının ortaya çıkması, toplumda hayvanlara yönelik hassasiyeti de ortaya koydu. 

Aslında bu şaşırtıcı değil. Bu toprakların sokak hayvanları ile bağı, göründüğünden daha derin ve köklü bir tarihe sahip. Osmanlı Dönemi’nde İstanbul’u ziyaret eden seyyahların, diplomatların, yazar ve çizerlerin anlatılarında mutlaka sokak hayvanlarına yer verilir. İstanbul, neredeyse sokak hayvanları ile birlikte anılır. Amerikalı yazar Mark Twain’in 1869 yılında yayınlanan ‘The Innocents Abroad’ isimli kitabında da bu durum kendine yer bulur. Twain, İstanbul’daki sokak köpeklerini tarif ederken “Hayatımda hiç bu kadar perişan, aç, üzgün suratlı ve kırık kalpli görünümlü yaratıklar görmedim” ifadelerini kullanır. Twain, köpeklere kötü davrananlar olduğu kadar saygı gösterenlerin de olduğunu hatta uyuyan bir köpeği rahatsız etmek yerine etrafından dolaşmayı tercih ettiklerini de ekler sözlerine. Twain, halkın, padişahların köpeklerin sokaktan toplatılması girişimlerine olan tepkisi de dile getirir ve bu sayede sokaklara dönen hayvanlar için “Böylece köpekler, şehrin barışçıl mülkiyetinde kalır” der.

Twain’in kitabının yayınlanmasından 41 yıl sonra İstanbul’da köpekler toplanarak Hayırsızada’da ölüme terk edildi. Sokak hayvanlarına şiddetin giderek arttığı, toplatılma çağrılarının yetkili ağızlardan karşılık bulduğu bugünlerde hayvanlarla kurduğumuz bağı yeniden hatırlamanın, varlıklarını ‘hak’ temelli düşünmenin ve farklı deneyimlere kulak kabartmanın tam zamanı… 

'HAYIRSIZADA ASLINDA BİR TEHCİR PRATİĞİ'

Haber dizisinin ilk bölümünde, Dr. Mine Yıldırım ile hayvana yönelik şiddetin toplumdaki karşılığını, tarihsel geçmişini  ve farklı şiddet pratiklerinin habercisi olup olmadığını konuştuk. Dr. Yıldırım, doktora tezini İstanbul köpekleri üzerine yazmış, insanlarla hayvanların ilişkisini dert edinmiş bir akademisyen.

Şimdilerde Kadir Has Üniversitesi, Çekirdek Program, Misafir Öğretim Üyesi olan Dr. Yıldırım’ın doktora tezinin başlığı, “İhtimam ile şiddet arasında: İstanbul'un Sokak Köpekleri.” Onunla Bitlis’te bir çocuğun kuduz teşhisi sonucu hayatını kaybetmesi, Konya’daki barınakta bir köpeğin katledilmesi haberleri ve köpeklerin sokaklardan toplatılması çağrıları gölgesinde görüştük.

Hayvana yönelik şiddetin toplumda ne tür kırılmalar yaratabileceğini konuştuk. Bunun için 100 yıl öncesine gitmemiz gerekti; İstanbul’un en uzak ve küçük adası olan Sivriada’nın, sonrasında ‘Hayırsızada’ olarak anılmasına sebep olan o vakaya…

Dr. Mine Yıldırım

Hayırsızada Vakası’ndan ne öğrendik ya da öğrenemedik?

Hayırsızada Vakası, 1910’daki büyük köpek toplamalarına ve 80 binden fazla köpeğin ölümüne neden olan kitlesel sürgünlerine verilen ad. Bu olaydan sonra köpeklerin sürgünde öldüğü Sivriada, Hayırsızada adını alıyor. Bu sürgünlerin İstanbul’a ‘hayır’ getirmediği düşünülüyor. Bu olaydan sonra yaşanan büyük İstanbul depremi ve yangınlar, toplum tarafından köpeklerin topluca ölümüne bağlanıyor.

Sivriada küçücük ve kayalık bir ada. 80 bin ile 100 bin arasında köpeği düşünün… Arşiv kayıtlarında, anlatılarda ya da seyyahların notlarında, köpek sürgünlerinden sonra adadan şu şekilde bahsedilir: Havlayan kaya. Adaya terk edilen köpeklerin seslerinin, birbirini yiyerek ölen köpeklerin kokusunun aylarca Bostancı, Fenerbahçe sahillerinde yankılandığını biliyoruz.

Hayırsızada Vakası, aslında baştan ölü doğmuş bir girişim. Aynı zamanda bu, bir sürecin sonu. Dolayısıyla Hayırsızada’yı anlamak için biraz daha öncesine, konuyu bu noktaya getiren dinamiklere ve siyasi anlayışa bakmak lazım. Yerinden etme ve sürgünde öldürme siyasetini, beş sene sonra olacak Ermeni tehcirinin habercisi olarak okuruz biz. Aslında bu, bir tehcir pratiği. Tabi ki bu benzerlikleri çok dikkatli kurmak gerekiyor. Yine de hem bu şehrin hem de Türkiye’nin tarihinde hayvanlara kitlesel olarak müdahale edilen ilk örneklerden biri.

Onun öncesinde sürgün vakaları var. Ama hem sayısal hem nitelik olarak Hayırsızada ilk büyük proje olduğu için çok önemli.

‘İSTANBUL’UN AVRUPAİ BİR KENT İMAJINA BÜRÜNMESİ İSTENDİ’

Konuyla ilgili okuduğum makalelerde ‘sahipli hayvan' kavramı göremedim. Sahipli hayvan kavramı ile ne zaman tanışmaya başladık?

O dönem İstanbul’da sahipli hayvan sayısı çok az. Bu da çok önemli bir detay aslında. Zira sahipli ve sahipsiz hayvan ayrımı çok yeni bir ayrım. 1900’lü yılların başından itibaren üretilmiş bir ayrım. Hayırsızada öncesi köpek, İstanbul’un köpeği idi. Köpek yaşadığı yer ile anılan bir hayvan. İnsanla birlikte evcilleşen bir hayvan olarak köpek, yaşadığı yeri tanıyan ve sahiplenen bir hayvan. Köpeklerin kültür tarihimizde ilk olarak yaşadığı yer sokak, ev değil. Evde hayvan bakımı o dönem yaygın değil.

O dönem temel hedef, sokakta yaşayan köpekleri almak. 1909’da kurulan İttihat ve Terakki hükümetinin amacı, İstanbul’dan Batılı, modern bir şehir imajı oluşturmak. Bu noktada Louis Pasteur’un direktörlüğünde Paris’te Pasteur Enstitüsü’nün kurulmasından, kuduz aşısı çalışmalarından bahsetmek gerekiyor.  1855 yılında Louis Pasteur’ün kuduz aşısını geliştirip ilk kez uygulamaya başlamasının ardından Paris’teki Pasteur Enstitüsü’ndeki araştırmalara katılmaları için İstanbul’dan da Sultan Abdülhamid tarafından üç öğrenci, bu enstitüye gönderildi. Bu enstitüyle kurulan ilişkiler sayesinde, yalnızca iki sene sonra 1887 yılının ocak ayında kuduz aşısı Osmanlı' ya getirildi ve Mekteb-i Tıbbıye-i Askeriye-i Şahane' de (GATA) ilk kuduz aşısı üretildi. Ve İstanbul’un köpeklerinin aşılanma süreci, hastalık taşıyıcısı olarak görülüp tıbbi bir düzenlemeye tabi olmaları süreci böylece başlamış oldu. İstanbul’daki sokak köpeklerinin akıbetini değiştiren bir diğer dinamik de kent imajının Avrupaileştirilmesi, sokakların ‘temiz’ kent imajına bürünmesi oldu. Bu, aslında Batı tarafından kurulan bir imaj. Avrupa’nın pek çok kentinde sokak hayvanları, 1850’li yıllardan 1900’lü yılların başına kadar sistematik operasyonlarla öldürülüyorlar. Bir kısmı sistematik operasyonlarla sokaklardan toplatılıyor, bir kısmı barınaklara hapsediliyor, bir kısmı bilimsel araştırmalarda denek hayvanı olarak kullanılıyor, bir kısmı o dönemde büyüyen parfüm, boya ve ilaç endüstrilerinde hammadde olarak kullanılıyor, hatta bir kısmı 1870’lerdeki Fransa İç Savaşı sırasında kısa bir dönem için de olsa eti için öldürülüyor. Geri kalan kısmı ise, büyüyen kentli burjuva sınıfın yeni bir kültürel pratiği için evlere, evcil hayvan olarak hane içi ekonomisine dahil ediliyorlar. Tüm bu süreçlerin sonucu olarak Avrupa kentleri köpeksizleşiyor. Avrupa kentlerinde bir köpeği ancak bir tasmanın ucunda sahibi ile birlikte görüyoruz. Bugün medeni Batı kentlerinde köpeği varlığı ya da yokluğu düşünüldüğünde,  akıllara gelen en kuvvetli imaj bu. O zamanın modernleşme arzusunda hedeflenen bir görüntü olarak görülüyor. İttihat Terakki hükümeti de bunu destekliyor. Köpeksizleşmeyi, gelenekten kopuşun bir işareti olarak görüyor. Çünkü köpek her zaman gelenekle, Osmanlı toplumsal düzeninin geleneksel yapısıyla birlikte anılıyor.     

‘KÖPEKLER İKTİDAR GÖZÜYLE ‘KONTROL DIŞI’ CANLILAR’

Kedi varlığı nasıl?

Kediler de var ama daha az. Kedilere bakım da var ama sokakta köpekler daha görünür. 1900 yılına geldiğimizde İstanbul nüfusu, yaklaşık 1 milyondu. Bu sırada köpek sayısı ise 130 bin. Bugün İstanbul’un nüfusunun neredeyse 20 milyon, köpek sayısının ise 140 bin olduğunu konuşuluyor. İnanılmaz bir köpek görünürlüğü var; zaten büyük canlılar, mahallede duran canlılar ve insana yakınlar… İnsanla birlikte evcilleşmiş, kentli hayvanlar. Kamusal alanda dolaşan canlılar aynı zamanda.

Geçmiş dönemde İstanbul’da her evin mutfağı yok. Birlikte yemek yeme alanları ve mutfaklar var. Köpekler oralarda dolaşıyor, pazar alanlarında yer alıyor, yani insanın olduğu yerlerde yaşam alanı kuruyor.

Bundan vazgeçilip, bir Paris ya da Londra yaratma peşinde, güvenlik unsurunun da etrafında; köpeklerin ‘başıboş’ imajının olmadığı bir şehir arzusu oluyor. Hatta o dönem sokaktan dilencilerin toplandığı biliniyor. İşsizler memleketlerine gönderiliyor. Hayırsızada’ya varan sürecin arka planında bunlar var aslında. Köpekler de o dönem ‘başıboş, sahipsiz, kamusal alanda özgürce dolaşan canlılar’;  kısacası iktidar gözüyle ‘kontrol dışı’ canlılar...

O dönem İstanbul’u ziyaret eden Batılı kişilerin gözünde İstanbul’un kirli, ilkel olarak kodlanması, hayvanların hastalık yayıcı, pis olarak nitelendirilmesi başlıyor. Şehre ve hayvana addedilen bu sıfatlar, İstanbul’u ziyaret eden Batılı elitler tarafından üretiliyor. Bu neden önemli? Toplumsal olarak gelinen bir nokta değil. Toplumsal ilişki bakımından, hayvanla kurulan ilişki gelenek ve kültürle iç içe. Fakat o kültürün etrafını saran politik dil, hayvanı öyle bir noktaya koymaya başlıyor ki, yavaş yavaş gündelik ilişkiler bozulmaya başlıyor.

‘HAYIRSIZADA HÜKÜMETİN VE KOLLUK KUVVETİNİN YÜZÜNE GÖZÜNE BULAŞTIRDIĞI BİR OLAY OLUYOR’

Nasıl bir bozulma yaratıyor bahsettiğiniz politik dil?

Köpek ‘sorununa’ çözüm olması amacıyla birkaç fikir üretiliyor. Onlardan bir tanesi, Avrupa’da gelişen tıbbi pratiklerde yapılan deneyler ve büyüyen yağ, deri, ilaç, parfüm, boya endüstrileri için ucuz hammadde olarak hayvana ihtiyaç duyulması… 1900’lü yıllara geldiğimizde, pek çok Batı şehri sokaktaki köpek varlığını neredeyse tamamen yok etmişti. Dolayısıyla hayvan ihtiyacını karşılamak için çeper ülkelerdeki hayvanları gözünü kestirmiş bir endüstriyel bir yönelimden söz ediyoruz. İstanbul’un köpeklerini hedef alan ilk girişim, köpekleri Fransa’daki parçalama atölyelerine satmak oldu. Bu fikir duyulunca, İstanbul’daki pek çok aydın, entelektüel, yazar, gazeteciler ve bazı din adamları ciddi biçimde muhalefet etti. Bazı mahallelerde imamlar, esnaf bu duruma karşı çıkıyor; depolarında, dükkanlarında hayvanları sakladıklarını biliyoruz. Dolayısıyla bu proje, toplumsal karşı çıkış sonucu hiçbir zaman gerçekleştirilemedi.

Ancak bunlar, iktidar eliyle örgütlenen bir toplama, tecrit ve sürgün dalgası olduğunda, köpekleri korumaya yetmiyor. Pek çok kaynağa göre, cadı avını başlatan olay, Tophane’ye gemiyle gelen bir İngiliz diplomatın köpek tarafından ısırılması ile oluyor. Bununla fitilin ucu ateşlendi. 1910 yılının nisan ayında toplatılma emri, bu olay üzerine veriliyor. Bütün şehirde eş zamanlı operasyonlar yapılıyor.

Mahallelerde insanlar karşı çıkıyor. Bu karşı çıkış sonucunda iş öyle bir noktaya geliyor ki, hayvan toplama işini kimse yapmak istemiyor. Kolluk kuvveti de para karşılığı Romanlara, eski mahkûmlara yaptırıyor bu işi. Kısacası ‘pis işler’ bütün o dışlanmış kesimlere yaptırılıyor, dolayısıyla tepki de o kesime kanalize ediliyor. Birkaç ay sonra 80 bin köpek toplanıyor. Köpeklerin ilk toplu biçimde tutulduğu yer, Tophane’deki liman oluyor. O sırada hükümet de toplanan bu köpeklerle ne yapılacağına karar vermeye çalışıyor. Eş zamanlı olarak bazı hayvanseverler limanda kafeslerde tutulan köpeklerin kafesini açmaya çalışıyor, kolluk kuvveti ile çatışmalar yaşanıyor. Aslında olay, başta hükümet olmak üzere kolluk kuvvetinin yüzüne gözüne bulaştırdığı bir vakaya dönüyor.

Hayırsızada’ya köpeklerin yolculuğu da biraz bu olaylar ışığında gerçekleşiyor. İlk plan, adaya götürüp köpekleri orada beslemek oluyor. Bir ekip sabah ve akşam su ve ekmek götürüyor fakat kısa bir süre sonra baş edemiyorlar ve hayvanları ölüme terk ediyorlar. Korkunç ve bir acılı ölümle baş başa bırakılıyor köpekler. Köpeklerin sesleri ve leşlerinin kokuları aylarca boğazın kıyılarından duyuluyor.

Bu vaka bizim için hayvanların tarihini düşünürken ve yazarken çok önemli. Fakat kentin ve hayvan varlığının idaresini düşünürken ayrı bir önemi daha var; Hayırsızada vakası gelenekten çok büyük bir kopuşu temsil ediyor. Hem neden olduğu şiddet hem de bozduğu ilişkiler açısından önemli.

Modern tarihin ilk büyük sürgün hareketlerinden biri. Sürgünde öldürme pratiğinin bir dışa vurumu. Fakat aynı zamanda da dev bir fiyasko. Neden? Yalnızca iki sene sonra, sokak köpekleri yeniden ortaya çıkmaya başlıyor. Zaten şehir hiçbir zaman tamamen köpeksiz olmuyor. Köpeklerin toplanma operasyonu sırasında hayatta kalan köpeklerin yavruları, toplumsal koruma pratiğiyle yeniden kendilerine şehirde yer buluyor. Bir yandan, iyi ki böyle bir başarısızlık var ve biz bugün hala köpeklerle birlikte yaşıyoruz.

Bir yandan da köpekler üzerinde uygulanan öldürme pratiği bir girişim, bilgi olarak bir yerlerde duruyor. Sonrasında da öldürme, bir belediyecilik pratiği olarak yerleşiyor.

‘HAYIRSIZADA VAKASI’NDAN BİZE HAYVANSEVERLİK MİRAS KALDI’

Cumhuriyet döneminde köpekler yeniden benzer olaylara maruz kalıyor mu?

Sürgün ve tecritin yerini, köpekleri yerinde öldürme pratiği alıyor. Ateşli silahla vurma ya da zehirleme olarak gerçekleşiyor. Hayvanın ölümüne tanıklığın, şehrin ortasına geri döndüğü zamanlar var. Hayırsızada’dan günümüze yaklaşık 110 yıllık bir süre boyunca hayvan varlığı ile baş etme yolunun, stratejisinin hep değiştiğini görüyoruz.

1990’ların sonunda barınak denen formlar ortaya çıkıyor. Aslında Türkiye’de yapıldığı şekliyle birer tecrit mekanı barınaklar. Hasta hayvanların tedavisinin yapıldığı değil, sağlıklı hayvanların da sağlıksız koşullara mahkum edildiği yerler.

İktidarların tüm müdahalelerine rağmen hayvanlar sokaklarda var olmayı nasıl başardı?

Hayvan popülasyonunu sağlıklı bir şekilde tuttuğunuzda, kontrolsüz büyümenin önüne geçersiniz. Hayvanları sağlıklı yaşatmanın yolu, kısırlaştırmak, aşılamak ve temel bakımlarını yapmaktır. Türkiye’de bunlar düzenli bir şekilde yapılmıyor. O nedenle hayvanların sayısı bir artıp bir azalıyor. Hayvanları koruma politikamız o kadar yarım yamalak ki, üstüne hayvanların hayatının değersiz olduğu fikriyatı o kadar baskın ki, hayvanlar kendi haline bırakıldılar.

Hatta belediyeler için bir ekstra bütçe kapısı olmuş durumda. Bütün belediyeler, bununla ilgili ödenek alıyor ya da alması gerekiyor. Hayvanları Koruma Kanunu’nun çıktığı 2004 yılından 2020 yılına kadar belediyeler, Tarım ve Orman Bakanlığı’ndan 1 milyon 775 bin aşı almış. Türkiye’deki kedi köpek nüfusu için bu aşılar son derece yetersiz. Ayrıca 1 milyon 455 bin kısırlaştırma için ödenek alınmış. Söz konusu rakam kadar kısırlaştırma operasyonu yapıldığını düşünsek bile rakamlar çok düşük. Ama asıl alınan para, kulak küpesi ve çipleme, mama ve su kabı için. Ama daha büyük kaynak, barınak yapımına aktarılmış. Yani vatandaşların parasıyla hayvanların sağlıklı olması için çaba harcamıyoruz, onlara barınak yapıyoruz ve kısırlaştırmıyoruz da… Siz hayvanların temel bakımlarını yapmayıp kısırlaştırmadığınızda hayvan nüfusunun ve sahip oldukları hastalıkların yayılmasının önüne geçemiyorsunuz.   

Bir de bunların iyi bir tarafı var; Hayırsızada Vakası’ndan ve sonraki olaylardan bize miras kalan bir hayvanseverlik var. Bu hayvanların yeri var bu toplumda; aklında, kalbinde ve şehrin yapısında… Hayvanın, mahalle sakini olduğunu, onun da hakkı ve yeri olduğunu bilen, kabul eden, hayvana da yer açan bir gelenek, kültür var. Bu, hayvanlara yönelik çok büyük saldırılara direnecek güçte değil, daha çok dip dalga şeklinde.

‘HAYVANA YÖNELİK ŞİDDET ÇOĞUNLUKLA BAŞKASINA ŞİDDET OLARAK DÖNÜYOR’

Resmi makamların kullandığı dil, nasıl bir etki yaratıyor?

23 Aralık 2021’de Cumhurbaşkanı Erdoğan, ‘başıboş’ olarak tanımladığı köpeklerin yerlerinin sokaklar değil, barınaklar olduğuna dair demeç verdi. Neredeyse bir yıl sonra konuyla ilgili talimatlar verildiğini söyledi. Zaten bu süre içinde resmi bir karar ya da kanun olmasa bile tek yasal mevzuat olan belediyelerin 5199 No’lu Hayvanları Koruma Kanunu aksini söylese de, hayvanların toplatıldığını gördük. Kanunun 6. Maddesi hayvanın alındığı yere geri bırakılmasını söyler. Bunun bile dinlenmediğini, hayvanlara bakan insanların hedef gösterildiğini, bunun sonucu olarak şiddete uğradığını, öldürüldüğünü gördük.

Sosyal medyada hayvanseverlerin de şiddete uğradığına dair haberler, videolar görüyoruz. Sosyal medyanın, hayvanları korumada etkisi var mı?

‘Başıboş köpek sorunu’, ‘Havrita’ gibi hesaplar, doğrudan hayvanları ve hayvanseverleri hedef alıyor. Bu hesaplar, sürekli köpürttüğü bir nefret dili kullanıyor. Hayvanla birlikte hayvana bakanın da hedef gösterildiği, aşağılandığı bir dil bu… Hayvana bakan insan, toplumda her zaman biraz alay konusudur. ‘Kedici teyze’, ‘köpekçi amca’ gibi… Özellikle son 20 yıldır o kadar havalı bir şey değil hayvan bakımı ama ilk kez öldürülebilir noktasına geldi. ‘İtperest’ gibi bir ifade kullanılıyor. Sürekli ikilik ve zıtlık yaratan ifadeler bunlar. Türkiye’deki o bitmeyen bilmeyen kutuplaştırma, düşmanlaştırma burada da kendini gösteriyor. 

Hayvana yönelik şiddetin kadına, çocuğa ve toplumun farklı kesimlerine yöneleceğine dair bir argüman var. Şiddet, hayvandan bir başkasına ne kadar dönüyor?

Şiddet çalışmalarında bu durum, ‘şiddetin devamlılığı’ kavramıyla açıklanır. Sizin dediğiniz de bunu tarif eder. Hayvana yönelik şiddet başka şiddet biçimlerinin habercisi midir? Bu, şiddet çalışmalarında her zaman sorulan bir sorudur. Hayvana yönelik şiddetin, bütün bu tartışmalarda çok özel bir yeri var. Bir anlamda evet, başka şiddetlerin habercisidir. Hayvana yönelik şiddet eşittir şu biçimde şiddet anlamına gelmiyor.

Kriminal psikopatolojide sıklıkla çalışılan bir konudur bu. Seri katiller üzerine yürütülen çalışmalarda da sıklıkla değinilir, popüler kültürde de pek çok yansımasını görürüz. Örneğin; seri katillik mefhumunun ve ona yönelik tıbbi-siyasi ve polisiye söylemlerin ortaya çıkmasını ele alan Mindhunter dizisinde de işlenir bu konu. İnsan öldüren kişilerin büyük kısmının geçmişinde, hayvanlara yönelik şiddet vakaları, bu vakalardan kaynaklanan sabıka kayıtları vardır.

Bununla ilgili yapılan araştırmalar var. Türkiye’de yok ama yurt dışında bazı araştırmalardan örnek vereyim. FBI’ın Davranışsal Analiz Birimi'ndeki bilgilerden yola çıkarak 2004-2009 yılları arasında hayvana şiddet ve istismar suçundan tutuklanan 150 yetişkin erkeğin şiddetle bağı incelenmiş. Buna göre, 150 kişinin yüzde 41’inin bir başkasına şiddet nedeniyle en az bir kere tutuklandığını, yüzde 18’inin tecavüz ya da çocuk tacizinden tutuklandığını ortaya koydu. Ayrıca, hayvanlara cinsel taciz ile insana cinsel saldırı arasında önemli bağlar bulundu.

Elbette bu, sadece suçluların ya da katillerin hayvanlara şiddet uyguladığı anlamına gelmez. Son derece ‘normal’ hayatlar yaşayıp hayvana şiddeti savunan insanları da görüyoruz ki, bunların hiçbiri seri katil değil.

‘NEYİ CEZASIZ BIRAKTIĞINIZ TOPLUMUN ‘NORMALLERİNİ’ ŞEKİLLENDİRİYOR’

Hayvana yönelik şiddet insan yönelmese de dert edinmeli miyiz?

Hayvanların kendini koruyacak mekanizmaları olmadığı için insanın barışına ihtiyaç duyar. Hayvanlar barış koşullarında, şiddetsizlik koşullarında yaşayabilirler. Hayvanlar, toplumdaki bütün kırılgan grupların en altında yaşıyor. Bakıma muhtaçlar ve insan tarafından örgütlenen şiddete karşı koyabilecek güçleri yok. Onları savunacak bir siyasi partileri, orduları, kendi kurdukları bir örgütlenmeleri de yok. Dolayısıyla hayvanı koruyacak olan insandır.

Türkiye’de şiddetin cezasız bırakılması gibi politik bir problem var. Bu ikisi bir araya geldiğinde sonuçlar vahim oluyor. Hayvana tecavüz eden kişi 4 ile 6 ay arasında ceza alıyor. Türkiye ceza sisteminde belli bir yılın altındaki cezalar erteleniyor. Şiddetin faili olan kişinin cezası, para cezasına çevriliyor, tahrik indiriminden ve iyi hal indiriminden yararlanıyor. Halk arasındaki tabiri ile ‘yatarı olmayan’ bir ceza sistemi kuruluyor.

Bu, ‘köpeğe tecavüz eden çocuğa tecavüz eder’ demek değil. Belki normalleşmiyor, halk da öyle davranmıyor ya da tasvip etmiyor ama bu, tecavüz vakalarının yaşandığı gerçeğini değiştirmiyor. Cinsel şiddet, çok vahim bir şiddet formu. Tür ayırt etmeksizin herhangi bir hayvana işkence edebilmek, bedensel bütünlüğüne zarar verebilmek çok ciddi bir sorun. Hem hukuki hem politik hem de toplumsal bir sorun.

Az önce dikkat çektiğim konular ışığında düşünecek olursak hayvana yönelik şiddetin kendisi, başka bir yere yönelmese, son kurbanı hayvan olsa bile son derece korkunç. Bunu, başka bir şiddetin habercisi olarak değil, tek başına değerlendirdiğimizde bile şiddet bir gerçeklik olarak önümüzde duruyor. Çünkü hayvanın zarar görebilmesi için kat edilmesi gereken çok fazla ihlal var. Şunu da net biçimde söyleyebiliriz: Hayvanın zarar gördüğü yerde hiçbir çocuk, kadın, yaşlı yani hiç kimse güvende değil.

Hayvana yönelik şiddetin cezasız kalması, gündelik hayatın parçası haline gelmesi, toplumun şiddetle kurduğu ilişkiyi nasıl etkiliyor?

Cezasızlık, şiddeti tetikleyen ve teşvik eden bir işlev görür. Neyi cezasız bıraktığınız, neyi kabahat değil de suç saydığınız, toplumun normallerine dair çok kuvvetli bir şekillendirici etkiye sahip. Siz hayvana yönelik tecavüzü 300-500 liralık para cezası ile geçiştirirseniz, bu toplumda normalleşmeyebilir ama toplum algısında artık ‘suç’ kapsamına girmez. Artık başta hayvana olmak üzere, kadına, çocuğa, rızası olmayan her canlıya karşı cinsel istismar suç kapsamında olmaz. O zaman bir toplum için cehennemin kapılarını açmış olursunuz.

Cezasızlık meselesi son derece kritik bir politik mesele. Cezasızlıkla, neyin istismar edileceğine, zarar verileceğine, dışlanacağına, öldürüleceğine, hangi varlıkların hayatının makbul olduğuna, hangilerinin ıskartaya çıkartılacağına, sürgün edilebileceğine dair sinyaller verirsiniz.       

‘HAYVANLARI KORUMA KANUNU’NUN ADI HAYVAN HAKLARI KANUNU OLMALI’

Hayvanlar 'doğal suçlu' gibi kabul ediliyor. En son Konya’daki barınakta yaşanılanları ve barınak koşullarını da gördük. Hayvanseverler barınaklar için ‘cezaevi’ tabirini kullanıyor. Hayvanlar için kurulan bu ‘suçlu’ algısı nereden geliyor?

Modernleşmeyle ilgili bir şey. İnsanı, insan olmayandan ayırma çabasının bir sonucu aslında. Ve en bariz gördüğümüz ötekileştirmelerden biri. İnsan olmayanı, güçlü olmayanı, o da her insan değil; Batılı, modern, erkek, kapitalist, sanayici, zengin, sermaye sahibinin bütün kendi dışındaki dünyayı kullanabilme, sömürebilme tarihinden geliyor. Siz ancak hayvanı ‘ikincil, tali, ihmal edilebilir, sürgün edilebilir, öldürülebilir, kapatılabilir, üzerinde her türlü hayvan deneyi yapılabilir’ olarak kabul ettiğinizde araçsal bir değer atfedersiniz. Ancak o zaman bu sistemi kurabilirsiniz. Siz hayvanın hayatına, insana hizmet ettiği ölçüde değer verdiğinizde, hayvan üzerinde deney yapabilir, onları barınaklara kapatabilirsiniz.

Bu ayrımı kurabilmeniz için de bu ayrımın dışında bıraktığınızı; suçlu, hastalıklı, tehlikeli, düzen bozucu, pis, kirli, abdest bozan, her türlü negatif bütün sıfatlara ihtiyaç duyarsınız. Ancak ona bunları atfettiğinizde sömürü ve kullanım ilişkisini kurabilirsiniz.

Peki bunu kırmanın yolu, hayvanla eşit yaşamsal bir hak kurmak mıdır?

Hayvanlara yönelik şiddetle mücadele etmenin, birbiriyle bağlantılı ve bana göre asla ayrılmaması gereken iki yolu var: Biri hukuki, bir diğeri de toplumsal. Siz hayvanlara sevimli, sempatik, tatlı ve çok şeker olduğu için değil, saygı duyduğunuz için yaşam hakkı tanıyacaksınız.

Bu şu demek; “Onu ihlal ettiğimde cezası var.” Cezaya tabi bir suç olacak, kabahat değil. TCK, kabahati nasıl tanımlar, biliyor musunuz? Kanunun karşılığında idari yaptırım uygulanmasını öngördüğü haksızlığa kabahat denir. Yani toplumsal düzeni tam olarak bozmayan ama rahatsız eden, basit huzursuzluklar yaratan, zararları minimal ihlallerdir. Örneğin 22.00'den sonra korna çalmak, komşularınızı rahatsız edebilecek saatlerde gürültü yapmak, bu kapsama girer. Hayvana yönelik tecavüz, cinsel şiddet ise Türkiye’de yakın bir tarihte kadar maalesef cürüm olarak sayılmıyor, kabahat olarak değerlendiriliyordu. Hayvanları Koruma Kanunu, geçen sene yeniden düzenlendiğinde, hayvanlara yönelik işkence ve cinsel şiddet suç olarak kabul edildi, ancak ceza alt sınırı belirlenmediği için ‘yatarı olmayan’ suçlar kapsamında kaldı. Yani ceza alt sınırı olan 3 yıldan az cezalarla yargılandığı için, bugün Türkiye’de hayvanlara yönelik şiddet suçları idari para cezasına dönüştürülebiliyor, ertelenebiliyor, hapis cezası olmaksızın indirimden faydalanabiliyor.          

Hayvana yönelik şiddeti suç olarak kabul ettiğiniz bir toplumsal ve hukuki düzende, ihlalleri engelleyebilesiniz. Biz şanslıyız, tarihimizde, köklerimizde hayvanla bir arada yaşam pratiği var; onların da toplumda yeri ve hakları olduğuna dair kadim kültürler ve pratikler var.  Örneğin; ABD’de     doktoramı yaparken insanlara, sokaktaki hayvanı anlatmak çok zordu çünkü yoklar. Evde hayvan var, barınakta infaz sırasında olan hayvan var, ama sokakta yok. Biz çok şanslıyız. Türkiye’deki bütün zorluklara rağmen hayvanların sahip olduğumuz kültür ve dayanışma ağları ile korunabileceğini düşünüyorum.

Yasal mücadeleden asla vazgeçemeyiz. Hayvanları Koruma Kanunu’nun adı bile ‘Hayvan Hakları Kanunu’ olması gerekiyor. İkincisi ise, koruma ilişkilerini kuvvetlendirmemiz gerekiyor.

‘ŞİDDETİN DEVAM ETMESİNDEN BESLENEN BİR İKTİDAR VAR’

Bugün Türkiye’de iktidar, zaten belirli kimlik gruplarının yaşam hakkını kabul etmiyor. Eğer hayvanları kabul ederse bunları da etmek zorunda kalır mı? Bütün dert bu mu?

Böyle bir bağ kurabiliriz. Hayvanların yaşam hakkına saygıda geldiğimiz nokta, en iyi bakımı vermek değil, öldürülmemesi… Hayvanların varlığı, birlikte yaşama dair de bir fikir. Bahsettiğiniz bütün bu o insan topluluklarının, kimlik yapılarının ve politik aidiyetlerin bir arada durmasını, barış içinde yaşamasını sağlayabilecek, çok temel bir şey olduğunu düşünüyorum.

Ben şöyle düşünüyorum: Türkiye’de insanların haklarına saldırmak istiyorsanız önce hayvanların haklarını alıyorsunuz. Ya da tersini düşünelim;  bu sadece hayvan hakları savunuculuğu ya da hayvanseverlik değil. Hayvana yönelik merhamet hissini, adalet hissini çökerttiğinizde, bir iktidar bir topluma her şeyi yapar. Bunu bir kere yıktığınızda, epey bir barajı yıkmış oluyorsunuz.

Hayvanın öldürülebilir, tecavüz edilebilir olduğunda ve bunun cezasız kaldığı bir toplumda, siz hakları, kimlikleri tanısanız ne olur? Oraya iki tane cemevi açsanız ne olur? Bütün toplumsal ilişkilerin dibini dinamitlemiş oluyorsunuz. Ve korkunç bir şiddet egemenliği bu. Şiddetten beslenen bir iktidar yapısı bu. Sadece hayvan değil ki… Neden Türkiye’de kadın cinayetleri durdurulmuyor? Sadece kadın düşmanı oldukları için mi? Hayır, o şiddetin devam etmesinden beslenen bir iktidar var. Neden hayvan cinayetleri durdurulmuyor? Bir tane yasa çıkmıyor. 20 yıldır uğraşılıyor, çıkan yasayı düzeltmeye uğraşıyoruz. Ben hayatımı bu meseleye adamış bir insanım. 2004 yılında çıkan kanunda ceza alt sınırını getirmiyorlar, neden? Çünkü hayvanın öldürülebilir olması lazım bu şiddetin devam etmesi için.

Bir yandan da köpekler insan sağlığı ve hayatı için tehdit olarak görülüyor.

Niçin kuduz meselesini konuşuyoruz? Konuşuyoruz çünkü yerel yönetimler hayvanları aşılamıyor. Kuduzu önlemenin tek bir yolu var: Koruyucu aşı uygulaması. Bu, devletin görevi. Bu ne hayvanların suçu ne de insanların ama siz kaynak aktarmıyorsunuz. Böylece ciddi bir halk ve hayvan sağlığı problemi yaratıyorsunuz. Peki hayvanlar neden hastalanıyor? Sadece köpekten mi geçiyor kuduz? Hayır. Köpek, yaban hayvanını ısırıyor. Neden yaban hayvanıyla köpekler bir arada? Neden böyle bir yakınlık var? Ülkede hemen hemen bütün yerel yönetimler, şehirde insanla birlikte yaşaması gereken köpekleri toplayıp şehrin dışına attığı için var. Hayvanla yaban hayvanı karşılaşıyor. Bunlar birbirleriyle temas ettiğinde ciddi bir problem oluşuyor.

‘BİZDE ÇÖZÜM EN AZ MALİYETLİ YOL OLAN ‘ÖLDÜRME’ OLUYOR’

Yerel yönetimlerin mi çözüm olduğunu söylüyorsunuz?

Aynen öyle. Yerel yönetimler neye para ayırmış: Çiplemeye. Çipleme nedir? Köpeklerin kulağına küpe takma işlemi. Köpeklerin küpeleri bize ne anlatır: Bu hayvan kısırlaşmış, kuduz aşısı ve temel aşıları yapılmış.

Bugün İstanbul’da hamile ama küpeli köpek görürüz; yani küpelenmiş ama kısırlaştırılmamış. Neden? O, bir ihale sonucu çünkü… Kayıt dışı, şeffaf olmayan, hesap verilebilir olmayan bir ekonominin döndüğü bir alan, hayvan sağlığı.

Bir yerde 500 köpek yaşıyorsa 400’ünü öldürebilirsiniz. Kalan 100 köpeği kısırlaştırmadığınız sürece bir seneye kalmadan 500’den daha fazla köpek olur orada. Bunu anlamak için hayvansever olmaya gerek yok. Basit bir siyasi yönetim mantığıdır bu. Bir yerdeki popülasyonu korumak için aşılama ve kısırlaştırma yaparsınız. Bizde öyle değil, bizde çözüm olarak uygulanan her zaman en düşük maliyetli olan yol, öldürmek oluyor. Hayvanları öldürmek için harcanan kamu kaynaklarının, tesislerin, emek ve zamanın hayvanları yaşatmaya, hatta çok da iyi koşullarda yaşatmaya gayet yeteceğini düşünüyorum. Yeter ki, bakış açımızı ve adalet anlayışımızı onların da haklarını görüp tanıyacak şekilde değiştirebilelim.

Yarın: Sokak hayvanlarıyla AB’nin imtihanı: Hollanda ve Romanya ne yaptı?