YAZARLAR

Sokağa dökülen nefret, büyük mutsuzluk dayatması

“İyi toplum” diye bir şey var mıdır yok mudur, bu cevabı çok uzun bir soru. Ama mutsuz bir toplumun mümkün olduğunu ve bizim artık mutsuz değil çok mutsuz bir toplum olduğumuzu söyleyebiliriz. Geleceğinden kaygılı, hayatın herkes için iyi bir yer olmasına dair bir vizyonu, amacı olmayan, öfkeli bir kalabalığı en uyduruk nedenlerle bir miting alanına toplayabilirsiniz. Yeter ki eline elverişli bir düşman verin.

Çocukluğumuzdan beri toplumumuz bize “hoşgörülüdür, doğayı sever, insanı sever, mazlumu incitmez, yardımseverdir” biçiminde anlatıldı. Hoşgörü kavramının, kendinden olmayana “yazık, o da insan sonuçta” dedirten bir tür büyüklenme hali olduğunu öğrendik, büyüdükçe. Üstü örtülmüş katliamlar tarihinden, o kendi halinde, iyi insanın bir günde komşusunu katledebilecek birine nasıl dönüşebileceğini de. Son yirmi yılın giderek kararttığı atmosferde daha büyük kesimler üzerinde baskı arttıkça, kötücüllük de zeytinyağı gibi su yüzüne çıktı. Kadınları öldürenlerin, evleri çarpıyla işaretleyenlerin, hayvanları katledenlerin hep o “kendi halinde, iyi insan” olabildiğini gayet net gördük.

Yeşilçam'ın sevgi dolu ailesi... 

Bugün zaten kimsenin kimseye güvendiği yok, o Yeşilçam filmlerinin sıcak, tatlış ailesi, mahallesi hepten yalan oldu, kabul edelim. Kimse yazmaya, yapmaya yeltenmediğinden değil. Mikrofon doğrultulduğunda “çok özledik” diyen seyirci de bu dizileri izlemediği için yapılmıyor artık sıcak mahalle dizileri. Öyle bir mahalle yok, hayat da çok sert. Büyük şehirlerde artık biri pat diye bayılıp yere düşse önünden yürüyüp gidecek insan sayısı durup yardım etmeye çalışanın on misli. Sokağın ve mahallenin şefkate, yardımlaşmaya dair kodları değişti. Ama gözetleme, başkalarının hayatına burnunu sokma, özel alan ihlali hiç değişmedi. Aşure getiren komşu pek yok ama camdan gözetleyen kötücül teyze ve amcalar yerli yerinde. Kötücüllüğe doğru sadeleşme becerimiz etkileyici.

Galiba daima zalimdi toplum, hayat sertleştikçe iyiler elendi, kötüler daha görünür oldu. Bir de insanlar haklarını aradıkça, kendilerini oldukları gibi ortaya koymaya başladıkça. Toplum kadınların kazanımlarının bedelini kadınlara ödetmek için elinden geleni ardına koymuyor. Kadınların, kız çocuklarının bedeninden, hayatından pis eller asla çekilmiyor. Yıllarca bir büyük şaka ya da sır olarak “idare edilen” LGBTİ+ artı bireyler de daha görünür olup haklarını talep ettikçe çok büyük bir düşmanlık ve baskıdan nasibini alıyor.

Aile Arasında - Bir trans kadının görünür olduğu yerli filmlerden/Ayta Sözeri 

 “İyi toplum” diye bir şey var mıdır yok mudur, bu cevabı çok uzun bir soru. Ama mutsuz bir toplumun mümkün olduğunu ve bizim artık mutsuz değil çok mutsuz bir toplum olduğumuzu söyleyebiliriz rahatlıkla. Çok mutsuzken iyi kalabilen, mutsuzluğu ve çaresizliği idare edebilen insan da toplum da yok denecek kadar azdır.

Yaygın yoksulluk, yoksunluk ve mutsuzluk hayat enerjisini düşürmekle kalmıyor, toplumu sahte düşmanlıklara, öfkesini en diş geçirebilir bulduğuna yöneltmeye çok hazır hale getiriyor. Sağ ideolojiler bunu çok iyi biliyor. Düşmanlığı da kutsallığı da köpürterek habire manipüle ediyorlar bu mutsuzluk halini. Korkuları, kaygıları, insanın en bencil, en kötücül yanlarını olabildiğince su yüzüne çıkararak. Her kötülüğe kutsal bir kılıf uydurarak. Adı aile oluyor, Türk aile yapısı oluyor, geleneksel değerler oluyor. Kötülüğe tutkal çok. Geleceğinden kaygılı, hayatın herkes için iyi bir yer olmasına dair bir vizyonu, amacı olmayan, öfkeli bir kalabalığı en uyduruk nedenlerle bir miting alanına toplayabilirsiniz. Yeter ki eline elverişli bir düşman verin.

İyi toplum diye bir şey var mı bilmiyorum, ama mutsuz, çaresiz toplum diye bir şey var.  Hoşgörüsü bir şeylerin kapalı kapılar ardında dönmesiyle, riyayla tanımlı, kendini üstün konumda görmedikçe ötekini aslında hiç umursamayan, ötekinin en temel haklarına saygı duymayan bir toplum bu. Şunları kabul edersek rahatlar ve çözüme yönelebiliriz belki: Toplumumuz ayrımcıdır. Irkçı, kadın düşmanı, homofobik ve manasını bilmese de transfobiktir. Açın ortalama bir mizah videosunu, TikTok videosunu izleyin, baştan sona toksik cinsel şaka görürsünüz. En ofansif mizahın bile evrensel düzeyde kapsam dışı bırakmakta sözleştiği şeyler, kadınların, eşcinsellerin tecavüze uğraması, bu toplumda mizah konusu hâlâ. Kahvehanelerce, birahanelerce gülünüyor. Kendine solcuyum, ilericiyim diyen de gülüyor. Çünkü mizahın en temel korkuları afişe etmek, bilinç dışını kahkaha formunda patlatmak gibi bir işlevi var.

Hayır, sıkça ifade edildiği gibi toplumun yarısı gizli eşcinsel olduğu için homofobik değil. Kendi ayrıcalıklarını, bildiği, alıştığı dünyayı yitirme korkusuyla öyle. Kadın düşmanlığı da buradan geliyor, ırkçılık da. Bütün ayrımcılıkların kökeni aynı ve bir.

LGBTİ+ Karşıtı Miting katılımcıları

Mitinge yönelik sosyal medya paylaşımları içinde şu dümdüz anlatıyordu söylemek istediğimi. Bir erkek, “LGBTİ yi başımıza saran sizin cumhuriyet içinde Avrupa kanunlarını alıp çağdaşlaşma çabanız! Bir Baba olarak karıma iki tokat vuramıyorum, çocuğa baban kızar demiyen anne iki söz ile babayı evden atıyor. İtibarsızlaştırılan baba sokağa atılıyor, evine kadın el koyuyor,” diye yazdı. (Yazım ve dil yanlışları tweet sahibine ait) Tam da bu işte, büyük harfle yazılmış Babaların İsyanı. Babanın artık iki tokatla karısını, çocukları, ülkeyi idare edememe endişesi. Bunun neresinde durduğunuz, büyük mesele.

Can Candan'ın "Benim Çocuğum" belgeselinden bir kare.

Yıllarca insanlara kadına yönelik şiddet, istismar, “senin anana bacına yapılsa” diye anlatılmaya çalışıldı bu toplumda. Empati kaynağı bu kadar dar ve namus temelli. Buradan hiçbir yere varılamıyor elbette. Küçük bir grubun kurallarına uyan, o klanda kimsenin “karısına, kızına sulanmayan” adam, çember dışında başka kadınlara her şeyi yapabiliyor, en iyi senaryoda. Namus temelli bir bizlik halinden gelen empati asla kadın düşmanlığının çözümü değil. Aynı biçimde “senin çocuğun LGBTİ+ olsa” demenin de bir faydası olmuyor. Bunun bir hastalık değil, bir yönelim olduğunu anlatamazken hele, daha da zor. Yoksa azıcık vicdanı ve empatisi olan insan bile sırf Can Candan’ın “Benim Çocuğum” belgeselini izlese bu konudaki fikirlerinin birkaç santim oynaması gerekir yerinden. Ya da bu pazar yapılan nefret yürüyüşüne karşı LGBTİ+ ailelerinin kaleme aldığı şu metni okusa. Yine de izlenmeli ve okunmalı, kesinlikle. Daha iyi anlama, daha iyi anlatma ihtimali için. Zihinlerde ufacık bir kapı aralamak için.

Benim Çocuğum belgeseli, Can Candan 

18 Eylül’de, muktedirin desteği ve muhalefetin suskunluğuyla büyük bir nefret suçu işlendi. Saraçhane’de “Büyük Aile Buluşması” adı altında bir miting yapıldı. 8 Mart yürüyüşlerini, onur yürüyüşünü akla gelebilecek her yolla baltalayan kolluk kuvvetlerinin hiçbir müdahalesi olmadı haliyle. “LGBTİ dayatması” dendi, “amaç çocuklarımızı korumak” dendi, kutsal aile yine iş başına koşuldu. Yıllardır türlü yoldan köpürtülen homofobik, transfobik söylemler de yola taş döşedi.   

Bu miting pek çok açıdan tarihe geçecek bir miting. Toplumca nefret söylemi antolojisi gibiyiz, bu değil mesele. Ama yürüyüşün tanıtım spotunun yayınlanması RTÜK tarafından kanallara önerildi, bu nefret spotu yayınlandı. Ve bu miting bir fikre, bir söze, bir eyleme değil, doğrudan bir varoluşa yönelik olarak yapıldı. LGBTİ+lar toptan hedef gösterildi. Yarın bir LGBTİ+ birey katledildiğinde, tecavüze uğradığında bu mitingin, buna ön ayak olanların ve tamamen sessiz kalanların elinde bir miktar kan olacağını söylemek hiç de abartılı olmaz.

Tuğçe Kazaz mitingde konuşma yaptı.

Bütün bu gaza rağmen miting cüppeli, sarıklıların “biz ibneleri protestoya geldik, müzik nereden çıktı” diye çalınan gitarla kavga etmeleri, Tuğçe Kazaz’ın kanaat önderliği yapması gibi pek çok anla, kendinin parodisine dönüştü. İddia edildiği kadar kalabalık da olmayan dağınık bir meczuplar topluluğu görünümü çizdi. Yine de asla küçümsenecek bir hadise değil bu. Nefret sokağa döküldü, nefrete oluk oluk, tepeden destekli yol açıldı.

Bu miting vesilesiyle türlü kesimdeki gizli eşcinsellik değil ama gizli homofobi, transfobi de bir güzel açığa çıktı. O nedenle ve bu yazının çoğu okurunun zaten bu bilince sahip olduğunu bildiğim/umduğum halde, yazıyorum: LGBTİ+ bir fikir değil. Bir dayatma, ideoloji değil. Bununla savaşmanın, bundan nefret etmenin, Ahmetlerden, Ayşelerden, kadınlardan, erkeklerden ya da kedilerden toptan nefret etmekten bir farkı yok. Bu bir hastalık değil, dolayısıyla tedavisi yok. Bir yönelim, bir varoluş. Çocuklar çevrede LGBTİ+ bireyler gördükleri için öyle olmazlar. Belki bu sadece yüreklendirir, hayat boyu bastırmak zorunda kalacağı şeyi bir nebze daha rahat ifade etmesine yol açabilir, o da belki. Böyle olsa bile, kendini, varoluşunu gizleyen, mutsuz çocuklar mı istiyor aileler? Amaç bu mu?

Üstelik de toplumsal cinsiyet kodlarının her kesimde, gümbür gümbür ekildiği bir toplumuz biz. O lülüş, tatlı oğlan çocuğunun birden sağa sola (komik bulunduğu için) cinsiyetçi küfürler saçan, ergenlikte birden kızları küçümseyip birer et parçası gibi gören bir yaratığa dönüşmesine yol açan şey bu. Oyuncak arabalara, kitaplara falan fazlaca düşkün, ev işlerine çok ilgi duymayan kız çocuklarının “koca bulamaz bu” endişesiyle fırfırlara, Barbielere boğulduğu bir pembeler ve maviler diyarıyız biz. Bu kadar toksik yüklemeye, tedbire, bunca fobiye rağmen ne dayatması? Bunlara rağmen bir çocuk LGBTİ+ olduğunu keşfediyorsa öyledir. Bu reddedilecek, inkâr edilecek, tedavi edilecek bir durum değil.

Toplumun en küçük birimi olan aile, doğallıkla en küçük suç birimi de olabiliyor. “Kutsal aile” söylemleri de aile içi şiddetin, istismarın, türlü dehşetin üstünü örtebilen kullanışlı bir kapak. Bu yönüyle her tür baskıcı, muhafazakâr söylemin vazgeçilmezi. Ailenin kutsallaştırılmasının nedeni, her kutsal gibi sorgulanamaz kılınmak istenmesi.

Aileyle kastedilen, her aile değil elbette. Yoksa birkaç bireyin bir sevgi ve dayanışma sözleşmesi içinde ortak yaşam kurdukları çok farklı formlar aile olarak adlandırılabilirdi. Kan bağıyla bir araya gelmiş, babanın reisliğinin sorgulanmaksızın kabul gördüğü, annenin türlü fedakarlıkla kendini hep bir kilometre geride tanımladığı, sorunların kendi içinde çözümlendiği değil çoğunlukla örtbas edildiği, “kol kırılır yen içinde” bir aile, kastedilen. Bu aile yapısından muktedire biat edebilen toplum yapısına olabildiğince sıkıntısız bir geçiş, arzu edilen. Evde babanın ve erkin rolünü sorgulamayan, yöneticileri de sorgulamıyor.

Böyle bir aileden mutluluk çıkar mı peki? Böyle ailelerden oluşma bir toplumdan, iyi ve mutlu bir toplum olmasını bekleyebilir miyiz?

Bu dünyada insanın zehrini alabilecek, onu daha iyi, daha mutlu ve dolayısıyla başkalarının acılarına daha duyarlı bir insan haline getirebilecek tek şey, kendini gerçekleştirebilmek. Aile “kol çürür yen içinde” türü bir cehennem değil, insanın en kendi gibi, güvende hissettiği yer olmalı. Çocuklara verilebilecek en iyi armağan da, ne iseler, kendileri gibi olma imkânı.

Nefreti dalga dalga büyütmek için her türlü fitil ateşleniyor. Hayatın, umudun, “iyi”nin yanında kalmak ya da bu çamur deryasına kapılıp gitmek. Herkes için temel seçim bugün, bu. Nefrete ve ayrımcılığa dur de.


Zehra Çelenk Kimdir?

Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.