YAZARLAR

Sıra dışı bir isim için sıradan bir film...

Kariyeri boyunca sayısız ödül kazanmış, en görkemli konserlerde sahne almış ve unutulmaz şarkılar bırakmış bu efsanevi ismin sesini neredeyse 'gözümüzü kapatarak' dinlemek istiyoruz. Sinema salonunda ve vasat filmin karşında olduğumuzu zaman zaman unutarak!

Televizyon yapımları zaman zaman el atsa da, özellikle son 20 yıldır Hollywood sinemasının yeni 'gözbebeği' haline gelen 'biopic' türü yapımlar genelde hem ticari hem de sinematografik açıdan başarılı oldular. Doğal olarak bu akım hızlı bir şekilde devam etti. Bu iddialı filmler tabii ki proje aşamasında da özel sorumlulukları üstleniyorlar ve zorlayıcı şartlara tâbi olabiliyorlar: Özellikle sanat yönetimi açısından çok rahat bir bütçe, esinlenmiş olunan gerçek karakteri hem fiziksel hem de oyunculuk performansı olarak karşılayabilecek bir isim, aynı şekilde filmin dümeninde kendini kanıtlamış, deneyimli bir yönetmen ve belki de en önemlisi anlatılan hikâyenin gerçek öyküden tamamen ayrılmaması…

"Ray"den (2004) "Walk the Line"a (2005), "Bohemian Rhapsody"den (2018) "Rocketman"e (2019) kadar giden bu liste, en son büyük eksik 'parçalarından' birini Elvis Presley’i anlatan bir filmle tamamlayarak günümüze kadar uzandı. Ancak bu göreceli olarak yakın 'biopic'leri eskilerinden ayıran önemli bir nokta var: Daha önceki filmler, daha çok efsanevi bir ressam veya heykeltıraş gibi bir sanatçıyı mercek altına alırken bu yeni örnekler daha çok bir müzisyeni veya şarkıcıyı anlatmayı seçtiler. Bu yönelim, oyuncu seçiminden kullanabilecek teknik ‘hilelere’ kadar birçok etkeni daha da önemli kıldı. Nitekim bu engeli de bazen seçilen oyuncunun içinde saklı kalmış inanılmaz ses yeteneğiyle, bazen ise gerçek hayattaki kişinin sesini 'ödünç' alarak aşmayı başardılar.

Bizim sinemamız da bu türe tepkisiz kalmadı ve "Müslüm", "Dilberay" ve son olarak "Bergen" gibi örnekler sundu. Bu arada yasal engeller yüzünden 'rafta bekleyen' Ahmet Kaya ve Neşet Ertaş filmlerini de unutmayalım.

WHITNEY HOUSTON’UN İKİNCİ DÖNÜŞÜ

2012 yılında, 48 gibi oldukça erken bir yaşta aramızdan ayrılan ünlü şarkıcı Whitney Houston’un beyazperdeye ilk ziyareti bu filmle olmuyor çünkü kendisinin sıra dışı ve hazin yaşam öyküsünü daha önce 2018 yılında çekilen "Whitney" adlı bir belgesel filmle izlemiştik. Bizce bu belgeselin oldukça başarılı olması sadece iyi kurgu, etkileyici tanıklıklar ve parlak yönetmenlik gibi teknik başarılara dayanmıyordu. Zira Houston, tıpkı Elton John gibi, diğer benzerlerinin aksine dijital medya ve internetin hayatımızı tamamen istila ettiği bir dönemde yaşamıştı ve ister istemez yaşadığı şeyler çok daha göz önünde ve yoruma açık bir hale dönüşmüştü. Yıldız ismi ulaşabilir olduğu kadar savunmasız da kılan bu imkan hikâyeyi daha da etkileyici kılıyor, başkarakterin psikolojisine daha iyi dalmamızı sağlıyordu. Kendi adıma şunu söyleyebilirim: Beni filmde en etkileyen sekanslarından birini sonlarda, çok sayıda alkol ve uyuşturucu tedavisi gördükten sonra kariyerinde son bir 'geri dönüş' yaşamaya çalışan ama hem fiziksel hem de ses olarak oldukça yıpranmış, eski ihtişamını tamamen kaybetmiş Whitney Houston’un şarkı söylediği sahneler oluşturuyordu.

Bu sefer tam anlamıyla kurmaca bir 'biopic' olan "I Wanna Dance with Somebody" ise aslında Houston’un saklı kalmış (nadir) yönlerine dokunarak, fena olmayan bazı temalar yakalıyor. Öncelikle Houston’ın biseksüel yanı, yanından hiç ayırmadığı ve kısa bir süre sonra 'kreatif direktörü' haline gelen Robyn ile olan aşk/arkadaşlık bağı dokunaklı ve ilginç sahneler sunuyor. Aynı şekilde onu keşfeden ve zamanla yıldız haline getiren yapımcısı Clive Davis’le olan sekansları da hikâyenin güçlü yanlarından biri… Öğrendiğimiz kadarıyla gerçek hayattaki Clive Davis de senaryo yazımına katılmış ve rolünü biraz fazla ön plana çıkarmış ama usta oyuncu Stanley Tucci bizce bu role çok hoş nüanslar katarak dozunda bir portre çizmeyi başarıyor.

TEMBEL BİR SENARYO, YARATICILIK TAŞIMAYAN BİR YÖNETMENLİK…

Ne yazık ki bu değindiğimiz sekanslar dışında hikâye pek işlemiyor. Senaryo, 'lineer' ve tek yönlü bir şekilde akıyor, Houston’un hayatını etkileyen dönüm noktaları ve kişisel hesaplaşmaları hep aynı monoton ritimle diziliyor. Sırasıyla kariyerindeki keşfedilişi, yükselişi ve düşüşü olabilecek en çekimser şeklide anlatılmış. Şarkıcı Bobby Brown’la olan buhranlı ilişkisi ve babasıyla yaşadığı ciddi para kavgaları şematik bir anlatıma teslim edilmiş. Hatta şarkıcının düşüşünü hızlandıran ve sonunda onu hayattan koparan ağır uyuşturucu problemini bile sadece birkaç saniye boyunca görüyoruz. Üstelik bu olaylar sadece düz değil aynı zamanda fazla hızlı bir şekilde, aceleye getirilmiş olarak önümüze konuluyor. Ana karakterin geçmiş çocukluğunun özetini sadece üç dakikada görmemiz bunun en büyük kanıtı…

İşin daha da vahim kısmı, senaryonun daha önce çok daha başarılı bir 'biopic' olan "Bohemian Rhapsody"ye imza atan Anthony McCarten’ın elinden çıkması oluyor. Yeni bir hikâye yazmak yerine başarı kazanmış eski reçetelerini yineleyen senarist sanki oldukça tembel bir yol seçmiş gibi duruyor. Filmde tıpatıp aynı yöntemi, aynı 15 dakikalık müzikal finali izliyoruz.

Bahsettiğimiz Stanley Tucci’yi bir kenara koyarsak, oyunculardan da çok özel bir performans aldığımızı söyleyemeyiz. Özellikle asıl kahramanı canlandıran oyuncu Naomie Ackie’nin pek ekranı doldurmadığı ve Whitney’i canlandırmaktan ziyade onu taklit etmeye çalışır gibi göründüğü de bize tartışılmaz bir gerçek. Makyaj yardımıyla Houston’a benzetildiği sahnelerde bile fiziken onu çok andırdığını söyleyemeyiz. Üstelik performansını daha önce Elton Jonn’u çok başarılı bir şekilde canlandıran Taron Egerton ("Rocketman") veya adeta Freddie Mercury 'olan' Rami Malek’in (Bohemian Rhapsody’) oyunculuklarıyla karşılaştırınca…

Sonuçta filmde, Whitney’in bir 'beyaz' gibi şarkı söylediğine dair eleştiriler, isminin bir ödül töreninde yanlış(?) telaffuz edilmesiyle (Whitney değil Whitey) oluşan tepki gibi sosyolojik veya ‘apartheid’ karşıtı partizan duruşu gibi politik konular hızlıca geçiştirildiğinde elimizde sadece efsanevi şarkıcının kendi sesiyle dinlediğimiz güzel şarkıları kalıyor. Kariyeri boyunca sayısız ödül kazanmış, en görkemli konserlerde sahne almış ve unutulmaz şarkılar bırakmış bu efsanevi ismin sesini neredeyse 'gözümüzü kapatarak' dinlemek istiyoruz. Sinema salonunda ve vasat filmin karşında olduğumuzu zaman zaman unutarak!


Kerem Bumin Kimdir?

1976 yılında Paris'te doğdu. 1994 yılında İzmir Özel Saint-Joseph Lisesinden mezun oldu. 1996-2000 yılları arasında Strasbourg Sosyal Bilimler Fakültesinde (USHS) Tarih ve Edebiyat bölümlerinde okudu. Ardından 2000 yılında İstanbul'a geri dönüp 2004 yılında Bilgi Üniversitesi Sinema/ Televizyon bölümünden mezun oldu. 2004 yılından itibaren çeşitli uzun ve kısa metrajlı sinema filmlerinde ve Belgesel filmlerde yardımcı yönetmen olarak görev aldı. Semih Kaplanoglu'nun 'Süt' adındaki sinema filminin ekibinde yer aldı. Son birkaç yıldır Yunan yönetmen Angelos Abazoğlu ile birlikte, Arte kanalı için Belgesel filmler üzerinde çalışmaya devam ediyor . Gazete Duvar'da sinema filmleri üzerine eleştiriler yazıyor .