Yoksulluğun kıskacındaki kız kardeşler

Kız Kardeşler’in hikâyesini tam olarak anlamak satır aralarını okumayı, sezdirilerek anlatılanı, en çok konuşulmayan ve dile getirilmeyeni dikkatle dinlemeyi gerektiriyor. Çünkü Alper anlatırken bağırmıyor, açıklamıyor, derdini tıpkı has edebiyatın yaptığı gibi anlatılamayanda saklıyor.

Google Haberlere Abone ol

Menekşe Toprak

Berlin Film Festivali’nin yarışma bölümünde Altın Ayı için yarışan Emin Alper’in Kız Kardeşler filmi bir otomobilin yarı çıplak heybetli dağların, kızıl kayaçların arasından geçişiyle başlıyor. Vahşiliğiyle adeta görsel bir şölen sunan bu coğrafya bana ilk bakışta Arı Fısıltıları romanımı yazdıran yerleri hatırlattığı için epey heyecanlanıyorum. Doğduğum, ancak ailemin dışarıya göç etmesiyle uzağında büyüdüğüm Kayseri’nin Sarız ilçesi ve ilçenin doğusundaki Binboğa Dağları’nın eteklerine konmuş olan köyleri kastediyorum. Aslında buralara köy demek de doğru değil, çünkü Anadolu’nun pek çok köyü gibi bunlar da çoktandır ilçenin birer mahallesi sayılıyorlar. Bir zamanlar insanlar için buğday, nohut, patates ve soğanın, hayvanlar içinse arpa ve yoncanın yetiştirildiği tarlalar artık işletilmediği ve köylerde hayvancılık yapılmadığı için her taşının altında yaban otları fışkırıyor. Öte yandan şehirden emekli olup geri dönenler var: Kimileri eski kerpiç evlerini yıkıp lüks villaları aratmayan evler, kimi de yazlık ev mütevazılığında konutlar yapmış, yazları çocuklarının ve torunlarının ziyaretini bekliyorlar.

Alper’in filmindeki köy ise kayaçlarıyla, dağı, taşı ve kerpiç evleriyle belirsiz bir zamanda donup kalmış bir doğa parçasını andırıyor. Otomobil böylesi bir ortamda ilerlerken otomobilin arka koltuğundaki kız ağlamaktadır. Kız ağlıyor çünkü birkaç dakika sonra öğreneceğimiz üzere vahşi doğanın ortasındaki köyüne geri dönmektedir. Ağlıyor çünkü o çok arzulanan uzaklardaki şehir buraya hiç ulaşmamış gibidir. Kızın birazdan içine gireceği karanlık ev iki gözden ibaret olup tandırla ısıtılmakta, yine o tandırda kazanlarda süt pişirilmekte, yoğurt çalınıp yayıklarda yağ yapılmakta, dağlarında ise günler ve gecelerce o sütü veren köyün sürüsü otlatılmakta. Öyle bir yer ki burası, ne bir televizyon sesi ne de bir radyo cızırtısı duyulmakta. Ne geceleri bir köpek havlamakta ne sabahın alacakaranlığında bir horoz ötmekte. Karanlıkta ortaya çıkan cinler, eşkıyalar, filmin ana konusu olan beslemelik kurumuyla şimdiki zamanın çok çok öncesine gider gibi oluyorsunuz filmi izlerken ama bir yandan da modern anlatı dili ve güçlü kadın portreleri karşısında hem şimdiki zamanda hem de zamansızlıkta durduğunuz duygusuna kapılıyorsunuz.

Tam olarak ne anlatıyor Emin Alper?

Anneleri öldükten sona üç kız kardeşi babaları şehirdeki zengin ailelerin yanına besleme olarak vermeye başlamıştır. Film tam da kızların en küçüğü Havva’nın (Helin Kandemir) bakıcısı olduğu çocuk öldüğü ve artık kendisine ihtiyaç duyulmadığı için köydeki evine teslim edilmesiyle başlıyor. Havva’yı evde babası (Müfit Kayacan), yirmi yaşındaki ablası Reyhan (Cemre Ebuzziya), Reyhan’ın bebeği ve yarı deli kocası çoban Veysel (Kayhan Açıkgöz) ile tandırın başında geçecek olan soğuk kış günleri ve yoksulluk beklemektedir. Çok geçmeden aynı şekilde besleme olan ortanca kız Nurhan (Ece Yüksel) da getirilir köye. Onun geri dönme nedeni farklıdır: Nurhan bakıcılığını yaptığı küçük oğlanı dövmüş, evin hanımı tarafından istenmediği için de evin reisi Necati Bey tarafından geri getirilmiştir. Ama bir zamanlar kızların büyüğü Reyhan’ı da evinde besleme olarak tutmuş olan Necati Bey’in (Kubilay Tunçer) hemen şehre geri dönmeye pek niyeti yoktur; geceyi köyde geçirmeyi, kayaların üzerinde kurulan mükellef bir rakı sofrasına oturmayı arzulamaktadır.

Hikâye de ilk bakışta bundan ibaret gibidir ama anlatılmak istenenler bunun ötesidir elbette. Dağların arasında tecrit edilmiş olan üç genç kadının özgürlüğü yakalamak için şehirdeki zenginlerin evlerine hizmetçi, hanımına anne, beyine baba dedikleri insanlara gövdeleriyle de teslim olmasını ve bu teslimiyeti sevebilmelerini anlatıyor. Çünkü ilerleyen dakikalarda Reyhan’ın kucağındaki bebeğin – sevgili olarak şehirdeki bir gençten söz edilse de - Necati Bey’den olduğunu seziyor, bu yüzden apar topar köyün delisi çoban Veysel’le evlendirildiğini, onun Reyhan tarafından neden küçümsendiğini anlıyorsunuz. Ama bir yandan da bu gerçeğin herkes tarafından bilmezden gelindiğini de anlıyorsunuz. Bilmezler çünkü Necati Bey tecrit edilmiş köyden ve yoksulluktan kurtuluşun tek yoludur, hatta belki tam da bu yüzden Reyhan için hazzın da kaynağıdır. Baba, ortanca kızı Nurhan’ın asiliği için özür dilerken bir yandan da küçük kızı Havva’nın çalışkanlığını ve uysallığını över. Havva ise adamın gözüne girmek için çırpınıp durur. Karısı Reyhan’la bir ilişkisinin olduğuna inanırmış gibi görünen, en azından böyle bir şüpheyi dile getiren çoban Veysi bile Necati Bey’den şehirde iş ister.

Aslında baba ve muhtar dışındaki herkes buradan kurtulmayı arzulamaktadır. Zaten onlar dışında da kimse yok gibidir köyde. Kış ortasına rağmen köyün evlerinin bacalarında duman tütmediği gibi, bir köpek havlaması bile duyulmaz. Sürü son sürü, çoban son çoban, tandırın saldığı ışığın altında kızlarına masal anlatmaya niyetlenen baba masal anlatan son yaşlı gibidir. Belli ki köy çoktan boşalmış, ne çobana eşlik edebilecek bir köpek ne de sabaha öten bir horoz kalmış; kameranın kadrajına giren üç kız kardeş, çoban, baba, muhtar ve köyün delisi kadın da çekip gitse, köy tümden insansızlaşacak gibi.

Kız Kardeşler’in bu hikâyesini tam olarak anlamak satır aralarını okumayı, sezdirilerek anlatılanı, en çok konuşulmayan ve dile getirilmeyeni dikkatle dinlemeyi gerektiriyor. Çünkü Alper anlatırken bağırmıyor, açıklamıyor, derdini tıpkı has edebiyatın yaptığı gibi anlatılamayanda saklıyor. Üç kız kardeşin kıskacında oldukları iktidarı bu kadar çok yüceltmelerini, abla Reyhan örneğinde olduğu gibi güçlü olanı haz nesnesi haline getirmelerini pek sevmemiş olsam da, yönetmenin dürüst, karakterlerinse son derece gerçekçi çizildiğini düşünüyorum.

Filmin sonunda, baba ve üç kızın karla kaplı yolların açılmasıyla birlikte Havva’yı almak için köye geleceğini söylemiş olan Necati Bey’in aslında artık gelmeyeceğini bildikleri bir anda, baba çatırdayan ateşin karşısında masal anlatmak ister kızlarına. Kızlar bunu reddederler. Ancak bu reddediş kızlarla baba arasında tatlı bir çekişmeye, kahkahaların eşlik ettiği bir oyuna dönüşür ki filmin bu sonunun bende bıraktığı en önemli duygu umut oldu. Kadının, genç olanın geleneğe, masal anlatana itiraz etmesine dair bir umut bu.

Filmin bende yaşamaya devam eden hali ise: İsteklerini gerçekleştirmekte kararlı olan bu güçlü üç kadın yollar açıldığında, öyle ya da böyle, şehre gideceklerdir. Gidecek ve belki de içlerinden biri ya da birinin çocuğu yıllar sonra geri dönüp bu sarp dağlara, kuru otlara, sivri kayaçlara bir yabancının gözüyle bakacaktır. Tıpkı bana Arı Fısıltıları’nı yazdıran bir duyguyla ürperecek, muhtemelen dağların eteklerinde kendilerine şehirli evler kurmuş olan eski köylülerle, belki de doğada geçmişini, arılarda ölülerini arayan bir roman kahramanıyla karşılaşacaktır. Kim bilir.