Van Gogh hakkında bildiklerimiz...

Schnabel’in son filmi ‘Van Gogh’ ele aldığı konunun belli ölçülerde hakkını veren, sanatsal açıdan başarılı ancak ne yazık ki daha da üst bir seviyeye çıkmak için biraz derinlik ve akışkanlık sıkıntısı çeken bir film… Örneğin bir başka sanat dalındaki dehayı anlatan ‘Amadeus’ filmindeki keyfi bu filmde alamıyoruz. Görünen o ki, başyapıtlar yaratan bir sanatçıyı beyaz perdeye taşımak, o filmin de bir başyapıt olması için yeterli değil!

Google Haberlere Abone ol

Resim sanatı açısından, ülkesinde ve uluslararası platformlarda önemli bir yere sahip olan Julian Schnabel’in son filmi ‘Van Gogh’, ressamın yönetmenlik kariyerinde bir zirve olabilecekken, biraz duygu yoksunluğundan ve hikayedeki bazı ufak boşluklardan dolayı sadece ilgi çeken ve büyük keyif veren başarılı bir film olarak kalıyor… Kendi türünde başyapıt olarak sayılabilecek bir yapım olarak değil!

SCHNABEL’İN ETKİLEYİCİ BAŞLANGICI…

Ciddi kariyer sahibi ve önemli bir ressam olan Schnabel, hatırlanacağı üzere, 40’lı yaşlarının ortalarındayken, belki de beklenmeyen bir şekilde bir sinema kariyerine başlamış ve 1996 yılında ‘Basquiat’yı çekmişti… Bir sanat dalında çok başarılı birinin bir başka sanat dalına bu riskli geçişi, oldukça iyi bir sonuç verdi ve bir ressamın bir başka önemli ressama (Basquiat) bu bakışı oldukça kişisel, etkileyici ve merak uyandırıcı bir film ortaya çıkardı…

Bilindiği gibi, Schnabel’in de kişisel olarak tanıdığı Jean Michel Basquiat (diğer ismiyle Samo!) bir dönem pop-art akımının önemli temsilcilerinden biri olmuş, oldukça çalkantılı bir yaşam sürmüş ve bir türlü kurtulamadığı uyuşturucu alışkanlığı yüzünden, 27 yaşında aşırı dozdan yaşamını yitirmişti. Schnabel, hayatı pek bilinmeyen ancak çok önemli yapıtlar veren bu ressam arkadaşını bize içten bir bakışla sunmuş ve aynı zamanda o zamanın sanat çevresinde var olmaya çalışan bu karakteri başarılı bir şekilde beyaz perdeye taşımıştı.

VAN GOGH YÖNETMENİN UZAĞINDA…

Ancak yönetmenin son filmi ‘Van Gogh’da belki de asıl problem buradan kaynaklanıyor çünkü ele aldığı karakter bu sefer hayatı karanlıkta kalmış ve hakkında yeni bilgiler alabileceğimiz bir kişi değil… Resim sanatıyla az çok ilgilenen herkesin bildiği gibi Van Gogh, zamanında başta sanat çevresi olmak üzere herkes tarafından ‘anlaşılmamış’ ve küçümsenmiş, fakirlik içinde sürünmüş, dönemin görece ünlü ressamı Paul Gauguin ile arkadaş olmuş, ciddi ruhsal problemler yaşamış ve yine bildiğimiz gibi günümüze unutulmaz ve resim sanatının en önemli eserleri arasında sayılan yapıtlar bırakarak erken bir yaşta aramızdan ayrılmıştır.

Yönetmen, her ne kadar ressamın hayatından sadece bir kesit sunma amacında olsa da, efsanevi ressam hakkındaki yeni bilgi noksanlığı, film boyunca kendisini hissettiriyor. Tabii ki Van Gogh hakkında başarılı bir film çıkarmak için Schnabel’den onu Basquiat gibi tanımasını bekleyemeyiz ama efsanevi ressamın daha önce defalarca sinemaya uyarlandığı göz önüne alınırsa (başta Kirk Douglas’ın oynadığı ‘Lust for life’ /1956 olmak üzere…) yine de filmde özgün bir bakış açısı ve kamerada belirgin bir ressam dokunuşu hissetmememiz açıkça biraz hayal kırıklığı yaratıyor.

PASTORAL BİR HAYAT VE YARATIM SÜRECİ…

Van Gogh hakkında yeni bir şey öğrenmemiş olmamız her ne kadar hevesimizi biraz kursağımızda bıraksa da bu duygu geçici oluyor çünkü yönetmen Schnabel’in filminin asıl kuvveti, ressamı tanıtmaktan ziyade onun resimlerini yaratım sürecine ve bu esnada yaşadığı kişisel gel-git’lere eğilmesinde yatıyor… Van Gogh’un bazen günlerce, tek başına kendini doğaya bıraktığı, burada gözlemlediği doğal ışıklarla ve normalde özelliği bulunmayan varlıklara çok yeni bir bakış atarak yarattığı tabloları gösteren sekanslar gerçekten filmin çıtasını yükseltiyor. Bu pastoral ilham ve yaratım süreci her ne kadar her zaman çok açıklayıcı olmasa da yine de ressamın neyin peşinde koştuğu, neyi yakalamaya çalıştığını ve tablolarında neyi ön plana çıkardığını seyirci olarak anlıyoruz…

Kaldığı ucuz otelin sahibinden çalıştığı doğada gezintiye çıkan çocuklara kadar herkes tarafından itilip kakılan, hor görülen bu inanılmaz ressam asla tükenmeyen enerjisi ve yaratma şevkiyle, en iyi bildiği şeyi yapmaktan vazgeçmiyor, asla teslim olmuyor. Ancak onun filmin bu karakterleri tarafından başarısız olarak görüldüğü bu sekanslarda çok kolay verilebilecek bir acındırma duygusu yok…. Çünkü Van Gogh da kendisine acımıyor ve sanatına inanıyor… Sürdürdüğü sefalet hayatı, her ne kadar önüne bazı engeller çıkarsa da, o kendisinin de bir yerde söylediği gibi: ‘belki de tablolarının değerini gerçekten anlayacak kişilerin henüz doğmadığını!’ düşünüyor.

TABLOLARIN DEĞERİNİ ANLAYAN İNSANLAR…

Van Gogh’un hayatının konu alan filmlerin üzerinde durduğu bir diğer nokta da, onun o dönemki bir diğer önemli ressam Paul Gauguin ile kurduğu arkadaşlık bağı ve birbirlerini etkileme sürecidir.

Bizce bu arkadaşlık süreci de filmde yerini bulmuş gibi duruyor. Bu arkadaşlık bağı önemli bir yan öykü gibi durabilecekken, ressamın yarattığı tabloların bir diğer sanatçı tarafından da anlaşılmaz bulması filme bir başka boyut ve derinlik katıyor. Tabii ki, Gauguin’in diğer insanların yaptığı gibi Van Gogh’un tablolarına direkt sırtını dönme ve onu küçümseme gibi bir tutumu yok… Sadece kendisi de yakın arkadaşını biraz fazla ‘hızlı’ resim yapmasından, tablolarına gerektiği kadar özen ve zaman vermemesinden dolayı eleştiriyor… Bizce Gauguin’in bu eleştirisi (daha önceki Van Gogh filmlerinde de ele alındığı halde!) Van Gogh’un resim tutkusuna ve çalışma yöntemine daha içten bakmamızı sağlıyor: beyaz perdede açıkça resmedildiği gibi, Van Gogh eserlerini yarattığı zaman, çok uzun bir hazırlanma, çok özel nesneler bulma ve ağır ağır, sancılı bir resim yaratma süreci geçirmiyor. Daha çok, dış mekanlarda, o anın yarattığı ışıklarla, biraz içgüdüsel olarak ve anlık ilhamlarını inanılmaz yeteneğiyle birleştirerek, adeta kendini besler gibi ve o an tablo yapamamasının kendisini öldüreceğini düşünürcesine büyük bir hızla ve şevkle resimlerini yaratıyor. Belki de kendisini aynı zamanda da tüketen de sanatçının resimlerine karşı yaşadığı bağımlılık ve yeni şeyler yakalama sürecindeki büyük açlıktır.

Aynı şekilde, özellikle beraber oturdukları süre boyunca iki ressamın kendileri ve sanatları hakkında yaptığı konuşmalar da derinlikleriyle dikkat çekiyor… Bu diyalog sekanslarında iki karakter ne birbirlerine ne de bize üstün bir bakış atıyorlar… Resim yapma tekniklerinden ziyade, diğer etkilendikleri sanatçılarda neler bulduklarını, yaratma sürecinde neyi aradıklarını sade bir dille bize aktarıyorlar. Bu sade dil hiçbir zaman basit bir hale dönüşmüyor aksine içinde taşıdığı önemli mesajlara bir derinlik katıyor… Bu sekanslarda aklımıza gelen ilk örneklerden biri olarak Gauguin ve Van Gogh arasında geçen ‘İnsanların müzeye insan resimleri görmek için değil de daha çok resimlerdeki insanları görmek için gittiklerine’ dair diyaloglar sayılabilir.

BİRAZ HAYATA DÖNELİM…

Film, ne zaman ki ele aldığı sanatçının yaratma sürecinden vazgeçip onun gerçek hayattaki karşılaştığı sürece yöneliyor sanki biraz çıtayı alçaltıyor. Kuşkusuz Van Gogh’un gerçek hayatında yaşadığı bütün zorluklar onun sanatını ve kendisini şekillendirmiştir ancak bu sahnelerde inceden bir ‘delirmekte haklı!’ mesajı ve biraz dramatizasyon çabası var ki, bizce bu, filmin değerini çok düşürmese de filmin içinde biraz ‘yersiz’ duruyor. Başka bir deyişle Pastoral denizlere açılmış bu film, gerçeklik çıpası devreye girince biraz durgunlaşıyor ve hız kaybediyor!

Filmin dönemi resmetmedeki başarısına, (her ne kadar Van Gogh’un bakış açısına her geçtiğimizde alt görüntülerin, tabii ki bilinçli olarak, biraz bulanık verilmesi yoruyorsa da!) etkileyici kamera yönetimine ve oyunculuklarına kusur bulmak kolay değil!

Başta efsanevi ressamı canlandıran Willem Dafoe olmak üzere bütün oyuncular rollerine büyük bir derinlik katıyorlar ve filme çok kilit noktalarda ciddi katkılarda bulunuyorlar… Dafoe dışında gözümüze en çarpan performanslar ise kısa rolüyle eşsiz bir ‘resim kadını’ havası veren Emmanuelle Seigner ve Van Gogh’un hastanedeki arınma sürecinde ona yardım etmek isteyen rahibi canlandıran Mads Mikkelsen’den geliyor.

Son olarak Schnabel’in son filmi ‘Van Gogh’ ele aldığı konunun belli ölçülerde hakkını veren, sanatsal açıdan başarılı ancak ne yazık ki daha da üst bir seviyeye çıkmak için biraz derinlik ve akışkanlık sıkıntısı çeken bir film… Örneğin bir başka sanat dalındaki dehayı anlatan ‘Amadeus’ filmindeki keyfi bu filmde alamıyoruz. Görünen o ki, başyapıtlar yaratan bir sanatçıyı beyaz perdeye taşımak, o filmin de bir başyapıt olması için yeterli değil!

Yönetmen: Julian Schnabel

Oyuncular: Willem Dafoe, Oscar İsaac, Rupert Friend, Mads Mikkelsen, Mathieu Amalric, Emmanuelle Seigner, Anne Consigny, Niels Arestrup…

Ülke: Fransa