Semir Aslanyürek: Tıp eğitimini bitirmeden bana sinema virüsü bulaştı!

Yönetmen Semir Aslanyürek ile sohbet ettik. "Yara", "Yukarıda Havalar Temiz", "Vagon" ve "Kaos" gibi filmlerin yönetmeni olan Aslanyürek, sinemaya başlama öyküsünü şöyle anlattı: "Evet... Suriye’de Tıp eğitimine başladım ama bitirmeden bana sinema virüsü bulaştı! Bu virüsün bulaştığı insan iflah olmaz..."

Google Haberlere Abone ol

Abdullah Ezik - [email protected]

DUVAR -  1975 yılı sonbaharında Şam'a giden Semir Aslanyürek, 1978 yılına kadar Şam Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde öğrenim gördü. Daha sonra yaptığı bir Taş yontu ile Sovyetler Birliği'nden burs kazandı. 1979 yılında Sovyetler Birliği'ne giden Aslanyürek, heykel eğitimi görmek yerine sinemayı tercih etti ve 1980 yılından 1986 yılının sonuna kadar Moskova Devlet Sinema Enstitüsü (VGIK) Film Yönetimi Fakültesi, Oyunculuk, Sinema ve TV Filmi Bölümünde Lisans ve Yüksek Lisans eğitimi gördü. Sinema Enstitüsü'nde "Yara" "Babil'de Yalnızlık" ve "Yukarda Havalar Temiz" adlı kısa filmlere imza attı.

Yönetmenle öyküsüne, son filmi "Kaos"a ve sinemaya dair sohbet ettik.

Sanırım ilk olarak aldığınız eğitimden başlamak lazım. Suriye ve Sovyet Rusya’sında eğitim aldınız ve uzun yıllar Rusya’da yaşadınız. Bu dönemlerde sizi en çok etkileyen neydi? Sizi sinemayla birleştiren nedir?

Evet... Suriye’de Tıp eğitimine başladım ama bitirmeden bana sinema virüsü bulaştı! Bu virüsün bulaştığı insan iflah olmaz. Ben de deli bir arayışa girdim. Dostlarım bana Moskova’da bir sinema okulu olduğunu söylediler. O zamanlar Moskova sözünü telaffuz etmek bile ürperticiydi. Velhasıl Şam'daki Sovyet Kültür Merkezi’ne gidip gelmeye başladım. Merkez Müdürü Azeri’ydi. Sağ olsun çok yardımcı oldu. Sovyet Kültür Merkezi’ne bir yontu hediye etmiştim. Onu Moskova’ya gönderdi. Birkaç ay sonra Leningrad Repin Akademisi'nden heykel bursu geldi. Ben de Kiev’de hazırlık sınıfındayken onu sinemaya çevirdim ve VGİK’in mülakatlarına katıldım...

'SANAT GÖZ RETİNASI GİBİ, KİŞİYE ÖZGÜ OLMALI'

Kariyeriniz boyunca örnek aldığınız isimler kimlerdir? Sinemanızı kime yakın görürsünüz? Takip ettiğiniz, içinde olmayı arzuladığınız bir akım veya topluluk var mı?

Öğrencilik yıllarımda birçok yönetmenden etkilendim. Bunlar ustaların Alov ve Naumov dâhil Kalatozov, Çuhray, Fellini, Kurosava, Bunuel, Bergman, Antonioni, De Sica, Visconti, Tarkovski, Yılmaz Güney ve adını sayamayacağım birçok yönetmen... Yılmaz Güney’in adını en son yazdığıma bakmayın! Henüz çocukluk yıllarında etkilendiğim ve şu ana kadar etkisinden kurtulamadığım yönetmendir Yılmaz.

Ama hiçbir yönetmeni taklit etmedim. Hiçbir yönetmene öykünmedim. Sanatın parmak izi gibi, göz retinası gibi kişiye özgü olması gerektiğine inanıyorum. Bu nedenle hep kendi sinema dilimi oluşturmaya çalıştım. Sonuçta ben bir Antakya aşığıyım! Antakya filmi yapmak çok özgün bir şey. İçerik biçim belirler yani...

Akımlar hiç ilgimi çekmedi ve onları hep yapay buldum. Sovyet estetikçi Moisey Kagan’ın dediği benim için çok belirleyici olmuştur her zaman! “Her türlü akım sanatın gerçekliğini çarpıtmaktan başka bir şey değildir”...

1984 yılına ait bir kısa filminiz var (“Babil’de Yalnızlık”, “Yara”), ardından ilk filminiz 1993’te geliyor: “Vagon”. Genel olarak da filmlerinizin arasında uzun süreli boşluklar var. Bunun nedeni nedir? Bir yönetmenin üreticiliği ve kendi çalışmalarınız hakkında genel olarak fikriniz nedir?

“Babil’de Yalnızlık” benim okulda çektiğim ikinci filmim. İlki “Yara” sonuncusu da “Yukarıda Havalar Temiz”... Bunlar öğrencilik yılları sinema eğitimi çerçevesinde çektiğim filmlerim. Vagon ilk uzun metrajlı filmim. Öğrencilik yıllarımda iki uzun metraj senaryo yazmıştım. Senfoni ve Vagon. Bu filmler sinema eğitimim boyunca yedi yıl yaşadığım Moskova kentine birer ağıttı. 1991 yılında Kültür Bakanlığı'na destek başvurusu yapıldığını öğrendim ve ben de başvuru yaptım. Destek çıkınca Moskova’ya gidip “Vagon”u çektim...

Uzun süre ara vermem benim suçum değildi... Param olsa mutlaka her yıl bir film çekerdim. Elime fırsat geçtiği zaman değerlendirdim. Kültür Bakanlığı'mızın desteği olmasa şu ana kadar belki hiçbir filmimi çekemezdim. Çünkü zevke göre şerbet ezmeyi beceremedim bir türlü...

'SENARYO YAZMAK ÖZGÜRLÜKTÜR'

Filmlerinizin hem senaristi hem de yönetmenisiniz. Bir filmi oluştururken temel olarak esas aldığınız nokta nedir? Senaryo yazmakla onu filme dönüştürmek arasındaki farklar nelerdir? Daha senaryo aşamasındayken filmlerinizi nasıl çekeceğinizi düşünür müsünüz yoksa yazmak ve filme dönüştürmek iki ayrı süreç midir sizin için?

Senaryolarımı yazdıracak kimse yoktu. Mecburen oturup senaryolarımı ürettim. Filmlerim arasında ara var ama bu arada neredeyse her yıl bir senaryo yazdım. Bu da bir üretimdir sonuç itibariyle... Şu an çekime hazır beş, altı senaryom var. Bir o kadar da tam bitmemiş senaryom...

Senaryo yazmak özgürlüktür. Senaryo yazmak için paraya ihtiyaç yok! Senaryo yazmak için ekip gerekmiyor vs... Senaryo yazarken kimse sana küfretmez, bağırmaz, çağırmaz, kafasını yumruklamaz, ellerini ısırmaz... Senaryo yazarken filmlerimi nasıl çekeceğimi düşünürüm elbet. Hem de kara kara düşünürüm...

Filmlerinize bakıldığında genel olarak birçok farklı hikâyeyi bir araya getirdiğiniz görülüyor. Farklı yaşamlar ve hikâyeler aynı sahnede kesişiyor ve birbirlerine bağlanıyor. Deta sizin genetiğinizi oluşturuyor. Son filminiz “Kaos” da böyle. Bu farklı hikâyeler bir araya gelirken nasıl bir hissiyatla hareket ediyorsunuz?

"Kaos" film afişi.

Ben Binbir Gece Masalları geleneğinden gelen bir kişiyim. Kendimi bildim bileli her gün evimizin avlusunda bu masallar anlatılırdı. Bu masallardaki eşsiz hikâyeler benim hikâyeciliğimin temellerini oluşturur. Bu temel üzerine daha sonra Dostoyevski inşa edilecektir... Sonuçta ben kendimi bir meddah olarak görüyorum. Bu meddahlığımı filmlerimde de devam ettirmek istiyorum.

İyi bir hikâye anlatıcısısınız. Anlattığınız hikâyeler kadar anlatma biçiminiz de ilgi çekici. Deta doğu kültürlerinin çok sevdiği halk ozanı, masal anlatıcısı gibi bir hüviyetiniz var. Sanırım bunca farklı hikâyeyi bir ânda böylesine kuvvetli anlatışınızı böyle ifade edebiliriz. Peki tüm bu hikâyeler nereden geliyor? (ve dahası bu hikâyeler nereye gider...)

Bu sorunun cevabı kısmen bir önceki soruda var. Bütün bu hikâyeler dolaylı veya dolaysız yaşamın içinden geliyor. Dahası bu hikâyeler zamanla insanların bilincine işleyecek ve toplumsal hafızanın bir parçası haline gelecekler. Bir şey anlatmayan film ise toplumsal hafızadan er veya geç silinecektir...

Son filminiz “Kaos”... Üç farklı hikâye bir mağarada buluşuyor ve dile geliyor. Filminiz boyunca birçok göndermede de bulunuyorsunuz, kaynaklarınız çok çeşitli ve güçlü. Hz. Muhammed’e âit bir hadisten yola çıkıyorsunuz ancak bu hikâyeyi bambaşka bir hâle getiriyorsunuz. Bu hikâye ortaya çıkarken sizi yönlendiren ne oldu? “Kaos”un kaynakları nelerdir? Nasıl oldu da bu üç bambaşka karakter ortaya çıktı?

Dediğim gibi dedem, babam, amcam her biri birer meddahtı. Hz. Muhammed’in rivayet ettiği bu mağara metaforunu henüz çocukluk yıllarımda babamdan duymuştum. Tabii beni çok etkilediğini söylemeye bilmem gerek var mı?

Ancak bunu film yapma fikri doğduğu zaman onu biraz farklı ele almam gerektiğini hissettim. Ve her biri birer katil olan filmin kahramanları, suçlarını itiraf edecekleri zaman bağışlanacak ve mağara açılacaktır. Nitekim öyle de oluyor. Fakat mağara açıldığı halde onlar hala uyuyor ve rüya görüyorlar...

'İZLEYİCİYE FİLM İZLEDİĞİNİ HİSSETTİRMEMEK GEREK'

“Kaos”un görüntülerinde dikkatimi çeken bir şey var. Her şey o kadar sade ki. Kamerayı öyle bir açıya yerleştiriyorsunuz ki her şey bütün doğallığıyla gerçekleşiyor ve dışarıdan bir müdahale olduğunu, bunun aslında planlanan bir çekim olduğunu hissetmiyoruz bile. Dolayısıyla kendimizi filme daha yakın buluyoruz. Karakterlerle ve doğayla baş başa kalabiliyoruz. Kamerayı kullanma biçiminizi, onu konumlandırışınızı, temel aldığınız noktaları bizimle paylaşır mısınız?

“Kendini hissettiren organ hastadır” diye bir söz vardır. İzleyiciye film izlediğini hissettirmemek gerektiğini düşünüyorum. Bu durum izleyiciyi filmin içine sokmanın en iyi yöntemlerinden biridir. Tıpkı dedem, babam veya amcam bize Binbir Gece Masalları anlattıkları zaman kendimi nasıl o dünyada hissediyorsam, öyle... Bu yöntem aynı zamanda sanatta sadeliğin bir yöntemidir...

“Kaos”ta üç temel cinayet var aslında. Süleyman’ın, Şeyh Abdullah’ın ve Saffet’in... Ancak bunlar içerisinde Süleyman’ınki daha ayrı bir yerde, onun haklı ve kökü geçmişe dayanan bir nedeni var, kalbinde beliren bir intikam dürtüsü var. Ayrıca bu cinayete üzülenin olduğunu da sanmıyorum, ötekilerden farklı yani. Dolayısıyla birbirlerinden bunca farklı cinayetleri neden bir araya getirdiğinizi merak ediyorum. Bu cinayetlerin farklılığını, varsa bunların kaynağını, sizdeki yerini öğrenebilir miyiz?

Önünde sonunda suçu ne olursa olsun birini öldürmek cinayettir bence. Demek istediğim, bir can almanın hiçbir haklı tarafı olamaz. Hani “Can almak can verene mahsustur” der insan ama bunun ne anlama geldiğini düşünmeden cinayet işlemekten kendini alıkoyamaz. İşin tuhaf tarafı insanoğlu cinayet işlerken çoğu kez kendini haklı bulur ve “iyi” yaptığını düşünür. İnsanoğlunun en büyük aptallığı işte böylece ortaya çıkıyor.

VGİK’ten kurgu hocamız Sokolov “Doğanın saçmalamaya yetkisi yoktur, bütün saçmalıklar insan beyninin ürünüdür” der. Cinayet de en büyük saçmalıktır. Savaşlar, toplu katliamlar vs... Hz. Muhammed’in hadisinde “Bir insanı öldürmek bütün insanlığı öldürmek gibidir” diye bir hadis vardır aynı zamanda...

'BU MESLEĞİ FELSEFESİ VE ESTETİĞİYLE EN İYİ BİLENLERDENİM'

Filminiz birçok festivalde yarışacak, gösterilecek ve elbette ki çeşitli tepkiler alacak. Kariyeriniz boyunca sizi etkileyen ve yönlendiren olumlu veya olumsuz önemli bir hadise/eleştiri/tepki oldu mu?

Mutlaka olmuştur. Ama olmuşsa da çoğu kez olumsuz anlamda olmuştur. Şöyle ki, sinemayı dünyanın ilk ve en iyi sinema okulunda ve dünyanın en iyi ustalarının yanında yedi yıl eğitildim. Yedi yıl boyunca cumartesileri dâhil her gün sabahtan akşama kadar kuramsal, akşamdan gece yarısına kadar uygulama yaparak öğrendim. Mezun olduktan sonra kimseye asistanlık yapmadan direk yönetmenlik yaptım. Çünkü diplomam bana bu yetkiyi veriyordu.

Ve şimdi bu mesleği felsefesi ve estetiğiyle en iyi bilenlerdenim. Bundan kuşkum yok! Hiçbir zaman festivallerde ödül alma beklentisiyle, şimdi Suriye filmi prim yapıyor yahut eşcinsel filmi yapsam ödül alırım vs. gibi filmler çekmedim. Yönetmenlerin ezici çoğunluğu festivallerde ödül alma kaygısıyla Tarkovski ‘hastalığına’ tutuldular. Ben kimseyi taklit etmedim. Hep kendi imzamı attım. Hep kendi hikâyelerimi vicdanımın sesine kulak vererek anlattım. Buna karşılık hiçbir filmim hiçbir festivalde hiçbir ödül almadı. Ama benim filmlerim ödül alan birçok filmden daha uzun yaşayacaklar, tıpkı Binbir Gece Masalları gibi... Bundan kuşkum yok!

“Kaos”tan sonra yolunuza nasıl devam edeceğinizi merak ediyorum. Elbette ki şu ân üzerinde çalıştığınız başka bir film/senaryo yoksa ne olacağını bilemeyiz ancak bir öngörünüz var mı? Aslanyürek kariyerine nasıl devam edecek?

Yoluma nasıl başladıysam öyle devam edeceğim. Para bulursam uzun yıllar beni barındıran kentlerin filmlerini yapmak isterim. Senaryoları bile hazır. Mesela Antakya doğduğum ve 19 yıl yaşadığım kent. Şam'da beş yıl kadar yaşadım. Moskova’da yedi yıl. İstanbul’da otuzuncu yılıma basıyorum. Bunun için “Antiochia” (Antakya) “Damascus” (Şam) “Moskova” ve “İstanbul-İstanbul” filmlerini çekmek isterim. Ne var ki, istemekle olmuyor...

Bu arada babamdan işittiğim “Daniel’in Mağarası” veya diğer adıyla “Siriada” (Suriye Destanı) üzerinde otuz yıl kadar aralıklarla çalıştım. Onu film yapamayacağımı anlayınca romanlaştırmaya karar verdim. Bunun gibi film yapmaktan umudumu kestiğim “Zeytin Dağı” “Çöl Çiçeği” gibi senaryolarımı da romanlaştırmak istiyorum eğer ömrüm vefa ederse... Hem yazarken istediğim gibi uçarım, kimse bana kelepçe takamaz! Film çekerken parayı veren düdüğü çalıyor çünkü...