Emre Yalgın: Sinemanın sanat dalı olmadığını düşünüyorum

Emre Yalgın ile ilk filmini, bağımsız sinemayı ve yapımcı-yönetmen ilişkisini konuştuk. Yalgın, konu kısa filmden açıldığında, “Kısa film çekmenin de genelde uzun film yapmaktan daha zor olduğunu düşünürüm, hem yazması hem çekmesi bence çok daha zordur. Bir buçuk iki saatte anlatmanız gereken şeyi beş on dakikaya sığdırmak büyük iş bence” dedi.

Google Haberlere Abone ol

Yönetmen Emre Yalgın ile sinema serüvenine, kısa filme, senaryo sürecine ve sansüre dair konuştuk. Yalgın ilk filmi "Teslimiyet"ten bahsederken, 'sanatsal bir kaygısının olmadığını' belirtti.

Çocukken çok film izler miydiniz?

Evet, çok fazla film izlerdim. İlkokul ikinci sınıftayken bir Almancı’dan beta video almıştık. Yanında da 20-30 adet falan beta kaset vardı. Aynı filmleri defalarca tekrar tekrar izlediğimi hatırlıyorum. Sonrada videocu dükkânlarını keşfettim. Ailem iş dolayısıyla sürekli seyahat ettiği için çocukluğum Anadolu’nun çeşitli kasabalarında geçti. Sürekli seyahat eden bir aileye sahip olunca gittiğiniz yerlerde pek fazla arkadaşınız olmuyor, çünkü biliyorsunuz ki o insanları bir daha görmeyeceksiniz. O yüzden o beta video ve filmler benim en iyi arkadaşlarımdı.

İzlediğiniz ilk filmi hatırlıyor musunuz?

Çocuk yaşta eğer bir yön gösteren yoksa çok bilinçli bir izleyici olmanızın pek ihtimali yok, ne elinize geçerse onu izliyorsunuz. Ama şöyle ilginç bir şey anlatabilirim: Üniversitede artık daha farklı bir gözle film izlemeye başladığımda, yönetmenleri tanıdığımda, kısaca daha bilinçli bir izleyici haline geldiğim yıllarda, Kubrick filmlerini oturup izlemeye başlamıştım ve büyük bir şok yaşadım. Çünkü çocukluk yıllarım boyunca kâbusumun kaynağının aslında “Shining” filminden bir sahne olduğunu fark etmiştim. Evet, ben “Shining”i çocukken izleme hatasında bulunmuştum ve uzun yıllar boyunca aynı sahnenin etkisinde kalmıştım.

Kısa film sizin için bir anlam ifade ediyor mu?

Özel bir anlamı yok. Ticari dünyadan daha uzak bir üretim olduğu için daha özgür bir alan çağrışımı yapar bende. Kısa film çekmenin de genelde uzun film yapmaktan daha zor olduğunu düşünürüm, hem yazması hem çekmesi bence çok daha zordur. Bir buçuk, iki saatte anlatmanız gereken şeyi beş on dakikaya sığdırmak büyük iş bence.

emre-yalgin .

"TESLİMİYET FESTİVAL FİLMİ DEĞİL AŞK FİLMİDİR"

“Teslimiyet” filmi, aklınızda ilk belirdiği zaman senaryosunu yazarken sanatsal, siyasal, kültürel ve ekonomik kaygılarınız ne oldu?

İlk başta benim için güzel bir fikirdi, iyi bir hikâyeydi, onun dışında herhangi bir kaygı ile yola çıkmadım. Sanatsal bir kaygım genel olarak yok zaten. Çünkü sinemanın tam anlamıyla bir sanat dalı olmadığını düşünüyorum. Evet, sinemanın sanatsal bir yönü var ama diğer sanat dallarından apayrı bir iş bence.

Sanatsal kaygı nasıl bir şeydir onu da bilmiyorum işin doğrusu. Eğer öylesi bir kaygı taşıyorsam bile bunun adı budur diyemem, ben sadece en sevdiğim yöntemle sinema yoluyla hikâye anlatmaya çalışıyorum. Anlatırken de o hikâyeye en çok yakıştığını düşündüğüm görsel biçimleri kullanıyorum.

“Teslimiyet” özelinde bakarsak, siyasal ve kültürel kaygıların daha sonradan devreye giren durumlar olduğunu söyleyebilirim. İlk çıkış olarak bence güzel bir aşk hikâyesiydi, daha sonra daha farklı sosyal yönlere doğru, doğal olarak her işte olduğu gibi evrildi. Böyle bir evrim göstermesi de tabii ki hikâyenin çıkış noktasından bağımsız değil. Ve bunun çok da doğal bir süreç olduğunu düşünüyorum çünkü “Teslimiyet”in hikâyesi buna fazlasıyla elverişli bir zemin hazırlıyordu. Ekonomik olarak çok zor gerçekleştirilmiş bir film. Benim için çok zor günlerdi çünkü ciddi anlamda bütçesiz bir filmdi. Şimdi geriye dönüp baktığımda bir delilik, çılgınlıktı diyebilirim.

Yaptığınız filmleri kategorize eder misiniz? Türk Sineması, Türkiye Sineması, Anadolu Sineması vs. Ulusal veya bölgesel bir sinema yaptığınızı, bu uluslara ya da bölgelere ait görsel kodlar kullandığınızı düşündüğünüz olur mu? Türkiye Sineması tanımlamasının kavramsal olarak sizde nasıl bir karşılığı var?

Yaptığım filmleri kategorize etmek benim işim değil, çünkü illa ki mevcut kategorilerden birine bağlı kalarak ya da belirli zümrelerin hoşuna gidecek filmler yapmak gibi bir arzum ya da kendime belirlediğim böylesi bir misyonum yok. Ben genel olarak sinemayı seviyorum, tür, kategori ayırt etmeksizin seviyorum. B tipi denen filmleri izlemekten de zevk alıyorum, ağır sanat filmi olarak adlandırılan filmleri izlemekten de zevk alıyorum.

En son filmim “Emanet” bir polisiye/aksiyon filmi, festival filmi olarak adlandırılan filmlerle yakından uzaktan ilgisi yok. Kaldı ki bence “Teslimiyet” filmi de üzerine yapışıp kaldığı gibi bir festival filmi değil, bir aşk filmidir. Ben bu şekilde bakıyorum. Ayrıca bugün böyle bir film yapmış olmam yarın bambaşka bir film yapmayacağım anlamına gelmez. Hikâye beni cezbediyorsa ve bireysel duruşum açısından bir rahatsızlık teşkil etmiyorsa gerisinin benim için bir önemi yoktur.

Görsel kodlar ister istemez kullanıyorumdur, sonuçta içinde yaşayıp büyüdüğüm toplumun bir ürünüyüm. Bu sosyolojik olarak zaten kendinizi soyutlayabileceğiniz bir durum değil. Ama kasıtlı bir tercih var mı diye soruyorsanız, hayır kasıtlı bir tercih değil zaten sizden ayrılması olanaksız bir parçanız bu. Türkiye sineması, Türk sineması vs. bu tür adlandırılmalar benim işim değil, beni ilgilendirdiğini de düşünmüyorum. Bugün gündem bu şekildedir böyle isimlendirilir yarın başka bir rüzgâr eser farklı isimlendirilir. Sonuçta filminiz bugünden yarına kalacak mı yoksa yok olup gidecek mi benim için önemli olan bu. Kimin neyi, nasıl isimlendirdiği veya kategorize ettiği ile ilgilenmiyorum.

Güçlü bir dağıtım ağından uzakta kalarak sinema yapan bir yönetmen olarak, bir sonraki filminizi finanse etmenin ne gibi zorluklarıyla karşılaşıyorsunuz?

Güçlü bir dağıtım ağından uzak kalmak ne demek bir fikrim yok. Son filmim ülkenin en büyük dağıtımcısı tarafından dağıtıldı, hiçbir şeyden uzak kaldığımı düşünmüyorum. Aslında burada şöyle bir kargaşa var, sektördeki insanların ya yaptıkları işin ne olduğu konusunda bir fikirleri yok ya da içinde yaşadıkları toplumdan kopuklar. Hatta bir adım daha ileri gideyim genel olarak sinema sektörünün en temel işleme mantığından bile bihaberler. Bütün bu dağıtım ile ilgili şikâyetlerin temel nedeni de bu.

Herkes zannediyor ki filmimi üç yüz-beş yüz kopya ile vizyona soksam seyirci deli gibi benim filmimi izler. Hayır, hiç de izlemez. Salonlar o hafta bomboş kalır ve sen sıfıra sıfır yola devam edersin. Sinema ticari bir faaliyettir öncelikle bunu anlamamız gerekiyor. Sinema salonu sahibi senin, benim sanatsal kaygılarımla vs. ile ilgilenmez, evine götüreceği ekmekle ilgilenir. Genel seyirci profili de cebindeki üç kuruşunu veriyorsa karşılığını ister. Sen de fazla kopya ile salonlara giriyorsan izleyicinin tüketim alışkanlıklarını hedef almak zorundasın, festivallerin sana taktığı çelenkleri değil, kaldı ki bu çelenkler de çok sorgulanabilir bir durum. “Teslimiyet”in final afişinde 20’ye yakın çelenk vardı ne işe yarıyor bunlar? Var olsalar ne olur, olmasalar ne olur ben hala anlamış değilim ve benim için bile hiçbir şey ifade etmiyor, seyirci için neden bir şey ifade etsin ki? Sonuçta matematik aslında bu kadar basitken ortada benim hiç algılayamadığım bir yaygara kopuyor, “yok dağıtım ağı şöyle yok böyle”.

Kendimden örneklersem “Teslimiyet” filmi için “yok şu kadar dağıtılmalıydı, yok bu kadar dağıtılmalıydı!” ama dağıtılmadı diye oturup sağda solda ağlarsam, ben daha yaptığım filmin ne olduğunu bilmiyorum demektir, ya da kalkıp “Emanet” filmini vizyona sokmak yerine festivallere yollayıp “vay benim filmimi festivale almadılar.” diye yaygara yaparsam yine yanılgıya düşmüşüm demektir.

Yaptığımız işin ticari boyutunu iyi değerlendirmek ve filmimizle ilgilenebilecek seyirciye ulaşmanın yollarını en baştan iyi algılamak lazım. Seyirciye ulaşmanın tek yolu da AVM salonları olmadığı gibi boxoffice’te yazan rakamlar da sizin yaptığınız filmin kalitesini ya da değerini göstermez. Tıpkı afişe taktığınız çelenklerin göz boyamaktan başka hiçbir anlamı olmadığı gibi.

afiş .

"İSTER GİZLİ MESAJ VERİRSİNİZ İSTER HAYKIRIRSINIZ"

Bir hikâye aklınıza geldiğinde, o hikâyenin senaryolaştırması aşamasına nasıl karar veriyorsunuz? Senaryolarınız, ne tür çalışmalarla ortaya çıkıyor?

Hayal kuruyorum. Belki size çok saçma gelecek ama o hikâyenin duygusuna en uygun müzikleri bulup bir playlist yapıyorum sonra gözlerimi kapatıp filmi kafamda seyretmeye çalışıyorum. Seyrederken keyif alıyorsam yazmaya başlıyorum. Yazarken de her derste, her senaryo kitabında öğretildiği gibi önce hikâye, logline, treatman vs. hiçbirini yazmam. Boş bir sayfa açar “sahne 1” der yazmaya başlarım. Zaten daha önce kafamda filmi seyrettiğim için sahneler bir şekilde arka arkaya geliyor.

Başını, sonunu ve pik noktalarını biliyor oluyorum, gerisi sadece doğal akışında ilerliyor. İşin senaryo yazma kısmı aslında en sevmediğim ve en çok tembellik yaptığım kısmı. Saatlerce bilgisayarın başında oturmaktan gerçekten hiç keyif almıyorum. Ben hayal kurmaktan, seyretmekten ve sette olmaktan keyif alan bir insanım. Yazmak benim için oldukça sıkıntılı bir süreç.

Bir yönetmen için siyasi koşullanma ve vicdan, bir sinema filminin tam olarak neresinde yer alır? Sinema toplumsal duyarlılıkları gündeme getirme açısından işlevsellik taşır mı?

Bütününde yer alır sanırım. Sinemaya birçok açıdan işlevsellik kazandırabilirsiniz çünkü topluca kitlelere ulaşmanızı sağlar. Tıpkı televizyon, reklamlar vs. gibi ister gizli gizli mesaj verirsiniz isterseniz açıktan haykırırsınız. Bu, tamamen sizin iletişim kurma biçiminizle ve sinema yapmaktaki amacınızla ilgili. Zaten sinema izleyici ile bir iletişim kurma biçimi değil mi? Sinema tarihi de bunun örnekleriyle dolu.

Şu an bağımsız sinemanın durumunu gerek ekonomik gerek sosyal olarak nasıl tarif edersiniz? Bağımsız sinema yapmak isteyen genç sinemacılar nasıl bir yol izlemeli?

Öncelikle bağımsız bir sinema olduğuna inanmıyorum. Ya da bu bağımsız kavramının adı gibi hak ettiği kadar bağımsız olduğunu düşünmüyorum. Bence ülkemizde üretilen filmler için fazlaca abartılı bir kavram. Belki de böyle düşünmem benim bağımsız kavramından algıladığım şeyin çok daha idealist bir boyutta olmasından kaynaklıdır. Belki de ben bağımsız dendiğinde fazla bir anlam yüklüyorumdur da bağımsız sinema denen şey benim düşündüğümden daha az bir şey ifade ediyordur.

Ama siz ne olarak adlandırırsanız adlandırın bakanlık desteğiyle yapılan hiçbir filmin bağımsız olduğuna kimse beni ikna edemez. Geri kalan filmler de zaten büyük yapımcı firmaların ya da farklı sermayelerin desteklediği işler. Ne kaldı elimizde, parmakla sayılabilecek kadar tek tük film mi? Bireysel çabalarla yapılmış üç beş işten yola çıkarak da ülkemizde bağımsız sinema var demek bence biraz abartılı ki biz genel olarak her yaptığımızı abartmayı severiz. Olmayan bir şey için de genç sinemacılara ne diyebilirim bilmiyorum.

"BAKANLIĞIN KAPISINDA OTOSANSÜRE BAŞLIYORSUNUZ"

Bir yönetmenin gözünden yapımcı kime nedir? Yapımcı, set öncesinde, sette, set sonrasında ne iş yapar? Yönetmene karşı sorumluluğu nedir? İyi bir yönetmen- yapımcı ilişkisi nasıl olmalı?

Bir yönetmen gözünden yapımcı hayalini kurduğu filmi mahvetmek isteyen şahıstır. Mümkünse fazla muhatap alınmamalı kendisinden kati suretle uzak durulmalıdır. Sürekli size bütçe konusunda uyarılarda bulunup istediğiniz şeylerin mümkün olmadığını söyleyerek istikrarlı bir şekilde filminizi baltalar. Ama bir gün kendiniz yapımcılığı da ben yapacağım olmaz olsun böyle yapımcı deyip kollarınızı sıvayıp işe girişirseniz, kısa süre sonra o nefret ettiğiniz yapımcının birçok konuda ne kadar haklı olduğunu görürsünüz.

Aslında ideal koşullarda yapımcı size ilk inanıp güvenen insandır. Elinizdeki kâğıt parçasının, üç beş ipe sapa gelmez cümle ile anlattığınız şeyin gerçek olabileceğine inanan ve bu hayalin peşinde sizinle birlikte koşmayı ilk kabul eden kişidir ve o yüzden daha sonra ne kadar çok kavga edecek olursanız olun, yapımcının yeri çok özeldir. Yapımcının görevleri ve yapması gerekenler zaten iyi kötü kitaplarda tanımlı ama benim için kitaplarda yazanın dışında kısaca yönetmene filmini en iyi koşullarda yapmasını sağlayacak her türlü ihtiyacı gideren kişidir.

Son yıllarda özellikle festivallerde baş gösteren sansür meselesine dair, sinemacıların alması gereken tavır sizce nedir? Yanı başımızda yıllardır sansüre karşı mücadele eden ve başarı gösteren İran Sineması örneği varken, sizce Türkiye Sineması sansüre karşı bir başarı sağlayabilecek mi?

Sansür yeni bir şey değil, festivallerde kendini son dönem daha belirgin kılmış olması yeni olduğu anlamına gelmiyor. Belki sizler bilmiyordunuz, fark etmemiştiniz ama benim açımdan ve eminim ki sektördeki birçok kişi açısından hep vardı. Siz tüm sinemacıları devletin bir kurumu tarafından verilen desteğe bağımlı kılmışsınız bunun adına da bağımsız sinema demişsiniz. Sonra bu sözde bağımsız filmleri festivallere bağımlı kılmışsınız, o festivalleri de belediyelere ve yine bakanlığın farklı fonlarına bağımlı hale getirmişsiniz, ondan sonra "Sansür var, destek alamadım vs." diye yakınıyorsunuz.

Sistem zaten baştan sinemacıların elini kolunu bağlamış, zaten bırakın festivallerdeki sansürü daha en baştan filminizi çekebilmek adına bakanlığın kapısına gittiğinizde otosansüre başlıyorsunuz. Bu şu zamanda şöyleydi, bu zamanda böyle falan filan gibi bir duruma da inanmıyorum. Ben bakanlığa 2007’de de proje sunduğumda ret alıyordum, 2017’de sunduğumda da ret alıyorum.

Kısacası benim açımdan şu zamanda sansür yoktu, bu zaman da var gibi bir durum söz konusu değil, her zaman vardı ve bu sistem bu şekilde devam ettiği sürece de artarak devam edecek. Bu mevcut fonun devlet kontrollü dağıtılmasının engellenmesi ve bunu dağıtmanın daha farklı bir yöntemi bulunmalı; aynı şekilde festivaller de kendilerini ayakta tutmanın farklı yollarını bulmalılar. Sansüre karşı mücadele edilecekse de böyle edilmeli. İran sineması gibi iş işten geçtikten sonra sansürle yaşayarak yeniden film yapmanı farklı metotlarını keşfetmek yerine, hâlâ elimizde fırsat varken temelden sorunu çözmenin yollarını aramalıyız.