Çavdarhisar'da yatıp Aizanoi'da uyanmak

Her yerde durmak, aynı anda her yerde olmak istiyorum. Sivrihisar’ı görmek kısmet olmadı. Eskişehir’i hiç hakkıyla gezemedim. Kütahya’dan tarih fışkırıyor. Kütahya’da yaşayan dünyaca ünlü çini sanatçısı Mehmet Gürsoy’un atölyesine uğrasak ne güzel olur. Yol üstünde değil ama, bir gün İznik’e gitmek şart. Ahhh… yıllardır Aizanoi antik şehrini görmek istiyorum. Yolumuz Frig Vadisi’nden de geçiyor…

Google Haberlere Abone ol

En kısa yolu tercih ederiz, neden? Aslolan güzergâh değil, varılacak yerdir çoğu zaman. Oysa az seçilen ve genelde daha uzun yollar, sürprizin sürüsünü barındırır.

Ankara’dan Çanakkale’ye daha uzun, ara bir yoldan gideceğiz, çünkü:

a) Yol üzerinde yıllardır görmeyi ertelediğim duraklar var.

b) Bir iş halletmem gerekiyor.

c) 29 Ekim’de yollarda olmak güzel.

d) Canım gezmek istiyor.

e) Hepsi

Nereden çıktı bu test? Ankara’dan yola çıkıp Sivrihisar’ı geçer geçmez karşımıza, arkasında kocaman harflerle “Dikkat! Yarış atı” yazan bir araç çıktı. Normalde gözünün önünde bir at canlanması gerekmez mi? Hiç de değil, tek düşündüğüm, lise ve üniversite giriş sınavları; harala gürele içinde geçen gençliğim.

Önümüzdeki iki gün içinde yavaşlayacak, kendimizi akışa bırakacağız.

Yol boyunca yapmamız gereken tek bir şey var; Dursunbey’de Hayat Evi’nin çatısı için kereste bakmak. Bunun dışında hiçbir araştırma ya da plan yapmadık, kalacak yer ayarlamadık. Ahhh, yolculuk deyince gözüm dönüyor. Her yerde durmak, aynı anda her yerde olmak istiyorum. Sivrihisar’ı görmek kısmet olmadı. Eskişehir’i hiç hakkıyla gezemedim. Kütahya’dan tarih fışkırıyor. Kütahya’da yaşayan dünyaca ünlü çini sanatçısı Mehmet Gürsoy’un atölyesine uğrasak ne güzel olur. Yol üstünde değil ama, bir gün İznik’e gitmek şart. Ahhh… yıllardır Aizanoi antik şehrini görmek istiyorum. Yolumuz Frig Vadisi’nden de geçiyor…

.

O tarihi ve turistik yerleri gösteren kahverengi tabelalar var ya, insanı yolundan saptıran, gözüme çikolatalı pasta gibi görünüyorlar. Hepsini yemek, her yeri karış karış gezmek istiyorum. Öyle bir yola çıkayım ki, güzergahımı sadece kahverengi tabelalar belirlesin, zaman ve para diye bir mefhum olmasın, asla.

Şu eşimi de hiç anlamıyorum. “Önümüzdeki iki gün içinde yavaşlayacak, kendimizi akışa bırakacağız.” deyince niye bana inanmaz gözlerle bakıyor ki. Seni duymuyorum sanma, eşimi değil seni kastediyorum seni. Geçen yazıda da taraf tutmuştun. Ardından sosyal medyadan Ebru’nun haklı olduğuna dair paylaşımlar… Dinle öyleyse, yavaşlamak göreceli bir kavramdır, herkesin kendisine has bir ritmi vardır, benimki dokuz sekizlikse suçum ne? Türkiye kadar tarihi ve kültürel zenginliği bol bir ülkede, yüzlerce kahverengi tabelanın yanından vın, vınnn... diye geçip gitmek, sadece bir belki iki tanesine uğrayabilmek ne kadar üzücü, haberin var mı?

Eskişehir’e vardık. Çibörek nerede yenecek? Tren garını arkana al, sola doğru hafifçe yürü, tam karşında Seda Çibörek Mantı. Midenin asla kaynamayacağının garantisini veriyorum. Bir porsiyonda beş tane var, içi kıyma dolu, fiyat da çok uygun. Yanında da ayran, mis… Yola devam.

Birazdan Frig Vadisi’nin girişinden geçeceğiz. Karnım tok ama ağzımın suyu akıyor. Ebru’ya şöyle gözümün ucuyla bakıyorum. Hiç oralı olmuyor. Coğrafya gittikçe güzelleşiyor. Kayalar, kayaçlar, dağlar, ağaçlar, orman. Asfalt yol düzgün. Tak at gözlüklerini, belli ki Kütahya’ya kadar sana başka durak yok.

Bir yıl önce bayram sonrası, Ayvalık’tan Bursa’ya giden yol İstanbul ve Ankaralılar tarafından istila edildiğinden, bir kaçış olarak saptığımız yol bizi gece on gibi Kütahya’ya getirmişti. Germiyan Sokağı’na uğramış, her yerin kapalı olduğunu görünce hayal kırıklığı içinde yola devam etmiştik. Şimdi tekrar aynı sokaktayız; öğleden sonra, Kent Tarihi Müzesi kapanmak üzere. Hooop daldık içeri. “Vallahi bu kez gezeceğiz. Çıkmam dışarı.” deyince görevli “Elbette, buyurun gezin.” deyip, kapıyı içeriden kilitliyor. Gezdirmekle kalmıyor bir de video çekiyoruz. Kütahyalı Kütahya’yı seviyor, gelenekleriyle gurur duyuyor. Sadece Kütahya değil ki; Gaziantep, Urfa, Mardin, Amasya, Trabzon... Anadolu’da benzer bir ruhun yaşatılmadığı tek bir yer bilmiyorum ki.

Oradan çıkıp hemen yandaki binaya girdik. Çocukken çini sevmezdim. Yaşlı kokan evlerde; boyaları taşmış, özensiz yapılmış, kötü sırlanmış toprak kapların kenarlarındaki çapaklar ellerimi keserdi. Yıllar içinde anladım ki pek çok evde rastlanılan benzerleri ile gerçek çinilerin alakası bile yok. Boya ince fırça darbeleriyle pürüzsüz toprak kaplara kirpik kirpik işlenince, çini hayat buluyor ancak.

Kapıda bizi bir beyefendi karşıladı, odaları gezmeye başladık. Çini konusunda epey bilgili olduğu aşikâr. Bir an “Acaba?” dedim içimden. Mehmet Gürsoy ile ne karşılaşmış ne de fotoğrafını görmüştüm. “Siz?” diye soracak oldum. “Evet, benim.” dedi, kendinden emin. Eski bir Kütahya konağından, Osmanlı sarayına yolculuk başladı. Haliç desenlerinin arasından geçen yol hayat ağacına, oradan Lale Devri’ne; bir rüyanın içinde ilerledik. Meşhur kırmızıyı kaç yıllık denemeden sonra nasıl bulduğu haklı bir gururla anlattı. Canlı belgesel. Biraz sonra torunu geldi, sohbete katıldı. Hayat Evi’nin ilk çini fayansını alıp, tekrar görüşmek üzere sözleştik.

Mehmet Gürsoy

Dememiş miydim “Kendimizi akışa bırakacağız.” diye. Dur daha yeni başladık. Hava henüz kararmadı. Hadi bir de kaleye çıkalım. Mahalle araları yer yer Bursa’yı hatırlatıyor. Veee, zirvede bir dönen restoran. Çocukken Manisa Spil Dağı'na gitmiştik, dönen restoranı ilk defa orada görmüştüm; bozuktu. İsmet ve Sözden amca kolları sıvayıp makine dairesine inmiş tamir etmişlerdi. O yaşlarda mucize gibi bir şey, oturduğun zeminin tamamı hareket halinde. Sandalyeler, masalar, garsonlar, müşterilerin tamamı dönüyor; yarım saat içinde 360 derece panorama emrine amade. İşte onun aynısı, yeniden burada, heyecanlandım. Günün en güzel zamanı alacakaranlığa geçiştir, hele bir de yüksek bir yerdeysen, şehrin hem gündüz hem gecesini yaşarsın. Ekim sonu olmasına karşın hava ılık, yuvarlak yapıyı çepeçevre saran balkona çıkıp manzaraya karşı çaylarımızı yudumladık. Bir yandan da karnımız acıkmaya başladı.

.

Akşam yemeği Germiyan Konağı’nda yenilecek. Sıkıcık çorbası ile başladık. Sonra ortaya azar azar mantı, tirit, cimcik ve saç kavurması geldi. Her şey mi lezzetli olur? Bahçede kına gecesi, bangır bangır:

Öyle diyon böyle diyon,

Derdin nedir söylemiyon.

Zambara mı zumbara mı,

Sende mi oldun Ankaralı?

Buyurun gelin, konuğumuz olun.” diyorlar, yorulduk tabii, bize müsaade. Yıllarca bozkırda yaşamanın etkileri bünyeye işlemiş, hafif hafif omuz kırarak, arabamıza doğru yollanıyoruz. İnsanın içi kaynıyor.

Gün içinde yaptığım tek bir telefon görüşmesi sonucunda, Çavdarhisar’da kalmaya karar verdik, kırk beş dakikalık yolumuz var. Hiç tanımadığın bir yere gece yarısı varmanın uyandırdığı merak; hele burası doğanın içindeyse, ekstra heyecan. Karanlığı sokak lambaları biraz aralıyor. Belli ki ana caddesinden geçiyoruz, geniş ve tozlu. İlerideki tabela sağa dön diyor. Kıvrıla kıvrıla ilerleyip, ayın aydınlattığı yıkık minarenin önünde duruyoruz.

Arabadan çıkıp etrafı kolaçan ettim. Ortalıkta tek Allah’ın kulu yok. Uzakta köpekler havlıyor. Antik sütunlu yolun sonunda, tahta bir avlu kapısı. Yaklaşınca “Çavdarhisar Evi” yazısı görülüyor. Siyah beyaz bir film: “Tak, tak, tak…” Devasa kapıyı yaşlı kâhya Sebastian açıyor, uzun boylu, hafif kambur. Tok ve ürkütücü ses tonuyla içeri buyur ediyor. Şaka şaka, genç bir delikanlı açıyor kapıyı, geç bir saat olmasına karşın, güler yüzlü ve sımsıcak bir karşılama. Sinan aslında arkeolog. Eşyalarımızı taşımamızı yardım ediyor. Elektrikli soba odamızı anında ısıtıyor. Veee… beklenen an: “Biraz etrafı gezmek ister misiniz?

Yıllar önce Hierapolis antik şehrinin sınırları içinde, termal havuzları olan bir otelde kalmış, gece çıkıp ay ışığı altında dolaşmıştık. Böyle bir deneyimi tekrar yaşayabileceğim aklımın ucundan bile geçmezdi. Teklifin üzerine “Elbette.” diye atlarken, Ebru dinlenmeyi tercih etti. Sinan ile birlikte köyün içinden, tapınağa, oradan stadyum ve tiyatroya kadar yavaş yavaş yürüdük. İşte “kendini akışa bırakmak”, hayatın doğallığıyla getirdiklerine izin vermek. Yolumuzu Selene aydınlatıyor.

Sabah horozlarla birlikte uyandık. Şehirde köy kahvaltısı dedikleri şeyin burada yediklerimizle alakası olmadığını söylememe gerek yok. Köy yumurtası, köy reçeli, köy ekmeği, köy sütü, köy kaymağı, köy peyniri bir de nar ekşili şeftali... Bahçede mis gibi bir hava, kahvaltının gerçek hali.

Birazdan rehberimiz Hüseyin Bey geliyor. Çayımızı yudumlarken “Ne kadar sürer gezmek?” diye soruyorum. “Size bağlı ama aslında bütün gün sürüyor.” Planlı gelmedik ki, daha yolumuz var. Onun üzerine “E hadi başlayalım bakalım, bakarız” diyor.

Aizanoi’ın ortasından dere geçiyor, üzerinde dört tane antik köprü var, bunlardan bir tanesi restore ediliyor. İlkinin yanından geçip ilerliyoruz. Sağımızda bütçesi onaylanmış restore edilmeyi bekleyen eski köy evleri, solumuzda boylu boyunca antik bir duvar. Osmanoğulları’nın Batı Anadolu’ya yerleşmesi sırasında Çavdar Tatarları Aizanoi bölgesine yerleşerek burayı üs olarak kullanmışlar. İlçenin Çavdarhisar adını bu boydan aldığı biliniyor. Çavdarhisar Belediyesi’nin web sitesinde konuya ilişkin birçok bilgi bulabilirsin. Duvar bitiminden sola dönünce, dün gecenin mistik tapınağının, güneşin altında vakur bir şekilde dikildiğine tanık oluyorsun. Dünyanın en iyi korunmuş Zeus Tapınağı, yoldan hafif bir eğimle yukarı doğru yükselen tepeciğin üzerine oturtulmuş. Yaklaştıkça ihtişamı artıyor. Sütunların altında minicik kalıyorsun. Bir kısmı yıkılmış olmasına karşın ayakta olan kısımları çok iyi korunmuş, bütününe ilişkin çok iyi fikir veriyor. Hemen ileride demir parmaklıklar, belli ki yasak bölge. “Ah kim bilir neleri göremeyeceğiz!” diye dışımdan geçirirken Hüseyin Bey “Yooo, göreceksiniz.” diyor. Bizim için mi açacak acaba, diye düşünüyorum, ne de olsa görevli kendisi, yetkisini bizim için kullanır belki. Öğrenilmiş çaresizlik benimkisi. Demir parmaklıkların sonundaki zaten kapı sonuna kadar açıkmış. Aşağıya doğru uzanan demir merdivenlerden iniyoruz. Zindan mı? Değil; tapınak odası mı, değil! Tapınağın zemin alanının neredeyse tamamını kaplayan büyüklükte tek bir sütun ile bile desteklenmeyen tonoz tavanlı yekpare salon. Tapınağın altında sanki bir tapınak daha. Dünyada eşi benzeri yok. Zamanında sadece din adamlarının girebildiği bu alanda kentin hazine ve arşivinin saklandığı düşünülüyor.

Sağa sola mezar taşları yerleştirmişler, Bunlardan birinin dibinde, normalde soğuk havalarda saklanan, beklenmedik bir konuk ile karşılaşıyoruz... O da bizim için aynı şeyi düşünüyor olmalı. Her şeyin yavrusu güzel de, bir de yüzümüzü yüzümüze tıslamasa. Kıvrıla kıvrıla bir deliğe saklanıyor.

.

Aizanoi’ın diğer bir ilki de birbirine yaslanmış stadyum-tiyatro ikilisi. Dünyada yine benzeri yok. İki saat çoktan geçmiş bile. Hamam ve mozaiklerini görecek vaktimiz kalmadı. Restore edilen köprünün üzerinden geçerken, altımızda akan derenin berrak sularından avaz avaz kazlar havalanıyor. Köprü, o zamanlarda denizlere açılmış bir tüccar tarafından finanse edildiği için, denize ilişkin mermer rölyeflerle süslenmiş. Tekrar köyün içine giriyoruz. Köy ve antik şehrin iç içe olduğu antik şehirlerden bir başkası aklıma geliyor, Ara Güler’in keşfine ön ayaklık ettiği Afrodisias. Köy artık Afrodisias’tan kopmuş durumda, böyle bir deneyim yaşamak istiyorsan belki de elini çabuk tutmalısın Aizanoi’a gelerek.

En sonunda Aizanoi’ın üçüncü alametifarikasına geliyoruz. Borsa binası, elbette dünyanın ilk borsası. Keşfi çok ilginç. 1970 Gediz depreminde cami yıkılınca yerine yeni cami yapmak için temel kazmaya başlıyorlar, bakıyorlar ki altında kocaman mermer bloklardan oluşan başka bir yapı. O zaman da enflasyon varmış, Roma, fiyatları her yerde sabit tutabilmek için imparatorluğun dört bucağına fermanlar yolluyor. Yuvarlak borsa binasının dış duvarlarına her şeyin ücreti kazınmış. 16-40 yaşlarında bir erkek kölenin iki eşeğin ücretine, aynı şekilde üç erkek kölenin bir atın fiyatına eşdeğer olduğu belirtilmiştir. İnsan ve hayvan hakları mücadelesini dumur eden bir sahne.

Buraya tekrar tekrar gelmek istiyorsun. Hele tam giderayak biraz daha ileride dünyanın ilk Kybele sunaklarından biri olduğunu öğrenince. Kaldı ki, Kütahya’da görülecek bir sürü Osmanlı eserini geride bırakmış olmanın acısı daha dinmemişken.

Dursunbey'den sonsuz şükür

Geçen haftaki yazımda belirtmiştim, her haftanın yol yazısının sonuna Hayat Evi’ndeki gelişmelere ilişkin bir bölüm ekleyeceğim diye. Ev inşa ederken en önemli konulardan birisi de kullanılacak malzemeleri tanımak ve nereden temin edileceğini belirlemek. “Hem hesaplı hem de kaliteli olacak.” mottosu bakalım bizi daha nerelere sürükleyecek. Çatıda kullanılacak ahşabın peşine düşüyoruz, yolumuz bizi Çavdarhisar’dan iki buçuk saat ilerideki Dursunbey’e çıkarıyor.

Yüksel, babadan keresteci, dürüst ve ağaçtan anlıyor. Amacı satmak değil, anlatmak. On beş dakikada bir tekrarladığı “sonsuz şükür” lafını içselleştirdiği aşikâr.

-Herkes, mümkünse evinize yakın bir bölgeden gelen ahşabı kullanın diyor, doğru mu?”

-Ahşap o iklime alışkın olduğu için uyumu kolay oluyor. Doğru tabii.

Türkiye’de her yerde orman yok, olanların da ağacının kalitesi farklı farklı. Hayat Evi’nin çatısı açık olacak, yani tahtaları evin içinden görünecek, bu yüzden ahşabına özen gösteriyoruz. Ağacın budakları azaldıkça görünümü pürüzsüzleşiyor, fiyatı da artıyor. Evin yapımı dövizdeki artışa denk geldiği için, sohbet sık sık ekonomiye geliyor.

-Burası Dursunbey, orman bizim, ağaç bizim.

-Abi; kesimi, taşınması, mazotu, şusu busu, birçok şey dışa bağımlı.

Atölyeyi gezdiriyor. Arka tarafta hızarın başında bir kadın çalışıyor, “Helal olsun, sırf bunun için bile buradan alışveriş yapılır.” diye içimden geçiriyorum.

-Yüksel, nasıl koruyacağız ağacı, böceklenmeden söz ediyorlar.

-Abi, emprenye yapacaksınız.

-O ne?

-Büyük fırınlar var, ağaçları içine yerleştirip özel bir kimyasalı emdiriyoruz.

Karnımız acıktı.

-Abi benim konuğumsunuz, birlikte Suçıktı’ya gideceğiz.

-Ne yiyeceğiz?

-Her şey var abi.

Güveçte, tereyağında pişirilmiş ve en önemlisi kılçıkları çıkarılmış enfes bir alabalık yedikten sonra bizi yolcu ediyor. Fiyat teklifi arkamızdan gelecek. Ancak bir hafta sonra elimize ulaşan teklife “Sonsuz şükür.” deyip başka seçenekler aramak zorunda kalacağımızı henüz bilmiyoruz.

Dursunbey’den Ezine üç buçuk saat. Sohbet yer yer “Atıldık bir maceraya da, bu evi bitirebilecek miyiz acaba?” endişeleriyle grileşiyor. Kepsut, Balıkesir, Havran derken yolumuz Edremit’e yani denize çıkıyor. Ahhh o deniz, yanıltıcı, kandırıkçı deniz. İnsanı nasıl da rahatlatıyor. Akçay, Adatepe, Ayvacık derken, bir de bakmışsın ev bitmiş. Hayaller hayaller…

Gerek yol gerek Hayat Evi’ne ilişkin diğer yazılarım ve fotoğraflarımı görmek için blog sayfamı www.memurcocugu.com ziyaret edebilir, Instagram, Facebook ve Twitter’dan @memurcocugu1972 hesaplarımı takip edebilirsin.

www.cavdarhisar.bel.tr