Terk edilmiş binalarda hayalet avı

Terk edilmiş bir binada hayaletlerin ve huzursuz ruhların peşinde koşmak eğlenceli görünüyor değil mi? Oysa bu hikâyeleri biraz araştırınca karşımıza inanılmaz dramlar ve hüzünlü öyküler çıkabiliyor.

Google Haberlere Abone ol

Erin Lyndal Martin * 

Yaşadığım yerde, St. Albans adında iki psikiyatri kliniği binası var. Birisi faal bir hastane, diğeriyse terk edilmiş halde ve genelde paranormal (fiziksel dünya ötesindeki hayalet, ruh vb.) olayları araştırmak için kullanılıyor. Bu binaya “Doğu Sahili’nin en aktif bölgesi” deniliyor. Paranormal araştırma gruplarından birine katılmayı hep istemişimdir. Birilerinden ödünç ekipmanlar alır, böylece geçmişteki psikiyatrik hastalardan kalma EVP (Electronic Voice Phenomena / Elektronik Ses Fenomeni, “ses kayıtlarında görülen ruhsal sesler” anlamında paranormal bir durum. İlk kez 1959 yılında İsveçli film yapımcısı Friedrich Juergenson’un teyp vasıtasıyla kaydettiği sesler neticesinde ifade edilmiştir/wikipedia) kayıtları toplardım. Bazı odalarda sıcaklık düşüşlerini kontrol edebilirdim. Sis ve dumanın içine bakıp kendi gözlerimle bana bakan yüzler gördüğümü hayâl ederdim.

Bir daha asla oraya gitmeyeceğim. Ve hâlâ açık olan St. Albans yüzünden, hayaletler ve terk edilmiş St. Albans’ın enerjisi hususunda asla bir gözlemci rolü oynamayacağım.

TEDAVİ?

Geçen kış büyük bir depresyon yaşadım ve hastaneye gittim. Daha önce psikiyatri kliniklerinde bulunmuştum ve neler olacağını bildiğimi sanıyordum. Bir sürü evrak işi ve testlere alışkındım ve eşyalarımı kayıt altına aldırıp çıplak aramalara bile uyum sağlamaya çalışıyordum; ki bu işlem her zaman profesyonelce yapılırdı. Hastanede, iki hemşire bedenimin her ayrıntısını kaydederken soyunmak için bir malzeme dolabının yanına götürüldüm. Önce göğüslerimi tuttular, böylece altında uyuşturucu madde kaçırmadığımı görebileceklerdi. Göğüslerim havaya kaldırılmış halde orada dururken hemşireler bazı sorular sordu; bense soruların neden giyininceye dek bekleyemeyeceğini merak ediyordum.

İlaç saatinde bir hemşire, üzerinde adımın yazılı olduğu bir kutu açtı. Çok kuvvetli bir sakinleştiriciyle dolu birkaç şırınganın hazırlandığını ve benim adımla etiketlenmiş olduğunu gördüm. Hemşire şırıngalara baktığımı fark etti. “Gerçekten rahatlatıcı” dedi. Yaptığım ya da yapmadığım hangi şeyin gereksiz bir iğneye yol açtığını düşünerek bir paranoya ânı yaşadım. İlaçlarımı aldım ve ortak odada oturmaya gittim. O gece uyuduysam bile kâbus gibi bir gece yaşadım. Bütün gece parlak ışıklar altında yattım. Tüm eklemlerimin battaniyenin altında kalmasını sağladım; böylece içeri girip bana kolayca iğne yapamayacaklardı.

Ertesi gün taburcu edilmek için dilekçe verebilecek kadar şanslıydım; ancak orada geçirdiğim tek gecenin açtığı yarayla evime döndüm. Ve tabii ki geçmişte, hastaneler akıl hastalığı olanlar için çok daha uç “tedavi” yöntemleri kullanıyordu. Lobotomi (beynin bir kısmını kesip alarak psikolojik bir hastalığı tedavi etmeyi amaçlayan uygulama) ve insülin bazlı koma yöntemleri standart uygulamalardı; ayrıca, hastaların buharlı su haznelerine bağlandığı ve günlerce orada bırakıldığı su terapisi mevcuttu. Bu tedavileri, şimdi terk edilmiş durumdaki St. Alban binasında da kullandılar. Kendimi labirent gibi koridorlarda tökezleyen ve hayaletlerin ışık kürelerini fotoğraflamayı uman hayalet avcılarından biri olarak hayâl ederdim. Ancak şimdi kendimi St. Albans’ın hayaletleriyle bir tutuyorum, bu bedensiz ses durmaksızın çığlıklar atıyor; çünkü kendini iyileştirmesi gereken kişiler ortada yoklar.

ADETA BİR 'UCUBE ŞOVU'

Eski St. Albans’taki bir odaya “İntihar Banyosu” adı verilmiş. Paranormal olay araştırmacıları ve Cadılar Bayramı kutlaması yapan ziyaretçiler, bir ölümden geriye kalan enerjinin ne olduğunu öğrenmek için oraya giderler. Albans’ta yaşanan intiharlar, insanların hastalıklarının doğrudan bir sonucu değildi ama maruz kalınan işkence yöntemlerinden kaçmak için bir yoldu. Grup gezilerine katılan ziyaretçilerin (50 Dolarlık bir bilet karşılığında kahve ve atıştırmalıklar da sunuyorlar) banyoda durup tıpkı “ucube şovlarındaki” engelli insanları görmek amacıyla sıraya dizildikleri gibi, kendi canına kıyanların hayaletlerini görmek için beklediklerini kafamda canlandırıyorum. Sanki hastaların ölmüş olması önemli değil. Sanki gündelik hayatın umutsuzluğu ve ihmalkâr bakım hizmetleri içinde yüzmüyormuşuz gibi, gerçekte çok mutsuz edici ve hüzünlü değilmiş gibi… Akıl hastalıklarını ortadan kaldırabileceğimizi düşünüyoruz; öte yandan, bu dünyadan göçmüş delilerin huzur içinde uyumadığına ilişkin kanıtlar bulmayı umuyoruz.

Korkunun ne olduğunu bilirim. Parlak ışıklar altında uyanma korkusunu da biliyorum; zira bacaklarımı iyice kendime çekerek her an gerçekleşebilecek yeni bir yatıştırıcı iğneden kurtulmak istiyordum. Ben olsam bu biletleri ve atıştırmalıkları satmazdım, bu sayede yabancılar korkunun kendisine tanıklık edebilirlerdi.

Geçtiğimiz gün Cadılar Bayramı’ydı ve eski St. Albans kesinlikle birçok ziyaretçi ağırladı. Hastanede “zombiler veya zihinsel hastalar” ile karşılaşabilecekleri perili ev olayları da dâhil olmak üzere, birçok Cadılar Bayramı etkinliğine ev sahipliği yapıyorlar. Bu cümle her şeyi anlatmaya yetiyor, değil mi: “Zombiler veya zihinsel hastalar.”

Psikiyatri kliniklerinin dinlenip iyileşmek için güvenli bir yer olduğu; psikolojik sorunları olanların ve zombilerin birbirinin yerine konduğunu görmemek için bilet satılmayan bir dünyada yaşamak hoş olmaz mıydı? Böyle yapalım o zaman.

Yazının aslı The Week sitesinde yayınlanmıştır (Çeviren: Tarkan Tufan)