YAZARLAR

Saçını kesenle başını örtenin itirazda birleştiği yer cennet olur

Bu ülkede kırılan gönüllerin, “göğ ekin gibi” gencecik biçilenlerin hakkı boynumuzda ey cemaat! Bu nedenle miskince pinekleyerek tespih çevirenler değil sokağa çıkıp ötekinin hakkını arayanlar günümüzün modern dervişleri, ister inançlı ister inançsız olsun Allah’a en yakın olanları. Zulme itiraz zalime itaatten Allah katında evladır, çünkü.

“İnsanları zorla kendi cennetinize götüremezsiniz.”

İranlı kadınların “beyaz Çarşamba” eylemlerinde ve Mahsa Jina Amini’nin öldürülmesini protesto eden eylemlerde duyulan sloganlardan birisi. Ve EŞİK platform, iki yılı aşkın süredir kesintisiz gerçekleştirdiği Çarşamba toplantılarından sonuncusunda saç kesme eylemiyle destek verdi protestolara.

Dünyanın her yerinden benzer destekler gelirken kadına yönelik şiddet ve baskının yükseldiği ülkemizde pek çok kadın acıyı ta yüreğinde hissediyor. Tarih boyunca farklı din ve kültürlerde farklı sembolik öneme sahip saç, modern çağda da anlamı değişse bile sembolik önemini kaybetmiş değil. Müslüman toplumlarda bizdeki “saçı uzun aklı kısa” deyiminin benzerleri çok yaygın ve kadını ikincilleştirme yöntemlerinin başında geliyor. Özgür bireyler olarak varoluşsal bir eylem saç kesme, İranlı kadınların protestolarında; "Özgürlüğüme engel saçımsa keser atarım” diyor kadınlar. Eşitlik politikasının koşuluysa eğer neden olmasın? Kazıtmak bile bir seçenek olarak düşünülebilir hatta.

Dinin özü kıl-tüy olsaydı eğer, ama değil. Evet, kimse kimseyi kendi cennetine zorla götüremez. İslam’ın cennetinde ise saç, 'giriş bileti' anlamı taşımıyor. Mahsa’nın ardından Jin Jiyan Âzâdî (kadın yaşam özgürlük) sloganlarıyla sokağa dökülenler adalet istiyor. Zorbalıkla yönetenler, cennete 'giriş biletinin' adalet olduğunu hatırlamalı. Kadınlara kamusal alana başörtüsüz çıkma yasağı getiren İran rejimi, bir nesil ömründen daha uzun bir süredir herkese zulmediyor. Çok güçlü bir kadın direnişi yıllardır sürüyor ve adeta bıçak kemiğe dayanmış dedirten bir öfke, sel olup taştı sokaklara. Ve eylemcilere gerçek mermilerle saldıran devlet politikası da yönetimin çığırından çıktığını düşündürüyor.

İslam’ın özü eşitlik, özgürlük ve adalet olduğu halde kıldan tüyden saçma sapan kurallarla ve zor gücüyle ayakta kalmaya çalışan bir rejim şimdi de protestoları kara propaganda ile kirletme peşinde. Eşitlik ve temel insan hakları, kadının insan hakları ve özgür yaşam talepleri Peygamber’in talepleriydi ama rejim şimdi bu talepleri “batının” talepleri olarak gösterip, lekelemek peşinde. Çok tanıdık gelen bu dış mihraklar teorisi, günümüzde tümüyle politikleşen kadın saçına karşı direnebilecek mi, pek belli değil.

İnanırım ki yeryüzünde nerede bir adaletsizlik varsa orada direniş vardır. Ve önünde sonunda adalet, eşitlik, özgürlük arayışı kazanır. Ve dine, Allah’ın muradına uygun olan molla rejiminin politikası değil eşitlik ve özgürlük için direniştir. Kurumsallaşmış dinin otoritelerinin sözleri, baskıcı politikası, Allah’ın indirdiğini bırakıp “atalarının ipine” sarılma halidir. Peygamberler dahi sadece haberci ve müjdeci olarak seçilmişken devlet gücüyle eline sopa beline silah takan irşad polisleri sadece zorbalık usulünün irşadını yapabilirler ve öyle de yapıyorlar. Mahsa, metro çıkışında herkesin gözü önünde video kayıtlarında görüldüğü üzere darp edilerek polis aracına zorla bindirilirken dünyanın darp sonucu ölmediğine inanmasını bekliyorlar. Hem zorbalık hem riyakarlık.

Kurumsallaşmış din otorite demek ve bu aynı zamanda Allah’ın iradesini, külli iradeyi yok saymak demek. Ancak onlar kendilerini din adına hüküm verici sayıyorlar ki dinde yeri yok. Kurumsallaşmış dinin bir otorite olarak devleşmesi, zor gücünü kullanma meşruiyeti kazanması yani anayasal zorbalık yetkisi, dinin kurumsallaştığı toplumlarda kolaylıkla mümkün. Dünyanın her yerinde farklı dönemlerde bunların örnekleri yaşandı, görüldü, tecrübe edildi ve ders alındı. “Hiç ibret almaz mısınız?” Molla rejimi ya da tek adam rejimi fark etmiyor. Yönetme yetkisini din kurallarından aldığını iddia edenler her devirde her coğrafyada kendi din yorumlarını dayatarak zulmettiler. Din ise yönetenin zulmünü lanetledi. “Akletmez misiniz, tefekkür etmez misiniz?” sorularına muhatap olduklarını da idrak etmeden, kadınlara, halka zulmederken bu zulmün arkasında her türlü karanlık kazanç kapılarından pervasız geçiyor yönetenler.

Müslüman, akletmekle, fikretmekle emrolunduğu halde aklını devre dışı bırakıp atalarından nakledilene sarıldığı içindir ki insanlığı kucaklayacak niteliklere sahip din neredeyse insanlık dışı kurallarla anılır, algılanır hale geldi. Oysa Allah’ın adaletini yeryüzünde tesis etmekle yükümlü halife olarak yaratılmıştı ama meleklerin kaygıyla sorduğu gibi yeryüzünü kana ve gözyaşına boğdu. Allah’ın dini adına yapılan savaşlarda Allah’ın kulları öldürüldü, zulme uğradı. Derken laiklik keşfedildi. Müslümanlar emrolundukları gibi insanın, her bir insanın yeryüzünde Allah’ın halifesi olarak yaratıldığına, Kutsal kitapta apaçık bildirilene inanıyor olsalardı; “senin dinin sana benim dinim bana” hükmüne uysalardı yeryüzünde adaletle hükmetmek için sadece kendi din yorumlarını ölçü almazlardı. Yapamadılar. Ama bir yapan bulunduğunda ona da itibar etmekten hâlâ çok uzaklar.

Laiklik dinsizlik olarak anlaşılıyor hâlâ ve laik kurallarla yönetmenin, yönetilmenin dinden çıkmak olduğuna inananlar çok. Oysa laiklik dinsizlik değil din dışılık ve bu ikisi arasında çok fark var. Dini yasa ve kurallar aynı dinin belli bir yorumuna tabi ve bırakın dinsizliği, tanrıtanımazlığı, aynı dinin farklı yorumlarına ve hatta aynı dinin aynı yorumuna tabi olsa da gündelik pratikleri farklı olanlar hayatı zindan etmekle görevli sayıyor kendini. Ancak laik hukuk ve yönetim sistemi kimsenin dini ile uğraşmadan her inanca ve inançsızlığa eşit, özgür ve güvenli yaşam sunan bir sistem. Allah adına aldatmayı, Allah adına öldürmeyi, Allah adına adaletsizlikleri meşrulaştırıp zulmetme yetkisini önleyen bir sistem olduğu içindir ki esasen dini ve dindarı özgürleştirir. Fakat işte “Allah ile aldatmak, aldatmaların en kötüsü” olduğu halde muktedire en tatlı dünyevi yetkileri bağışlıyor. Allah zulmünü arttırsın derler böylelerine ama yok bu bizim sorumluluğumuz ve biz bu dünyada bu zulmü durdurmakla mükellefiz. İnsan olmanın gereği bu mükellefiyet ve indirilene inanlar için İslam olmanın da gereği.

Türkiye, İran, Afganistan gibi ülkelerdeki insanlar Müslümanlık gerekçesiyle zulme uğratılıyor. Laik hukuk sisteminden çıkış bu ülkelerde dini saikle hak ihlallerini yaygınlaştırdığı için bu üç ülkeyi örnek verdim. Türkiye şu anda çıkış aşamasına gelmiş değil aşındırma düzeyinde yaşıyor bu halleri. Ve Türkiye’deki kadınlar tüm tecrübeleri görerek geleceğin kararmasından endişeli. Bu nedenle ülkemizdeki kadınlar dünyanın başka köşelerindeki kadınlara kıyasla Mahsa’nın ve onun için yapılan protestolarda öldürülenlerin, hapse atılanların acısını daha bir derinden, daha bir yürekten, ürpererek destekliyor.

Aile maskesiyle erkek egemenliğini yeniden güçlendirmek isteyenlerin LGBTİ+ karşıtı yürüyüşünün kamu kaynakları ve kamu yöneticileri ile desteklenmesi ile Mahsa Jina Amini’nin kamu görevlileri tarafından öldürülmesi arasında hak ihlali olarak fark var mı? Konser, festival, müzik yasaklarıyla, kadınların yaşamı ve giyimine yönelik baskılarla İran başörtüsü zorbalığı arasındaki fark ne kadar? Kadınlara yönelik her türlü şiddet ve baskının bu denli artmasında laik hukuk ve yönetim sisteminin aşındırılması pay sahibi değil mi? Daha önce Diyanet’e sormuştum şimdi tüm ülkeye sorayım: Fe eynekuma Türkiye? Bu gidiş nereye?

Sabır, direniştir. Dua duruştur. Şu şartlarda seküler kesimden çok dindarlara düşer; sonunu hesap etmeden, kâr-zarar gözetmeden direnmek, karşı çıkmak, iktidarı laik sistem üzere doğrultmak esasen dindarların boynuna borç kabul edilmeli.  Eşitlik, özgürlük ve adalet için direnmeli Müslümanlar, iktidara karşı. “Görelim Mevla neyler / Neylerse güzel eyler” diyebilmek, ancak doğru bildiği yolda, hiçbir dünyevi kaygıya kapılmadan sabırla direnmek gerekir. Ki bu ülke dindarlarının birçoğu zulme uğrayanlara Allah kurtarsın duasında bulunur ama kılını kıpırdatmaz. Oysa kendisi kurtarma yükümlülüğünü, zalimi durdurma görevini yerine getirmediğinde o dua işte kabul olmayacak duadır. Çünkü gerçekleşmesini istediğin şey için gayret ediyor, o yolda üstüne düşeni yapıyor olman gerek ki duan kabul olsun. Ya da üstüne düşen her şeyi yerine getirdiğin halde başaramadıysan o zaman ancak “vardır bir hikmeti, Mevla neylerse güzel eyler” dersin. Oturduğun yerde miskince pinekleyerek istediğin kadar beş yüzlük tespih çevir nafile. “Bir gönül kırdıysan bu kıldığın namaz değil” demiş ya koca Yunus, bu ülkede kırılan gönüllerin, “göğ ekin gibi” gencecik biçilenlerin hakkı boynumuzda ey cemaat! Bu nedenle miskince pinekleyerek tespih çevirenler değil sokağa çıkıp ötekinin hakkını arayanlar günümüzün modern dervişleri, ister inançlı ister inançsız olsun Allah’a en yakın olanları. Zulme itiraz zalime itaatten Allah katında evladır, çünkü.


Berrin Sönmez Kimdir?

Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi mezunu. Aynı üniversitede araştırma görevlisi olarak akademiye geçti. Osmanlı Devleti’nin 1. Dünya Savaşı’na giriş süreci üzerine yüksek lisans tezi yazdı. Halkevi ve kültürel dönüşüm konulu doktora tezini yarıda bırakarak akademiden ayrılıp öğretmenlik yaptı. Daha sonra tekrar akademiye dönerek okutman ve öğretim görevlisi unvanlarıyla lisans ve ön lisans programlarında inkılap tarihi ve kültür tarihi dersleri verdi. 28 Şubat sürecindeki akademik tasfiye ile üniversiteden uzaklaştırıldı. Dönemin keyfi idaresi ve idareye tam bağımlı yargısı, akademik kadroları “rektörün takdir yetkisine” bırakarak tasfiyeleri gerçekleştirdiği ve hak arama yolları yargı kararıyla tıkandığı için açıktan emekli oldu. Sırasıyla Maliye Bakanlığı, Ankara Üniversitesi, Milli Eğitim Bakanlığı ve Afyon Kocatepe Üniversitesi’nde ortalama dört-beş yıl demir atarak çalışma hayatını tamamladı. Kadın, çocuk, insan hakları, demokrasi ve barış savunucusu, feminist-aktivist Berrin Sönmez’in çeşitli dergilerde makale ve denemeleri yayınlanmıştır.