YAZARLAR

Provokasyon. Satir. Radikalizm. Terörizm

Yok cepheyi genişletmek, yok ümmetin sancaktarlığı, yok muhayyel bir direniş ekseninin liderliği. Anglosakson dünya da anlamıyormuş da Fransa usulü laikliği filan falan. O Anglosakson dünyasındaki hak ve özgürlükleri, hukuk devletini getir de bana, aynı zeminde konuşalım. Yoksa gider eski Malezya Başbakanı Mahathir Muhammet’in şiddet çağrısı yapan sosyal medya paylaşımlarını alkışlarsın. Çünkü kibir dağları üzerinden hangisi olacağına karar verememiş, yalpalayan, özgüvensiz birisin.

Başlıktaki diziyi evrensellik, ilerleme, aydınlanma, kutsallık diye sürdürebiliriz. Yine lodostan sonra kumsala vurmuş tahta parçalarını, kimliklerini kestiremediğimiz deniz canlılarına ait deniz kabuklarını, dalgaların yüzyıllarca ileri geri oynatarak yuvarlattığı taşları toplayıp, elimize alıp bırakarak, bunlardan ne türlü bir bütün, bir kendine özgü, biricik yapıt ortaya koyacağımızı düşünerek toplayabiliriz. Yeter ki düşünmekten korkmayalım, eleştirmekten çekinmeyelim.

Bizde “tekerlek kırıldıktan sonra yol gösteren çok olur” denir, onlarda “kara göründükten sonra kaptanı eleştirmek cesaret değil fırsatçılıktır.”  Bir de, dostum Baran Alp Uncu’dan öğrendiğim terimle “habitus” kavramı var. Benim basitleştirmemle “şimdi ve burada” olmak, bizim saksımız. Deprem ve ardından gelen artık kanıksadığımız, ne diyelim, müptezellikler. Orada okulunun önünde kafası kesilmiş öğretmeninin, tapınağının içinde kafası kesilmiş yetmiş yaşında büyükannesinin, burada enkaz altında kalmış eşinin, çocuğunun yasını tutan insanlar varken.

Bunlar varken “susuyorum” demek. Bu da bir erdem kuşkusuz. Sürekli aynaya bakıp “ben zaten ‘bir numarayım’ neden daha fazla çabalayayım ki” diye böbürlenmektense. “Stratejik suskunluk” terimini Ahmet Murat Aytaç, “anti-hukuk” kavramını Ali Duran Topuz soktu dağarcığımıza. O kumsala denizin vurdukları gibi, dağarcığımız kadar düşünüyoruz. Dağarcığımız düşüncemizin gereç çantası. İnancımız ve inandıklarımız için ise bir dağarcığa gerek yok.   

Belki burulma, gerilim de orada: Ya o çantadaki bazı gereçlere uzanmak inancımızca “mekruh” addediliyor, ya dağarcığın genişlemesi “blaspheme” (“dine eleştiri, küfür”) veya “profanité” (“din dışılık, dini aşağılama”) varsayılıyorsa? Bu durumla “lese-majesté” yani “hükümdara, hanedana hakaret” suçu arasında bir akrabalık yok mu? Şimdi zamanı değil. Orada olur, burada olmaz. Hassasiyetler. Bir arada yaşamanın kendiliğinden dayattığı saygı. Sus, konuşma, otur. Belki “şimdi ve burada” ekleyebiliriz: Asla oyuna gelmeyeceğiz, tuzağa düşmeyeceğiz.    

“Her nesnenin bir bitimi var ama aşka hudut çizilmiyor” demiş şair. Hem pozitivist bir yaklaşım var: Nesneler somut, buraya, dünyaya ait. Her birinin bir bitimi, belirli bir somut biçimi var. Öte yandan, elle tutulamayan, gem vurulamayan, denetim ve gözlem dışı aşk duygusu. İman gibi. İnsanı insan yapan, bugüne getirirsek birey yapan, anayasal yurttaş yapan hayatta kalma, özgürlük ve gönlünce yaşama hakkı. Bu insancıl coşkunun, toplumsal cıvıltının karşısına çatık kaşları, ellerinde kan damlayan satırlarıyla “ya benim kutsalım” diye çıkan ölümlü kasaplar.    

“Şol cennet'in ırmakları / Akar Allah deyu deyu / Çıkmış İslâm bülbülleri / Öter Allah deyu deyu.” Yunus Emre’ye atfedilen şu hepimizin ilkokuldan başlayarak ezbere bildiğimiz dizeler. Bu dizeler sınıfınızda örnekse benim gibi hatırı sayılır sayıda Yahudi arkadaşınız varsa ve bu şiir Din Bilgisi değil Türkçe dersinde okutulduğuna göre, o arkadaşlarınızdan bazıları da “hemen Müslüman olmalıyım” demeyecektir ama “iyi ki Türkiye’de doğmuşum” diyecektir muhtemelen.

Çünkü burada doğanın olağanüstü güzelliği karşısında bir derlenip toparlanma, milyonlarca yıllık yerküre tarihinde kendi ömrünün Ercan Kesal’ın merhum babasının deyişiyle “karanlık bir tarlada geceyarısı dolaşmak gibi” olduğu bilgisi var. Dünyanın ve hayatın güzelliği, doğanın sonsuz zenginliği karşısında bir şükretme duygusu. “Geçtim dünya üzerinden / Ömür bir nefes derinden.” İşte bu kadar. Bizim olan, bize ait olan, gerçekte “yerli ve milli” olan da bu. 

O en sevdiğinizin kefene sarılı bedeni, siz yeni kazılmış çukurun içinde yukarı bakarken kucağınıza verildiğinde, kollarınızdaki naaşı sanki uykusunu bölmekten çekinircesine hafifçe kıbleye çevirip, başının altına özenle bir avuç toprak koyduğunuzda, en yakın arkadaşlarınızdan birinin avucunu topraklı elinizi uzatıp kavradığınızda yeniden yukarıda yer zemininde duranların arasına döndüğünüzde bilincine varırsınız insanlığın. Kabristan dışarıdan kalabalıktır. Dışarıdan kalabalık olan o kabristan da yerkürede ancak bir noktadır.     

“Bunlar kitapta yazmıyor” diyecek. Kitapta yazmaz, anayasada, yasada çerçevesi çizilir. Hiçbir metinde yazmaz da toplumun imbiğinden geçer, içselleştirilir. Şeriat ve kanun bu beldede beş yüz küsur yıldır ayrı kulvardan yürür. Bu ülkede “yeni bir düzen” kurma çabası Fransız Devrimi’yle aynı zamanlarda başlar. Atatürk bu ülkeye gökten zembille inmemiş, en az yüz elli yıllık köklü bir çağdaşlaşma akımının zirvesi olarak sahnede belirmiştir. Ve sahneyi de değiştirmiştir kuşkusuz.  

Senin sevgilin beni ilgilendirmez. Benim sevgilim de aynı yastığa birlikte başımı koyduğum mudur, dolunaya bakarken derlenip toparlandığımda aklıma gelen midir, anamın babamın mezarını ziyaret ettiğimde içimden geçen midir sen bilemezsin. Onun için önce bana hakaret etmemeyi, içinde yaşadığın kaba pislememeyi, öldürmemeyi, insan olmayı öğreneceksin. Kadın ile erkek arasında, inanan ile inanmayan arasında, yasalar önünde ayrımcılık yapmayacaksın.

İnsan olmak için alçakgönüllü olacaksın, soru soracaksın, araştıracaksın, dinleyeceksin, öğreneceksin, dayılanmayacaksın, gücüne güvenmeyeceksin. Ben ne kadar yutkunup, dilimin ucuna geleni söylemiyorsam, öfkemi dışa vurmamak için mide ağrısı çekiyorsam, sen de suskunluğumu zayıflık sanmayacaksın. Önce aynaya bakacaksın. Bana böğürmeyeceksin. Ayranın kabarmayacak, galeyana gelmeyeceksin. Kulaktan dolma safsataları bana tartışılmaz gerçekler diye pazarlamaya kalkışmayacaksın. Ben oradan nasıl görünüyor diye anlamaya çaba gösteriyorsam, sen de bu taraftan bakmak için bir adım atacaksın.

Gerisi ucuz, gündelik hesaplar. Yok cepheyi genişletmek, yok ümmetin sancaktarlığı, yok muhayyel bir direniş ekseninin liderliği. Anglosakson dünya da anlamıyormuş da Fransa usulü laikliği filan falan. O Anglosakson dünyasındaki hak ve özgürlükleri, hukuk devletini getir de bana, aynı zeminde konuşalım. Yoksa gider eski Malezya Başbakanı Mahathir Muhammet’in şiddet çağrısı yapan sosyal medya paylaşımlarını alkışlarsın. Çünkü kibir dağları üzerinden hangisi olacağına karar verememiş, yalpalayan, özgüvensiz birisin. 

Mekke’de Kâbe’ye giren Hz. Muhammet putları kırmış, Kudüs’te barışsever Hz. İsa adeta bir öfke nöbetiyle Büyük Tapınak’ın avlusundaki tefeci ve adakçı tezgâhlarını dağıtmıştı. Bakınız bugün koyu Katolik Polonya’da kürtajı olanaksız kılacak düzenlemelere karşı milyonlar sokakta. Belarus’ta 26 yıllık diktatörlüğe karşı çıkmak için yüzbinler yürüyor. Şili’de Pinochet anayasasını yüzde 78’le çöpe attı halk. Huzuruna yerlerde sürünerek çıkılan, fotoğrafına bile yorum yapmak hakaret kabul edilen kralın düzenini değiştirmek için Tayland’da kitleler meydanlarda. 

Laik cumhuriyetimiz kutlu olsun. Tanrı’dan İzmir depreminde hayatlarını kaybedenlere rahmet, yakınlarını kaybedenlere metanet dilerim. Herkese geçmiş olsun. Oturduğu yerden konuşmak kolay biliyorum ama direnme, dayanma, yeniden başlama gücü bulmalarını umarım herkesin, suyun bu yanında ve karşı yanında. 
 


Aydın Selcen Kimdir?

1969 İstanbul doğumlu ve Saint Joseph Lisesi ile Marmara Üniversitesi İngilizce Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunudur. 1992-2013 arasında Dışişleri Bakanlığı'nda meslek memuru olarak çeşitli görevlerde bulundu. Son olarak 2010-13 tarihleri arasında Erbil Başkonsolosluğu görevinde bulundu. Merkeze döndüğü gün "memuriyetten istifa etti." Genel Energy petrol şirketinde bir buçuk yıl siyasi danışmanlık yaptı. 2015'den beri bağımsız olarak özellikle Irak ve Suriye konularında yazıyor. Galatasaray kongre üyesidir. Alaz adında bir kızı var.