Ölümünün 100. yılında Lenin: Henüz çıkılmamış bir zirvenin dağcısı
Lenin’i incelerken tarihe yabancılaşıyoruz, fikirlerinin kritik anlarda nasıl yalnız bırakıldığını unutuyoruz. Bugün, kaçınılmaz tayfunun içine dalmaktan çekinmeyerek, Lenin’i ‘Lenin’ yapan düşüncelerden soyutlamadan okuyarak ders notlarını çıkartmak gerekiyor. Çünkü o sönmez fener birilerinin onu harlamasını bekliyor.
Bugün Ekim Devrimine öncülük eden Bolşevik devrimci Vladimir İlyiç Lenin’in 100. ölüm yıldönümü. Şüphesiz kimileri için bu sözler, bir futbol takımının yüzüncü yılını kutlamasından daha fazla bir şey ifade etmeyecektir. Doğruya doğru, nice ‘liderin’, ‘başkanın’, ya da ‘kahramanın’ doğumu-ölümü sadece takvim yapraklarında kendine yer edinir. Hatta bu belli bir zaman dilimine sıkışmış alanda gözden düşen isimler ise yavaş yavaş takvimlerden çıkartılıp sadece arayanların bulabileceği ansiklopedilere taşınır. Fakat kimileri vardır ki, toplumsal mücadeleler tarihinde açtıkları mühürlü kapılar nedeniyle zamana hükmedip anıldıkça yaşarlar. Dünyada ilk kez emekçilerin uzun soluklu iktidarını, savaşın ve kıtlığın yarattığı yıkıntıların arasında kuran Lenin işte böyle bir isimdir.
BİR ZİRVEYE TIRMANIŞ HİKAYESİ
Tacikistan-Kırgızistan sınırında, Orta Asya’nın en yüksek noktası olan Lenin Zirvesi bulunuyor. Zorlu yolları aşıp 7 bin 134 metre yüksekliğe ulaşabilen dağcıları ise bu zirvede bir Ekim Devrimi’nin lideri Vladimir Lenin’in büstü bekliyor. Çaputların ve dağcı röliklerinin arasında beyazlar içerisinde manzarayı seyreden bu heykeli seyre daldığımızda Lenin’in yazdığı sayfalardan bazıları zihnimizde depreşmeye başlıyor. Çekip çıkarttığımızda hem karşımızdaki görüntüye hem de içerisinde yaşadığımız 21. yüzyılın dünyasına tam oturan bir metinle karşılaşıyoruz.
Ekim Devrimi’nin ardından henüz 4-5 yıl gibi kısa bir süre geçtikten sonra, Lenin Zirvesi’ne yapılan ilk tırmanış tarihindense bir o kadar zaman önce kaleme alınan bu yazıda, çiçeği burnundaki Sovyet deneyiminin karşılaştığı zorluklar ele alınıyor. Lenin’in daha önce hiç çıkılmamış bir zirveye tırmanan dağcının hikayesini anlattığı yazıyı özel kılan ilk yan, kağıdın sağ üstündeki ‘Şubat 1922’ tarihidir. Ekim Devrimi’nin ardından başlayan ve ardında korkunç bir kıtlık ile yıkım bırakan İç Savaş’ta karşı-devrimcilerin kesin mağlubiyetine yaklaşılmıştır. Ancak Bolşevikler için işler daha kolaylaşmamış aksine daha da karmaşık hale gelmiştir: Artık zaman, dünyada o güne kadar eşi benzeri olmayan bir modeli, proletarya diktatörlüğünü inşa etme zamanıdır.
Bunu hesaba katarak gelin önce Lenin’in kaleme aldığı ifadelere kulak verelim:
“Çok yüksek, dik ve henüz keşfedilmemiş bir dağa tırmanan bir insan düşünelim: Diyelim ki, bu insan inanılmaz zorlukları ve tehlikeleri aşarak, kendisinden önce bu dağa tırmananlardan daha yükseklere çıkmayı başardı, fakat hala zirveye ulaşmış değil. Öyle bir duruma gelmiş ki seçtiği yönde ve izlediği yolda yürümesi sadece zor ve tehlikeli değil, artık düpedüz olanaksızlaşmış. Bu dağcı geri dönmek, aşağı inmek, daha uzun da olsa kendisine zirveye ulaşma olanağı sağlayacak başka yollar aramak zorundadır. Hayali dağcımızın dünyada henüz ulaşılmamış bu yükseklikten aşağıya inişi belki de çıkışından daha tehlikeli ve zorludur: Kolayca hatalı bir adım atabilir; aşağıya inerken ayağını koyduğu yeri iyice görmesi kolay değildir; yukarıya hedefe doğru tırmanırken içinde bulunduğu özellikle yüksek morale sahip değildir vs. İnsanın kendisini bağlaması ve buz kazmasıyla, saatler boyu, ayağını koyacak yerler ya da ipi sağlamca bağlayacak yerler oyması gerekir, kaplumbağa hızıyla, hem de gerisin geriye, varılmak istenen hedeften aşağıya doğru hareket etmek zorundadır ve umutsuzca tehlikeli, acı dolu inişin ne zaman sona erip ermeyeceği, yeniden, cesaretle, hızla, daha düz bir yolda ileriye, zirveye doğru gidebileceği biraz daha çok şans vaat eden bir yolun bulunup bulunmayacağı hala bilinmemektedir.
Bu durumdaki bir insanda, ulaşmış olduğu yüksekliğe rağmen yılgınlık anlarının baş göstermesi hiç de anormal olmayacaktır. Ve bu insan, tehlikesiz bir uzaklıktan, dürbünle ‘frenlere basarak iniş’ bile denemeyecek (zira fren iyi hesaplanmış, önceden denenmiş bir taşıtı, önceden yapılmış bir yolu, daha önce sınanmış mekanizmaları gerektirir, oysa burada ne taşıt, ne cadde, önceden denenmiş hiçbir şey yoktur) bu son derece tehlikeli inişi izleyen aşağıdaki insanların çıkardığı bazı sesleri duyabilecek olsa büyük ihtimalle bu anlar daha çok, daha sık, daha ağır olacaktır.
Aşağıdan duyulan sesler ise garezkar. Birileri memnuniyetlerini açıkça gösteriyor, acayip sesler çıkarıp bağırıyorlar: Şimdi aşağı yuvarlanacak, müstahaktır, böyle bir delilik yapmasaydın! Diğerleri sevinçlerini saklamaya çalışıyor, aynı Yuduşka Golovlev* gibi yapıyorlar; gözlerini gökyüzüne dikip yazıklanıyorlar: Ne yazık ki endişelerimiz doğrulanıyor! Bütün ömrümüzü akıllıca bir planla bu dağa tırmanma hazırlığına harcamış olan bizler, tırmanışın planımız tamamen hazır oluncaya kadar ertelenmesini istemedik mi? Ve şimdi bu çılgının bizzat vazgeçtiği (bakın, bakın, geri döndü, iniyor, bir arşın ilerleme olanağı bulabilmek için saatler harcıyor! Biz sistematik olarak itidal ve özen talep ettiğimizde bize ne sözler sarfetmişti!) bu yola karşı böylesine gayretle mücadele ettiysek, bu çılgını böylesine şiddetle mahkum ettiysek ve herkesi bu eylemi tekrarlamama ve desteklememe konusunda uyardıysak, bunu sadece, bu yüce planı hiç tehlikeye atmamak için yaptık, bu dağa tırmanma yüce planına duyduğumuz sevgiden yaptık.
İyi ki hayali dağcımız, örneğimizde varsaydığımız koşullar altında, savunduğu düşüncenin bu ‘gerçek dostlarının’ seslerini duyamıyor, yoksa büyük ihtimalle midesi bulanabilirdi. Mide bulantısının ise kafanın dinçliğine ve ayakların sağlam basmasına zararlı olduğu söylenir, hele de bu yüksekliklerde.”
MİTLERLE ÖRTÜLÜ ZİRVENİN FETHİ
Lenin, henüz kimsenin cüret edemediği tırmanışı bu sözlerle anlatıyor. Her ne kadar Lenin’in bu yazısı neredeyse yüz yıl öncesine ait olsa da, 2024’ün dünyası için ayrıca önem taşıyor. Peki ama neden?
Bazen tarihe yabancılaşıp, yaşanmış olayların zamanda kapladığı yeri görmezden geliyoruz. Mesela bugünden baktığımızda “Sovyetler Birliği kuruldu ve dağıldı” diyoruz ve bu deneyimin sıfır noktasını unutuyoruz. Çünkü tarih kitabının ‘Sovyetler’ faslını baştan sona okuyabilme ayrıcalığına sahibiz, bu yüzden günün sonunda o dağa çıkılabildiğini biliyoruz.
Kuşkusuz bu sözleri duyar duymaz çeşitli eleştiri oklarını kundağa yerleştirip üzerimize nişan alanlar olacaktır. Sol kulvardan yapılan eleştirileri bir kenara bırakacak olursak, farklı politik ve ideolojik dönemlerden geçmiş bir Sovyet deneyimini beylik bir iki çift laf ile rafa kaldırmak maalesef mümkün değil. Her ne kadar genelde kulaktan dolma ve taraflı olsa da bu eleştiriler, Sovyet deneyiminin bir yüzyılın dünyasını altüst edecek şekilde var olduğu gerçeği karşısında değerini yitiriyor. Yani doğru ya da yanlış, hangi ideolojik kulvardan eleştirirsek eleştirelim Sovyetler Birliği bir şekilde var oldu. Sadece bu varoluş bile başlı başına işçi sınıfının toplumsal mücadeleler tarihinde devasa bir kazanım demek.
Şu an zirvede yeller esiyor olabilir, varsın essin. Üretim ilişkilerinin bu dünya üzerinde daha farklı bir şekilde düzenlenebileceği uzun bir süre boyunca teleskopla izlenebildi. Bu sadece saygıdeğer bir tırmanış değildir; aynı zamana geleceğe sunulmuş bir pupa fenerdir. Yenilgi yıllarında ışığı korlaşmış görünebilir. Ancak bir kez zirvenin ‘ulaşılmazlık’ mitini tarihe gömdükten sonra bir gün tekrar harlamak üzere asla söndürülemeyecek. Marx ve Engels’in çaldığı ateşi, o efsanelerle kaplı zirveye ulaştıran Lenin’i de bu korun içinde görmek gerekiyor.
ÖVEREK SÖVENLER
Lenin’in düşüncesine ve Sovyet deneyimine cepheden tavır alanlar kadar bir de ‘överken sövenler’ var. Örneğin kimi hikmetinden sual olunmaz isimler az önce okuduğumuz metini över gibi görünerek artık yirminci yüzyıldaki devrimci dönemin temelleri üzerine çıkmanın anlamlı olmayacağını söylüyor ve ‘1917 öncesine geri dönerek farklı bir yol izlemenin zorunluluk olduğunu’ vurguluyor. Marksizmin çekirdeğini revize etmeye yeltenenlerin elinde ‘farklı bir yol’ ifadesi ne de sihirli bir anlam kazanıyor! Oysa 20. yüzyıldaki sosyalizm deneylerini hiçe sayarak bahsettikleri ‘farklı yolun’ ne nereye vardığını bilen var ne de nereden geçtiğini.
Tabii Lenin’in düşüncesini tahrip edenlerin büründüğü çok farklı çehreler var. Kimileri açıkça savruldukları burjuva-liberal saflardan onu kibarca çağdışı ilan ederken, kimileri onun ismini göklere çıkartıyor gibi görünerek bunu yapıyor. Oysa, güvertelere yerleştirdikleri Lenin ikonalarıyla dalgasız denizlerde kaptanlık yapanların sözleri ile burjuva-liberal saflardan yapılan açık ya da gizli Lenin eleştirilerinin vardığı yer özü itibariyle aynı reddiyedir, aynı korkudur. Söz gelimi Lenin, halklar hapishanesi Çarlık Rusya’sı için çığır açıcı Ulusların Kaderini Tayin Hakkı’nı yazmamış, iktidar perspektifini en devrimci haliyle Devlet ve Devrim’de ortaya koymamış, ya da I. Paylaşım Savaşı sırasında sosyal şovenistlere karşı enternasyonalizmin bayrağını yalnız kalma pahasına sallamaya cüret etmemiş gibi davranacaksak eğer, onun ismini pek ağıza almamak gerekiyor.
Tüm bunlar, kimileri için yüz yıl öncesinin düşüncesine körü körüne bağlanma olarak anlaşılacaktır. Oysa bu noktada Ortodoks Marksizmin ne olduğunu hatırlatmak gerekiyor. Şöyle söylüyor Georg Lukács: “…Ortodoks Marksizm, Marx’ın araştırmalarının sonuçlarının eleştirel olmayan bir şekilde kabul edilmesini ima etmez. Bu, şu ya da bu teze ‘inanç’ veya ‘kutsal’ bir kitabın tefsiri değildir. Aksine, ortodoksi yalnızca yönteme atıfta bulunur. Diyalektik materyalizmin gerçeğe giden yol olduğuna ve yöntemlerinin ancak kurucuları tarafından belirlenen çizgiler boyunca geliştirilebileceğine, genişletilebileceğine ve derinleştirilebileceğine dair bilimsel kanaattir. Dahası, onu aşmaya veya ‘iyileştirmeye’ yönelik tüm girişimlerin aşırı basitleştirmeye, önemsizliğe ve eklektizme yol açtığı ve götürmesi gerektiği inancıdır.”
Sormak gerekir, meçhul farklı ve konforlu yol arayışları Marksizmin özünü deforme etme hakkı sağlamıyor mu? Kapitalizm dün olduğu gibi bugün de uzlaşmaz sınıf çelişkilerine yaslanırken biz hangi uzlaşıya neden yaklaşacağız? Taktik ile ideolojik/politik deformasyon arasındaki sınırı nereye çizeceğiz?
Sık sık Lenin için ‘uzlaşmaz’ yakıştırması yapılır. Bu yakıştırmayı kabaca ele alanlar, onun aynı zamanda ne kadar pragmatik davranan bir lider olduğunu pek hesaba katmazlar. Oysa Lenin’in neden bir siyasi deha olduğunu anlayabilmek için nelerde uzlaşmaz, nelerde pragmatik olduğunu görmek gerekir. Her başarısızlıkta moral bozukluğu ile Marksizmin çekirdeğini tahrip ederek ‘farklı bir arayışa’ girişmiş midir? Enternasyonalizme sırf daha kolay konforlu bir alan bulma umuduyla sırt çevirmiş midir? ‘Pragmatik’ olarak sosyal şoven bir tavra onay vermiş midir?
Her çıkılan yokuşun bir de inişi olduğunu çabuk unutuyoruz. Çevremizde ‘farklı bir yoldan giderek yeniden başlamalı’ diyenler zirvenin çıkılabilen bir yer olduğu gerçeğini unutturmaya çalışıyor. Üstelik bunu Lenin’in metaforunu çarpıtarak yapıyor. Farklı yol arayışıyla bilinmeze sürüklendikten sonra en nihayetinde bize gösterecekleri eciş bücüş bir tepeye ‘zirve’ dememizi istiyorlar. Kapitalizmin ağır kuşatması altında yaratılan minik adacıkları nihai hedef saymamızı bekliyorlar. Oysa yüzümüzü gerçek zirveye dönersek, geçmişin kanlı canlı deneyimlerini ve onların en tepede dalgalanan sahipsiz sancaklarını göreceğiz.
LENİN’İN DANSI
Ekim Devrimi’nden tam 73 gün sonra Lenin, buz gibi havaya rağmen Petrograd’daki çalışma odasından dışarıya çıkar ve karlar üzerinde kısa bir süreliğine dans ederek ‘bireysel’ bir kutlama yapar. Lenin’in bu mutluluğu, Sovyet deneyiminin Paris Komünü’nden daha uzun sürmüş olmasından ileri gelmektedir. Bu kutlamadan beş gün sonra yoldaşlarına seslenen Lenin, kendilerinin Komün’den daha uzun soluklu bir deneyim yaratabildiklerini çünkü şartların Sovyet Hükümeti yaratmaya daha elverişli olduğunu dile getirir. Çarlık Rejiminin eski alışkanlıkları bir tarafa konulup yeni mücadele metotları benimsenmiştir. Sosyalist bir topluma ulaşmayı hedefleyen bir yol haritası uzun soluklu da olsa ufukta belirmeye başlamıştır.
Bize bu anekdotu hatırlatan Vijay Prashad’dan bir alıntı yapmak gerekirse “Her yenilgi emekçiler için bir okuldur. Her sosyalist inşa deneyimi, gelecek deneylerimiz için bize ders verir.” Oysa Lenin’i incelerken tarihe yabancılaşıyoruz, fikirlerinin kritik anlarda nasıl yalnız bırakıldığını unutuyoruz. Bugün, kaçınılmaz tayfunun içine dalmaktan çekinmeyerek, Lenin’i ‘Lenin’ yapan düşüncelerden soyutlamadan okuyarak ders notlarını çıkartmak gerekiyor. Çünkü o sönmez fener birilerinin onu harlamasını bekliyor.
* Rus hicivcisi Saltykov-Şçedrin' in bir öyküsünden ikiyüzlü bir figür.
Kavel Alpaslan Kimdir?
1995'te İzmir'de doğdu. İzmir Saint Joseph Fransız Lisesi'nden mezun oldu. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi, Gazetecilik Bölümü'nde eğitim gördü. Gazeteciliğe 2014 yılında Agos’ta başladı. Gelecek/Umut Gazetesi’nde çalıştı. 1+1 Express Dergisi’nde yazıyor. 2016 yılından bu yana Gazete Duvar’da yazı ve haberleri yayınlanıyor. "Aynı Öfkenin Çocukları: Dünyadan Devrimci Portreleri" kitabı 2023 yılında Sel Yayıncılık tarafından yayınlanmıştır.
'İsrail yalnız silahların dilinde konuşur, silahların dilinden anlar' 30 Eylül 2024
Lübnan’ın güneyinde işbirlikçi bir kum torbası 28 Eylül 2024
İzmir’de Sovyet izleri: Kültürpark’ı Moskova’ya mı borçluyuz? 18 Eylül 2024
Kâr değil ekmek yapıyoruz: İrlanda’nın Limerick Sovyyeti 14 Eylül 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI