YAZARLAR

Öfkeli toplum, kirli siyaset

Dayanışma, bir tehlikeyi her şeye rağmen birlikte savuşturma refleksi. Özgürlük ve mücadele maskesi altında birbirine çelme takanlar, belki de en çok savuşturulması gereken tehlikeler, unutmayalım.

Halkımız çok öfkeli.

Öfkesinde de çok haklı.

Yıllardır sömürüldükleri yetmezmiş gibi şimdi de nasıl aptal yerine konulduklarına şahit oluyorlar. Üstelik de bir mafya beyi ağzından.

Ve tüm bunlara rağmen, hiçbir şey olmuyor. Gerisi kayıtsız istifasız devam.

Halkın gözünün içine baka baka yalan söyleyenler, susmaya ya da yalan söylemeye devam ediyorlar.

Halk da bu esnada muhalefet arıyor tabii. Herkes güçlü bir çıkış bekliyor. Birileri bir şey yapsın, en azından bir şey olsun da bir nebze adalet yerini bulsun istiyor. Öyle ki, Peker’in konuşmalarıyla dolup, Peker’in bir sonraki konuşmasıyla rahatlayıp aynı anda tekrar yükleniyorlar.

Ana muhalefet lideri, Erdoğan’ın yenilerdeki “helalleşme” sözüne gönderme yaparak, bir nevi “hadi artık git” imasıyla erken seçim istiyor, yer yerinden oynuyor. Oysa kaç kere dedi, dediler, “Hesap soracağız” diye. Hesap soracağız demek marifet değil, bir an evvel ülkeyi sömürenleri gönderip iş başına koyulmak marifet. Bu esnada elbette yapılabilecek çok şey var. Muhalefetin tamamı olarak, ortak bir açıklamayla ortak bir ses yükseltmek mümkün. Vekillerin Bakanlıkların önüne yığılması mümkün. Ortak bir hukuki başvuru yolu seçip yargıyı kilitlemek mümkün. Talepleri hep bir ağızdan sıralamak, diğer yandan halkı da yönlendirerek iktidarı sıkıştırmak da mümkün. Daha birçok şeyi düşünmek ve denemek mümkün. Lakin, tek bir partinin isteğiyle olacak iş değil. Arka planda kim kiminle ne konuşuyor tam olarak bilemiyorsunuz. Her şeyi açıktan da yapamıyorsunuz, malum, siyaset bu, iktidar akbaba gibi fırsat kolluyor. Attığınız en ufak bir adım misliyle aleyhinize kullanılabilir, iyi düşünmelisiniz.

Diğer yandan, Sedat Peker dökülmeye devam ediyor. Dikkati oradan başka yere kaydırmak da aleyhe. Dolayısıyla, dozunda çıkışlarla Peker’in konuşmaya devam etmesini ve dikkati orada tutmayı sağlamak da önemli.

Bunların yanı sıra, siyaseti Sedat Peker üzerinden kurmak da doğru değil. Bugün tüm pislikleri ortalığa saçan bu adamın daha önce neler yaptığı malum ve bundan sonrasında da ömrünü köyündeki hamakta akılcı psikolojik hümanizm kitapları okuyarak geçirmeyeceği açık. Dolayısıyla, Peker’i muhalif, halihazırda siyasetin bel kemiği haline getirmek doğru değil. Bu demek değil ki; bu konuyu konuşmayalım. Elbette bu esnada sözümüzü söyleyip, eylemselliği bırakmayacağız. Yukarıdaki öneriler ve dahası her zaman mümkün. Fakat kontrolü kendi odağımızda tutmak durumunda olduğumuzu düşünüyorum. Aksi halde birilerinin peşinden sürüklenir dururuz.

Bir de öfkeli insanlar olarak, birbirimize saldırma, yanımızdakini ısırma, arkamızdakine vurma, biraz ötemizdekini aşağı itme gibi asla yapıcı olmayan deşarj yöntemlerimiz var. Toplumun bu derece negatifle yüklü olduğu zamanlarda, “günaydın” deseniz suç olabiliyor. “Ne demek günaydın? Gün kapkara görmüyor musun?!” diye bir cevap gelebiliyor. İşi gücü bırakıp “Konu nasıl buraya geldi ya?” diye düşünmeye başlayabiliyorsunuz. Zaten bozuk olan toplum psikolojimiz bireysel yansımada delirme noktasını zorlayabiliyor. Aklınız almayabiliyor. Yaşam enerjiniz dibi boylayabiliyor.

Sanırım, birbirimize yapabileceğimiz en büyük kötülük bu. Yapıcı olma amacını aşan, egosal tatmine dönüşen, önyargılı mı önyargılı, keskin öfkeli taarruzlar. Yapmayın. Yapana da aldırmayın, diyeceğim ama aldırıyor insan, biliyorum. Hızlıca geçin gitsin. Salgından da bağımsız olarak artık sokağa çıkamayan insanların evlere kapatılmış, evlere sığmayan dev öfkesi. Oysa biraz düşünsek, birlikte yol yürüdüğümüz, belki Gezi’de elinden tutup kaldırdığımız kişi. Herkesin iyi-kötü kendince bir bildiği var tabii. Ama bu yoldaşının özgüvenini ve cesaretini kıran bir yıkıcılığa dönüşmüşse orada durup az nefes alacaksın, birazcık düşüneceksin “Ne yapıyorum ben?” diye. Aksi halde, Arendt’in şu meşhur sıradan kötülüğünden nasibimizi almış olabilir miyiz, diye düşünmek gerekebilir. Cehalet demek, meşrulaştırmak olur. O derece evet.

Önce kendi içimizde birbirimizi susturmamayı, korkutmamayı öğreneceğiz. Gençler, kadınlar önden demek kolay. Birçoğu bu lüzumsuz ve kötücül gerilimlerden dolayı siyasete girmiyor ya da yoldan dönüyor. Tartışmaksa sonuna kadar. Ama tartışmayı aşağılamakla karıştıranlara cevap vermekten korkmayın. Dayanışma, herkesin aynı şeyi düşünmesi demek değil. Dayanışma, bir tehlikeyi her şeye rağmen birlikte savuşturma refleksi. Özgürlük ve mücadele maskesi altında birbirine çelme takanlar, belki de en çok savuşturulması gereken tehlikeler, unutmayalım. Bu kişilerin amacı apaçık ki üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek. Gerçekten cesareti olan elini taşın altına sokar, fikrini de özgürce beyan eder. Yapmıyorsa, gölge etmesin yeter.

Bu yazı, çok öfkeli bir toplumda haklı öfkesini yanlış yere akıtanlardan nasibini almışlara gelsin. Her şeye rağmen, kendimize rağmen, güneşli günler göreceğimiz inancıyla, mücadeleye devam.


Tuba Torun Kimdir?

Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunudur. İstanbul Barosu’na bağlı olarak serbest avukatlık yapmaktadır. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu ve Kadın Meclisleri avukatı ve Kadın Adayları Destekleme Derneği yönetim kurulu üyesidir. ‘Bayan Değil Kadın’ programını hazırlayıp sunmaktadır. Aktif olarak siyasi faaliyetlerine devam etmektedir.