Nafile 'Biraderlik Sözleşmesi' ve 'Türkiye Yüzyılı' hayalinin kofluğu
Cumhuriyet’in 1. yüzyılında, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e devreden ataerkillik zemininde geçerli olan “Biraderlik Sözleşmesi” laik olan ve olmayan erkeklerin egemenliğini varsayıyordu.
Fatmagül Berktay*
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş radikal kopuşların yanı sıra elbette süreklilikler ile çevriliydi. Tarihin kopuşlar ile sürekliliklerin birlikteliği olduğu ve 600 yıllık bir sultanlığın ideolojik ve toplumsal etkilerinin bir gecede ortadan kalkmayacağı aşikârdı. Şeriat devletinden laik bir yönetime geçiş, bu kopuş ve sürekliliklere yakından bakma fırsatını veriyor ve temel bir sorunsal olarak Cumhuriyet’in ikinci yüzyılına devroluyor.
CUMHURİYET İLE BİRLİKTE 'TÜRK USULÜ LAİKLİK' GÜNDEME GELDİ
Din sadece geleneksel toplumsal kültürün değil, Osmanlı resmî ideolojisinin referansları arasında belki de en önemlisiydi. İktidarın meşruiyetinin dine dayandırılmasından halk egemenliğine dayandırılması sürecinde dinin siyasal alandan dışlanması ve bireyin vicdanıyla ilgili özel bir olgu olarak yorumlanışı gerçekten radikal bir kopuştu. Bu kopuş Tanzimat sonrasında gelişmeye başlayan yeni siyasal kültürün dine siyasal alanda daha az atıf yapmasıyla başlamış ve modernleşmeyle bağlantılı laikleşmenin erken evrelerini oluşturmuştu. Arazi Kanunnamesinde ve miras hukukunda yapılan değişiklikler bu açıdan önemli adımlardı. II. Abdülhamid döneminde bu sürece bir ara verilmiş gibi görünse de aslında özellikle eğitim alanında modernleşme devam etmişti. II. Meşrutiyet’le birlikte kamusal alanın kısıtlı da olsa açılması ve kadınların yavaş yavaş bu alana girmeye başlaması, aile hukuku alanında yapılanlar, üniversite eğitiminin kadınları kapsaması vb. yenilikler, Cumhuriyet’in kurucu kadrosuna laikleşme açısından zemin hazırlamıştı. Böylece Cumhuriyet’le birlikte 'Türk usulü laiklik' gündeme geldi.
Cumhuriyet’e giden süreç aynı zamanda ulus-devletleşme süreciydi ve siyasal iktidara meşruiyetini sağlayan artık din değil ulusçuluk olmaya başlamıştı. Saltanatın kaldırılıp hilafetin ilgası ve Cumhuriyet’ in ilanı bu süreci kesinleştirdi. 1925 Şeyh Sait isyanı ve Takrir-i Sükun dönemi rejimin dinin siyasal alana müdahalesini engellemede daha zecri tedbirler almasına yol açtı. Anayasadan din ibaresi 1928’de çıkarıldı, 'laiklik' ilkesi ise 1937’de anayasaya girdi. İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, bu ilkeyi dinin özel alanda kalması, maddi hayat ve dünya işlerine karışmaması gereğiyle savunuyordu.
DEVLETİN DİNDEN AYRILMASI, TOPLUMUN DİNDEN UZAKLAŞMASI ANLAMINA GELMİYOR
'Türk usulü laiklik' dedim, çünkü her laik toplumun kendine özgü bir laiklik uygulaması var. Anayasal laiklik ile toplumun laikleşmesi aynı şey değil. Örneğin ABD’de, devlet/din ayrımı açısından en katı hukuki düzenleme var olsa da toplumda dindarlık ve kilise üyeliği çok yaygın. Buna karşılık İsveç’te kilisenin devletten ayrılması ancak 2000 yılında gerçekleşti, ama toplum tümüyle seküler. Avrupa’daki laik demokrasilerde kilise ve bağlı kurumlar tümüyle devletten ayrı değil, bunlara laik/dinsel karma sistemler denebilir. Laikleşme, dinin toplumdaki etkisinin azalması bağlamında modernleşme sürecinin parçası. Laiklik (İngiltere’de secularism, Fransa’da laicité) laikleşmenin anayasal ya da yasal yönü. Başka bir deyişle, laiklik din ile devletin politik/yasal planda ayrılması ilkesi, laikleşme ise sosyal ve felsefi alanda toplumun dinsel kurumların ve ideolojinin etkisinden uzaklaşması sürecini ifade ediyor. Devletin dinden ayrılması, toplumun dinden uzaklaşması anlamına gelmiyor. 20. yüzyılın sonunda kökten dinciliğin sadece İslam ülkelerinde değil, Hıristiyan ülkelerde de yükselişi bunu daha net biçimde ortaya koydu.
İKİ AMAÇ BİRBİRİYLE ÇELİŞKİLİYDİ
'Türk usulü laikliğin' iki amacı olduğu söylenebilir. Birincisi, ulus-devletleşme ve devletin kimlik politikalarıyla ilgili. Cumhuriyet, uluslaşma ve modernleşme ile ilgili bir süreç; ancak Osmanlı modernleşmesinde esas olan toplumun çağdaşlaşması değil, devletin reforme edilmesiydi. Cumhuriyet bunu devraldı ama 'çağdaşlaşma'yı da hedefledi. Ulus- devlet ideali çerçevesinde Türkçe konuşan, Türk kültürüne ve İslam’ın Sünni Hanefi inancına bağlı türdeş bir millet yaratılması amaçlandı. Ulus- devlet zaten mitolojideki 'Prokrustes yatağı' gibidir; kendi idealine uymayanı kesip biçip kendine uydurur ya da dışarı atar. Nitekim İsmet İnönü 1926’da bunu açıkça ifade ediyordu: “Türk ekseriyetinde diğer anasırın hiçbir nüfuzu yoktur. Vazifemiz, Türk vatanı içinde Türk olmayanları behemehal Türk yapmaktır. Türklere ve Türklüğe muhalefet edecek anasırı kesip atacağız.”(1)
İkinci amaç, dinsel düşüncenin yerini rasyonel bilimsel düşünceye bırakmasıydı. Cumhuriyet reformcularının, Osmanlı modernleşmecilerinin bir bölümüyle de paylaştıkları görüş, toplumun geri kalmasına neden olan unsurun din olduğuydu. Aslında bu iki amaç birbiriyle çelişkiliydi. Daha ziyade Fransa etkisinde olan Osmanlı entelektüellerinin ufkunda Hegelci bir din eleştirisi yoktu. Durkheimci yaklaşımı benimseyen Ziya Gökalp gibi düşünürler sorunun İslam’da değil, onun cahil dar kafalı temsilcilerinde olduğunu ve bir 'milli İslam' yaratma gereğini savunuyorlardı.
DİNİN SİYASİ OTORİTEYE BAĞLILIĞI OSMANLI’DAN SÜRE GELEN GELENEK
Modernleşme sürecinde ulusçuluk din ile rekabete girer ama bu, dinin dışarıda kalması anlamına gelmez. Bazı uluslarda az çok evrimci yollarla gerçekleşen sekülerleşme süreci bazılarında hızlı yapılmak zorunda kalınca liberal laisizmdeki gibi din karşısında nötr kalmak yerine Türkiye’de olduğu gibi dinin denetimini elde tutarak devletin güdümüne alma yoluna gidilir. Nitekim 'Türk usulü laikliğin' en önemli unsuru Şeriye ve Evkaf Vekaleti’nin kaldırılmasından sonra Diyanet İşleri Riyaseti’nin kurulması, yani dinin devletin kontrolüne alınmasıydı. Böylelikle laik Kemalistler dini devletten ayırdıkları anda yeniden devlete bağlamış oluyorlardı. Aslında dinin siyasi otoriteye bağlılığı Osmanlı’dan beri süre gelen bir gelenekti. Bu geleneğin varlığı belki bir yandan tepeden inme laikliğin daha kolay benimsenmesini getirdi ama İslam’ın belirli bir versiyonunun (Sünni Hanefi) devlet eliyle empoze edilmesi, Türkiye’de hem laikleşmenin hem de demokrasinin liberalleşmesi önünde bir engel teşkil etti.
‘GERÇEK VATANDAŞ KİM?’
Daha ilk baştan itibaren genel bütçeden destek gören, 1961 anayasasıyla genel idare içinde yer alan anayasal bir kurum haline gelen Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bugün geldiği nokta, “kime niyet, kime kısmet” deyişini hatırlatacak biçimde, devlet içinde ayrı, çok zengin ve nüfuzlu bir saltanat makamı olarak siyasal İslam’ın elindeki bir iktidar aracına dönüşmesi oldu. Devletin laikliği, şeklen dini ulus ile ilişkilendirmekten çıkarmıştı ama ulus- devletin inşası sürecinde “Gerçek vatandaş kim?” sorusunun cevabı Türk, Sünni ve esas olarak erkekti.
KADINLAR ÖZERK BİREY SAYILACAK MI?
Bugün o kadar gündemde olan kadın ve aile meselesi sadece İslami projenin değil, milliyetçi laik projenin de parçasıydı ve kadınların geleneksel rollerini oynamaya devam etmeleri isteniyordu. Çünkü kadınların özgürleşmesi, bütün toplumsal hayatı dönüştürecek niteliktedir ve bu yüzden endişelerle çevrilidir. Esas olarak da ataerkil sistemin avantajlı öznesi ve bekçisi olan erkekler endişelenir. Şeri bir toplumdan laik bir topluma geçilmesi elbette büyük bir altüst oluş yaratarak bu endişeleri katmerlendirir. Nitekim erken cumhuriyet döneminde laikleşen kadınların 'tango' diye nitelendirilip zaptürapt altına alınma çabasıyla bugünün özgür kadınlarına 'sürtük' damgasının vurulması aynı endişe ve korkunun ifadesidir. Son kertede, Müslüman coğrafyada İslamcılar ile laikler arasındaki mücadele ahlaki davranışın sınırlarının kimin tarafından belirleneceğine dayanır. Yani bireyin kendisi mi, yoksa dinsel cemaat mi karar verecek ve en önemlisi kadınlar özerk birey sayılacak mı?
ÖZGÜRLÜĞÜN ESAS DENEYİMLENDİĞİ YER, KAMUSAL EYLEM ALANIDIR
Liberal demokrasi bireyin seçme hakkıyla ilgilidir, kendi yaşamını özgürce belirleyebilmesiyle. Bu, herkes için önemlidir ama kadınlar için özellikle önemlidir. Çünkü kadınlar yüzyıllardır ailenin ve cemaatin parçası, onun sınırlarını çizenler olarak özel alanla sınırlandırılmıştır. Üstelik bu yalnızca şeri toplumlar için geçerli değildir. Ama Şeriatin hüküm sürdüğü yerde sadece sosyolojik ve ideolojik olarak değil, hukuksal olarak da kamu alanının dışında tutulurlar ve bu onların yurttaş sayılmayıp görünmez kılınmasına yol açar. Özgürlük hem bireysel hem de kamusal alanı kapsasa da özgürlüğün esas deneyimlendiği yer, kamusal eylem alanıdır. Bu açıdan Cumhuriyet reformlarının en önemlisi, gerçekten de laikliktir. Kadınların ve gayrimüslimlerin dışarıda tutulduğu bir devlette ise, gerçek bir demokrasiden söz edilemez.
MÜDAHALELER SON KERTEDE TOPLUMSAL CİNSİYET ROLLERİNE
Bugün İslami hareketin itirazı ne modern ekonomik yapılara ne de yeni teknolojilere. Tersine modern teknoloji kullanımı daima övünme vesilesi. Ama kimin kiminle evlendiği, nasıl giyindiği, cinselliğini nasıl yaşamak istediği, sokakta kahkaha atıp atamayacağı vb. esas problem ve bireysel ahlak üzerindeki bu müdahaleler son kertede toplumsal cinsiyet rollerine, özellikle kadınların kamusal alandaki görünürlüğüne ilişkin. Nitekim Yeniden Refah Partisi’nin seçim kampanyasında kadın adayların yüzlerini kapatması tesadüf değildi. Toplumsal cinsiyet sorunu İslami projenin dışına çıkarılacak olsa modern yaşam ile İslami yaşam arasında pek bir farklılık kalmayacak.
‘BİRADERLİK SÖZLEŞMESİ’
Evet, Cumhuriyet’in 1. yüzyılında, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e devreden ataerkillik zemininde yükselen bir 'Biraderlik Sözleşmesi' geçerli oldu. Bu sözleşme, laik olan ve olmayan erkeklerin egemenliğini varsayıyordu. Ancak sözleşme laiklik sayesinde kadınlar için bir çatlak barındırıyor. Işığın çatlaklardan girdiğini hatırlatırcasına kadınlar, birinci yüzyılda toplumdaki ideolojik ve siyasi engellere, taraflılıklara rağmen bu çatlaktan yararlandılar ve hayalleri olan kamusal alanda var olma imkanına kavuştular. Laik hukukun en önemli yönü kişilere cemaat, aile, ırk, etnisite, vb. aidiyetlerinden bağımsız bir var oluş imkânı sağlamasıdır. Ama bu sadece bir imkândır, fiiliyatta ne kadar gerçekleşeceği onun açtığı alandaki mücadelenin başarısına bağlıdır. Gene de imkânın varlığının önemi inkâr edilemez.
Kadınlar, özellikle orta sınıf kadınları erken Cumhuriyet’ten itibaren bu imkândan yararlandılar. Bu noktada feminist tarihçiliğin kadınların öznelliğini ve çeşitli sınırlamalar içinde bile kendilerini özneler olarak kurduklarını hatırlamasının çok önemli olduğu kanısındayım. Erken Cumhuriyet döneminde 'Kemalist hareketin piyonları' olarak kadınlardan söz edildiğinde ya da ilk kadın milletvekillerinin rejim yanlısı 'uslulukları'ndan dem vurulduğunda gerçeğin bir yanına dikkat çekiyoruz ama diğer yanını, bu kadınların kendi niyetlerini, öznelliklerini ve kendilerini var etme yönündeki bilinçli seçimlerini göz ardı etmiş oluyoruz. Kadınlar ister rejim yanlısı ister muhalif olsunlar her türlü engele rağmen tarihin yapımına katılan öznelerdir. Bugün açısından da hep hatırda tutulması gereken bir yöntem ve etik sorunu, bu. Şimdilerde çokça cahil halktan ve cahil kadınlardan söz ediliyor seçim sonuçları bağlamında, o yüzden özellikle vurgulamak istiyorum.
‘LAİKLİK EN BÜYÜK KAZANIM’
Sonuç olarak 'Türk usulü laikliğin', milliyetçi projenin parçası olarak 'makbul vatandaş' yaratma hevesi, kendi makbul anlayışına uymayanları dışlaması, belirli bir din anlayışını empoze etmesi en zayıf yanıydı, bugün bunu daha iyi görüyoruz. Din, devletin kurumsal denetiminde olduğu zaman her türlü rejimin payandası haline gelebiliyor ve tartışma sürgit kadınların denetlenmesi etrafında cereyan ediyor. Tarihe emretmek mümkün değil, dolayısıyla sadece olmuş olanı değerlendiriyoruz, olması gereken ayrı bir konu. Gene de bugünü ve geleceği konuşurken devreye 'olması gereken'in girmesi meşrudur. Geçmişi tartışıp değerlendirmenin de amacı herhalde budur. Türkiye’de laiklik esas olarak hukuk alanında, anayasada ve yasalarda kendini gösterse de demokrasi ve kadınlar açısından büyük bir kazanımdı ve bugün gene en çok kadınlar tarafından savunulması da tesadüf değil. Kadınlar çok uzun bir süre kamusal alana çıkma hayali kurdular ve Cumhuriyet bu hayali gerçekleştirdi. Demokrasi açısından bütün açıklarına rağmen, laiklik uygulamasının laikçiliğe dönüştürülmesi zaafına rağmen, Türkiye’de laiklik, toplumun tümü açısından Cumhuriyet’in kıskançlıkla korunması gereken en büyük kazanımı. İkinci yüzyılda siyasetin demokratikleşmesiyle birlikte laikliğin demokratikleşmesini tartışacağımızı umut ederken laik hukukta kadınlar aleyhine gedikler açılmasının gündeme gelmesi, kadınların eşit katkısının dışlandığı bir 'Türkiye yüzyılı' hayalinin kofluğunu ve biraderlik sözleşmesinin nafileliğini sürdürmekte olduğunu gözler önüne seriyor.
*Prof. Dr.
(1) Vakit, 27 Nisan, 1925, akt. Füsun Üstel, “İmparatorluktan Ulus Devlete Türk Milliyetçiliği ve Türk Ocakları”, s.173; abç