YAZARLAR

Müslüme, kadınların suskunluğu ve sesi

Sıcak, şirin, tertemiz mahalle diye bir şey yoktur. Bütün şehirler, mahalleler ve köyler değişen oranlarda da olsa çocukların taciz ve istismar edildiği, kadınların dayak yiyip öldürüldüğü, tüm bunların görünürdeki düzenin sürmesi için bir suskunluk çemberiyle hasır altı edildiği yerlerdir.

Çocukluğumun ilk yarısı, yakın dönemlere kadar yerli dizilerde sık gördüğümüz tarzda şirin ve sıcak bir mahallede geçti. Çoğunluğun birbirini tanıdığı, çocukların güvenle komşu evlere emanet edilebildiği, bir bahçe duvarından atlayarak yandaki komşuya merhaba demenin garip karşılanmayacağı bir mahalle. Çoğu okumaya, eğitime önem veren memur ailelerinden oluşan, kendi halinde bir yerdi. Elma, dut ağaçları ve çiçeklerle dolu bahçeleriyle biz çocuklara cennet gibi gelirdi. Çocukların şimdi sahip olduğu imkânların çoğuna sahip değildik herhalde ama “yoksunluk” denen bir duyguyu hiç hatırlamıyorum çocukluğumda. Sahip olmayı en çok istediğim şey kitaplardı. Rahmetli babam Hasan Tahsin mahalledeki kitapçıya benim için hesap açtırmıştı, istediğim kitabı alabiliyor, sipariş verip getirtebiliyordum. Yedi yaşımda kendime ait bir kitapçım vardı yani. Dünya benimdi, gerisi umurumda değildi.

Bu kitap kurtluğum nedeniyle sokakla pek bir alakam yoksa da sokaklar, evler kadınlar ve çocuklar için güvenliydi. Ya da öyle görünüyordu. Giderek kulağıma çalınanlar, yaşıma uygun olmayan bazı romanlarda okuduklarım ya da TV’den sızdırabildiklerimle birleşiyor, dünyanın o muğlak ve tekinsiz yanının mahallemizde de tespit edilebilirliğini gösteriyordu. Kız ve erkek çocukların bakkal tezgâhları arkasına geçmemeleri konusunda uyarıldıklarını fark etmiştik mesela. Bir yabancıdan şeker, çikolata vs. almamak konusunda da çocuklar uyarılıyordu. Ayrıca yabancı bir büyüğün kucağında hoplayıp zıplamamak gerektiğini de öğrenmiştik. Oturuşumuza dikkat etmemiz, sokakta çok da yüksek sesle gülmememiz gerekiyordu. Kendimizi yavaş yavaş azaltmalıydık. Biz büyüdükçe dünya küçülüp üstümüze abanmaya hazır bir yer haline geliyordu anlaşılan. Ailem her konuda olduğu gibi bu konularda da oldukça makuldü, Allah var. Ama bir de sağda solda teşhirciler peydah olunca işler iyice karmaşıklaştı, önlemler arttı.

Arada bir yüzünün gözünün morunu kapatan, uyku sersemliğiyle "kapıya çarpmış" kadınlar da artıyordu çevrede ya da biz onları daha çok fark ediyorduk. Anlaşılan evler de o kadar güvenli yerler değildi. Bu gibi şeyler çocukların üstüne vazife değildi, hastanelik olmayan vakalar zaten "her evde olur böyle şeyler"di.

Sonunda en korkuncu geldi: Evimize çok da uzak olmayan bir mahallede bir fırında bir kız çocuğunun yakıldığı haberi, dev bir fısıltı sağanağıyla çocuk kulaklarıma kadar ulaştı. Ayrıntılar hâlâ tüm ürperticiliğiyle aklımdadır. “Doğurup salmayacaksın işte…/ Dilenci çocuk, sahipsiz bulunca tabii garibi…/ Çişini yapmaya girmiş…/Şeytana uymuş it dölü, Allah’ım evlerden ırak…” Sabah çişini yapmak için içeri alınmış bir çocuğun neden ve nasıl bir fırında yakılabildiğini aklım almıyordu bir türlü. Fırıncı yamağının "uyduğu şeytan" ve tecavüz bilgisini birleştirmek zamanımı almıştı. O korkunç bilgiyi edindikten sonra da fırınlar uzun süre benim için önünden bile geçilmeyecek yerler oldu.

Bu yazıyı yazarken hem anneme hem ağabeyime sordum, ikisi de bu olayı hiç hatırlamıyor. Anahtar sözcüklerle arama yaptım, internetten de bir bilgiye ulaşamadım. Çocuk aklım bana bir oyun oynadı da yakın bir şehirde gerçekleşmiş bir olayı bizim oralar diye mi kaydetti, bilmiyorum. Olay nerede geçmiş olursa olsun, çocuk aklım çok yanılmış sayılmaz aslında: Sıcak, şirin, tertemiz mahalle diye bir şey yoktur. Bütün şehirler, mahalleler ve köyler değişen oranlarda da olsa çocukların taciz ve istismar edildiği, kadınların dayak yiyip öldürüldüğü, tüm bunların görünürdeki düzenin sürmesi için bir suskunluk çemberiyle hasır altı edildiği yerlerdir.

Üç yaşındaki Müslüme’nin kaybolduktan on gün sonra Yörük çadırından yedi kilometre uzaklıkta ölü bulunması beni çocukluğa dair bu ilk korkunç cinayet bilgisine ışınladı. Her yöresi ve her kesiminde kız çocuklarına hayat bilgisi niyetine mutlaka temel ahlak bilgisinin kendi bedenleri üzerinden belletildiği bir ülkede, istismar edilip vahşice katledilen çocuklar… Müslüme ne ilk elbette ne de maalesef son olacak. Çoğunlukla dışarıdan değil, aile içinden çıkıyor katiller. Her zaman vardı ve dünyanın her yerinde, en gelişmiş ülkelerinde bile var, evet. Patriyarka güç suistimalinin türlü vahşetini her zaman doğurma potansiyelini taşıyor. Ama toplumların bunlarla yüzleşme ve "gerçek" suçluları cezalandırma oranları hayati değerde.

Avusturya’da 2008’de patlak veren Joseph Fritzl vakasını çoğunuz hatırlıyorsunuzdur. 18 yaşındaki öz kızı Elizabeth’i kaçırıp evinin altına inşa ettiği bodruma hapseden Fritzl, tam 24 yıl boyunca, bir not yazıp evden kaçmış gibi gösterdiği kızına tecavüz etti. Bu tecavüzlerden doğan üç çocuğu Elizabeth’e yazdırdığı notlarla evlerinin kapısına bıraktı, karısının bu çocukları torunu gibi büyütmesini sağladı. 24 yılda doğan yedi çocuktan biri öldü. Diğer üç çocukla birlikte nihayet bodrumdan kurtulduğunda Elizabeth 42 yaşındaydı.

Joseph Fritzl


Joseph Fritzl, evinin sınırları içinde kendi padişahlığını ilan etmiş, kızını her açıdan kendi mülkü olarak gören, dışarıya karşı güvenilir iyi aile babası izlenimi uyandırmayı başaran korkunç bir narsistik karakter olarak dünyanın bize göre hayli gelişmiş bir ülkesinde tam 24 yıl boyunca ikili bir hayatı sürdürebildi. Yanılmıyorsam sorgulamalarda kadın bir şeylerin feci yanlış olduğunu hep sezdiğini ama kocasından korktuğu için bir şey anlatamadığını söylemişti.

Bu tür olaylarda kadınların suskunluğu hemen ilk ilgiyi çeken şey oluyor. “Ben olsam herifin gırtlağını söker, kendim ölmeyi göze alır yine de konuşurdum”lar havada uçuşuyor. Elbette kendi öz çocuğuna işkence eden, çocuğunu fuhuşa zorlayan hatta cinayetinde işbirliği yapan kadınlar da var, bu başka bir konu. Konumuz hiçbir zaman "kadınlar melektir" de değil zaten. Ama kızına ya da bir çocuğa bunları yapabilecek bir adamın aslında ilk kurbanı olan kadını, salt “anne” diye, yarım yamalak da olsa sezdiği gerçekle başa çıkamadığı, bunu dışa vurup savaşamadığı için suçlayamayız. Hakkında ahkâm kesebileceğimiz bir şey değil bu kâbus.

Bu konuda bir yayın yasağı var. Zaten henüz soruşturması süren bir vakayı, hem çocuğun mahremiyeti hem de geri kalan aile üyeleri için ayrıntılarıyla paylaşmak pek doğru değil. Yine de çok bariz olandan kaçmak mümkün değil. Şu ana kadarki tüm deliller, “aile reisi”nin yıllardır süren istismar ve cinayetine işaret ediyor. Bu korkunç vakada en çok suçlanansa, Müslüme’nin annesi.

Toplum, kültür ve siyaset işbirliğiyle atandığı “aile reisliği”ni mümkün en korkunç biçimde kullanan, gücünü her biçimde suistimal eden bir adam… Yıllardır kayınpederinin tecavüzüne maruz kalmış bir kadın ve bu korkunç ağa takılıp üç yaşında hayatını kaybetmiş bir bebek… Bir çadırda ya da küçücük bir evde tüm bunlar ne kadar gizli kalabilir? Her yetişkin olan biteni az çok biliyor olmalı. Neden babanın değil annenin suskunluğu konuşuluyor mesela? Çıkıp serinkanlı açıklamalar yapan, arama ekiplerine katılan failler "hasta" diye nitelenirken bedeni, zihni, hayatı yıllardır istismar edilen bir kadının yaşadığı travmanın etkilerini pek kimse sorgulamıyor bile.

Tacize, tecavüze uğradığında, şiddet gördüğünde, öldürüldüğünde kadın suçlu… Orada ne işi vardı, o kıyafeti niye giymişti, o adamı niye seçti… Kadınlar sadece öldükleri zaman, acıklı bir haberin konusu olarak kısa bir süreliğine "baş tacı" oluyor. Katiller iyi hal indirimi alırken meşru müdafaayla hayatını kurtaran kadınlar en ağır biçimde cezalandırılabiliyor. Sadece ölüleri makbul kadınların.  

Tacize, tecavüze uğrayan kadın aile içinde konuştu diyelim… Muhtemelen aynı süreçlerin mağduru kayınvalideler hatta anneler “biz katlandık sen de katlanacaksın, düzen bu…” diyor, en iyi ihtimalle konuşmanın faydasına inanmıyor. Karısının ayak bileği göründü, biri yan gözle baktı diye fırtına koparan erkekler, tecavüze uğradığında tutup kadını öldürüyor. Aile içi tüm suçlar örtülebildiği kadar örtülüyor ya da faturası kadına kesiliyor. Aile toplumun en küçük suç birimi. Kol çürüyor yen içinde. Nasıl konuşsun bu kadın?

Görece özgür koşullara sahip kentli kadın "bile" ağzını açtığı anda en hafif cezası mansplainingden başlıyor. Erkekler ahkâm kesmelere doyamıyor. Tacize uğrayan kadına çoğunlukla kadınlar bile inanmıyor(du), yakın zamana kadar en azından, kadın mücadelesi bu durumu biraz değiştirdi. Kadınlara çocukluktan itibaren cinselliklerinden başlayarak her konuda kendilerini suçlu hissetmek öğretiliyor. Nasıl konuşsun bu kadınlar?
Son dönemlerde tüm bunları aşıp konuşan bu kadar çok kadın olması mucize değil, artık çürümüş bu sisteme isyanın sonucu ve kazanımdır. Bu nedenlerle bir kadın, bir LGBTİ+ ya da bir kurumda, toplulukta mobbinge uğradığını söyleyen bir grup konuştuğunda yapılması gereken en önemli şey sadece, gerçekten dinlemek. Çünkü tarihi ve toplumsal işbirliğiyle kurulmuş suskunluk duvarını delmek zordur, çok zor.
Müslüme’nin annesi ya da onun konumundaki bir kadının konuşması bir mucize olur, biraz düşününce. Tüm bunların etkisiyle sustuğundaysa, bu kez sustuğu için suçlu. Mal gibi görüldüğü bir toplumda kadın susturulmakla kalmayıp "dilsizleştirilirken", hâlâ öfke ve nefretin ilk objesi olabiliyor.

Bu konulara dair yorumlara hemen “siyaseti karıştırmayın,” deniyor. Siyasetin tüm bunlardan bağımsız olabileceğini düşünmek bilinçli körlük. Evet tüm bu vahşet her zaman vardı, dünyanın her yerinde de var. Ama İstanbul Sözleşmesi’nin feshedildiği, çocuk evliliklerinin desteklendiği, katiller uyduruk bir kravatla iyi hal indiriminden yararlanırken kırk yılda bir kendini savunma şans ya da cesaretini bulan kadınların cezalandırıldığı bir ülkede, son yıllarda giderek her kesimi daha da kapsayacak biçimde arttığı da bir gerçek. Umut da artık tüm bunları görmezden gelmeyip, failleri hasta, kadınları ölmedikleri sürece cadı, şeytan ilan etmeden, gerçekle yüzleşmekte.

Metroda bir erkek korkunç cinsiyetçi küfürlerine eşlik eden ekmek bıçağıyla bir kadına saldırdığında nihayet doğru dürüst bir metinle faili tutuklamaya sevk eden kadın savcıda umut… Altı boş cesaretle değil iliklere işlemiş bir dayanışma bilgisi ve soğukkanlılıkla bıçağa karşı durabilen kadında ayrıca umut… Umut, failler ellerini kollarını sallayarak gezebilirken kadına şiddeti protesto için katıldıkları 25 Kasım’da gaza, barikata rağmen “isyan” diyenlerde. Böyle gelmiş, böyle gitmez. Bu direngen umut ve mücadeleyle, bir gün mutlaka, herkes için daha iyi bir yer olacak bu dünya.


Zehra Çelenk Kimdir?

Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.