YAZARLAR

Muhalefet sahası ve 'Gezici' sınırlar

Gezi bugün bir toplumsal eylemlilik biçimi olarak sahada olmayabilir; ama öne çıkardığı temalar ne zaman gündeme gelse bunların bütününün toplumsal taşıyıcısı olarak akla tek başına kendisi gelmektedir. Zira Gezi; öncesinde toplumsal hareketler ve sol siyasi oluşumlar tarafından vurgulanan rahatsızlık ve talepleri tek bir hareket içerisinde eklemleyip bütünleştirerek bunları ülkenin bütününü etkileyen bir toplumsal güce dönüştürmeyi başaran son 20 yıldaki tek hareketti.

Türkiye’nin bugününü ve olası geleceğini “muhalefet sahasına” bakarak anlamaya çalışmak belki de son 20 yılda ilk kez bu kadar anlamlı ve önemli hale geldi. Muhalefet sahası ile şunu kastediyorum: Siyasal iktidarın yarattığı toplumsal rahatsızlıkları temsil etme, onun karşısında bir iktidar alternatifi olma veya olası AKP sonrası döneme rengini çalma iddiasındaki öznelerin birbiriyle girdikleri ilişki, rekabet ve mücadelelerinin gerçekleştiği alan. “Muhalefet sahası” bu yönüyle yalnızca bugünün bir aktörü değil, yarının öznesi olmaya yönelik iddiaların birbiriyle çarpıştığı ya da ilişkilendiği bir alanı ifade ediyor.

MUHALEFETİN YUKARIDAN KONULMUŞ SINIRLARI

Peki bu “muhalefet sahasına” her aktör istediği gibi dahil olup buradaki mücadelenin bir parçası olabilir mi? Ya da bu saha içerisindeki özneler söylem ve pratiklerini tam bir serbestlik içerisinde belirleyebilir mi? Bu mümkün değildir; çünkü bu alanda da her bir aktörü sınırlayan tarihsel olarak yapılandırılmış açık veya örtük önkoşullar, kurallar ve normlar vardır. Bunların bir kısmı hâkim düzenin temellerini koruma amaçlı olarak “yukarıdan” tesis edilir. Bu “yukarıdan sınırlar” toplumsal/siyasal örgütlenmelerin kabul edilebilir biçimlerini şekillendirmeye yönelik yasaları, zor aygıtları aracılığıyla yapılan müdahaleleri ve muhalefet sahasında dolaşıma girecek söylemlerin “meşruiyet” sınırlarını belirleyen resmî ideolojiyi içerir. Tabii ki bu “yapısallaşmış” çerçevenin sınırları da toplumsal mücadelelerin seyrine göre sürekli değişime tabidir.

Öte yandan, muhalefet sahasının bir de “aşağıdan”, yani toplumsal sahadan belirlenen önkoşulları ve sınırları vardır. Bunlar görünür resmî kurumlar ve mekanizmalar yoluyla icra edilmediğinden örtük bir şekilde işler; ve muhalif siyasal aktörlerin hareket alanını “fiilen” sınırlar. Aşağıdan sınırlamalar, “yukarıdan” gelen sınırları pekiştirebildiği gibi onunla çelişip, çatışabilir ve hatta muhalif sahanın aktörlerini yukarıdan dayatılan sınırları zorlamaya sevk edebilir. Bu “aşağıdan sınırlar” halkın ivedi talep ve beklentileri gibi "konjonktürel” unsurlar içerebildiği gibi, onu sarıp sarmalayan hâkim-köklü kültürel/ideolojik önkabulleri de (ortak duyu) içerebilir.

MUHALEFETİ 'AŞAĞIDAN' SINIRLAMAK

Bunun yanında halk hareketleri ve isyanlarının oluşturduğu deneyim ve hafıza da muhalefet sahasındaki aktörleri aşağıdan sınırlayabilir. Toplumun hoşnutsuz kesimlerinde nasıl bir ülkede ve dünyada yaşamak istemediklerine dair asgari normları, nasıl bir gelecek tahayyül ettiklerine dair asgari beklentileri belirginleştiren ve bunları belirli bir dönem için sabitleyen halk hareketleri ve isyanlar muhalefet sahasının kurucu bir unsuru olabilir. Bu halk hareketleri, iktidara alternatif bir muhalefetin neyi temsil etmesi gerektiğine dair asgari koşulları yeniden tayin ederek muhalefet sahasında mücadele eden aktörleri yapısal olarak sınırlandırabilir.  Örneğin, 1968 Fransa’sındaki görülmedik yaygınlıktaki öğrenci ve işçi hareketini düşünelim: bu hareket siyasal bir devrimle sonuçlanmamış olsa bile “muhalefet sahasındaki” sadece sol değil düzen içi aktörlerin bile temalarını ve önceliklerini belirleyen bazı sınırlar çekmiştir. Daha geriye giderek 1905 Moskova Ayaklanması’nı Rusya’daki “muhalefet sahasını” yeniden yapılandıran bir halk hareketi olarak görebiliriz.  Bu aşağıdan konulan sınırları “yok saymak” demek toplumun geneline dönük bir siyasal iddia ortaya koyamamak, içe kapanmak ve muhalefet sahasının dışına düşmek demektir. 

Tekrar etmek gerekir ki hem yukarıdan hem de aşağıdan muhalefet sahasına konulan sınırlar toplumsal mücadeleler içerisindeki güç dengelerindeki kaymaların ve “muhalefet sahasının” kendi içerisinde yerleşik kodları değiştirme arayışı içerisindeki aktörlerin yarattığı etkiyle değişime uğrayabilir.

GEZİ’NİN AŞAĞIDAN KOYDUĞU SINIRLAR

Özel olarak Türkiye’ye dönersek: bugünkü muhalefet sahasının “yukarıdan” belirlenen sınırlarını siyasal partiler yasasında, seçim düzenlemelerinde, toplantı ve yürüyüş kanunlarında vs. “formel” olarak görebiliyoruz. Bunun yanında siyasal iktidarın devletin zor aygıtlarını kullanarak muhalefet sahasını dizayn etmeye yönelik fiili ve keyfi müdahalelerini içeren “yukarıdan sınırlamaların” yoğunlaştığını da biliyoruz.

Öte yandan Türkiye’nin muhalefet sahası bu yukarıdan sınırlama ve müdahalelerin yanında “aşağıdan” da sınırlanmakta, yapılandırılmaktadır. Bunların bir kısmı toplum içerisindeki konjonktürel olarak baskın talep ve rahatsızlıkların yarattığı basınç ile ilgilidir. Örneğin bugün muhalefet sahasındaki hiçbir aktörün emekçilerin yoksullaşma ve geçim sıkıntısını başka gündemlerin gerisine yazma şansı yoktur. Peki Türkiye’de aşağıdan çekilen sınırlar yalnızca halkın ivedilikle çare bekleyen güncel, yakıcı taleplerinden mi ibaret? Türkiye’de muhalefet sahasındaki aktörlerin etkinliği yukarıdan belirlenen sınırlar içerisinde aşağıdan dayatılan konjonktürel taleplere en iyi cevabı sunma mücadelesinden mi oluşuyor sadece? Bundan 10 sene önce Gezi yaşanmamış olsaydı belki bu basitlikte bir “muhalefet sahası” resmi çizebilirdik. Bugün Türkiye’de “muhalefet sahasına” dahil olma koşulları ve onun içerisindeki makbul söylemler aralığı yalnızca yukarıdan siyasal iktidar, devlet ve sermaye marifetiyle sınırlanmamakta, bir de aşağıdan Gezi’nin ideolojiler alanında yarattığı sonuçlar ile yapılandırılmaktadır.

GEZİ’NİN GİZİL GÜCÜ

Peki “Gezi” ile bugün kastettiğimiz ne? Gezi ile ne 10 yıl önce gerçekleşen protesto dalgasının kafalardaki hatırasını ne de gelecekte aynı güçte ortaya çıkabilecek bir eylemlilik ihtimalini kast ediyorum. Gezi’yi ideolojiler alanını biçimlendiren, “bugün” de varlığını sürdüren nesnel bir sonuç/dinamik olarak görüyorum: Gezi bugün, bir yanıyla siyasal ve toplumsal gelişmeler karşısında tavır alınırken temel alınan belirli değerler dizgesine tekabül ediyor. Diğer yanıyla da bu değerleri temel alma paydasında ortaklaşan, siyasal öncelik ve tercihlerini bunlara göre şekillendirmeye devam eden, bu değerleri yeniden üreten ve onlar üzerinden gidişata müdahale umuduyla fiilen “kolektif” bir tavır sergileyen insanlara, yani bir toplumsal güce denk düşüyor.  Yani Gezi’den hem belirli bir bilinç biçimini hem de tek tek siyasal/toplumsal gündemlere bu bilinç biçimiyle yaklaşan insanların oluşturduğu “topluluğu” anlıyorum.

Bu değerler dizgesi ve kolektif/toplumsal güç aslında AKP’nin hâkim kılmaya çalıştığı neoliberal İslamcı-milliyetçi hegemonya projesi karşısında bir savunma hattı örme süreci içerisinde gelişti: neoliberal saldırganlığa karşı yaşanabilir bir kent ve çevre savunusu, otoriter müdahaleciliğe karşı hak ve özgürlüklerin savunusu, dinsel kimlik dayatmasına karşı laikliğin savunusu, hukuksuzluğa karşı adalet savunusu. Bugün, muhalefet sahasında varlık göstermeye çalışan aktörler, sağcısı da dahil olmak üzere, Gezi’nin temsil ettiği bu değerleri karşılarına aldıkları oranda bugünün muhalif bir aktörü ve yarının da kurucu bir öznesi olma vasıflarını yitireceklerinin farkında olarak hareket ediyorlar. (2019 yerel seçimlerinde Ankara ve İstanbul büyükşehir belediyelerinde ortaya çıkan sonuç CHP adaylarının aşağıdan çizilen bu “çizgiyi” gözetmelerinin de bir ürünüydü).  

Peki, bir değerler dizgesi ve bir toplumsal güç olarak formüle ettiğimiz Gezi’nin muhalefet sahasındaki bu örtük etkisi nereden geliyor? Bu “Gezici” diye tarif edilen kesimlerin Türkiye nüfusunda sayısal bir ağırlık sahibi olmasından ve böylelikle de seçim süreçlerinde verdikleri oyla seyri değiştirebilecek bir nicel güç olmalarından kaynaklanmıyor. Daha çok “niteliksel” bir ağırlıktan bahsediyoruz. Gezi bugün bir toplumsal eylemlilik biçimi olarak sahada olmayabilir; ama öne çıkardığı temalar ne zaman gündeme gelse bunların bütününün toplumsal taşıyıcısı olarak akla tek başına kendisi gelmektedir. Zira Gezi; öncesinde toplumsal hareketler ve sol siyasi oluşumlar tarafından vurgulanan rahatsızlık ve talepleri tek bir hareket içerisinde eklemleyip bütünleştirerek bunları ülkenin bütününü etkileyen bir toplumsal güce dönüştürmeyi başaran son 20 yıldaki tek hareketti. Ayrıca, Gezi direnişine yol açan rahatsızlıkların son 10 sene içerisinde gittikçe daha da ağırlaşması ve alenileşmesi ona tarihsel bir haklılık kazandırdı. Bunun yanında onu aynı zamanda bahsettiğimiz değerler üzerinden politikleşmiş bir insan kitlesi olarak düşündüğümüzde, tüm bu rahatsızlık ve temaları kamusal alanda en etkin ve yaratıcı bir şekilde dolaşıma sokarak gündemleştiren bir toplumsal güç olarak niteliksel bir ağırlığa sahip olmaya devam etti. Öyle ki, bugün muhalefet sahnesindeki aktörlerin kendi siyasal çıkışlarını ülkenin bütününün bir gündemi haline getirebilmeleri ancak Gezi’de somutlaşan temalarla ilişkisi kurulduğunda ve bu gündem bu temaları sahiplenen insanlar tarafından taşınabildiğinde mümkün olabiliyor. Muhalefet sahnesindeki en sağ aktörler bile bu yüzden politik çıkışlarını bu değerleri sahiplenenler tarafından taşınabilir, işlenebilir bir dil içerisinde aktarmaya çalışıyorlar. Bu haliyle Gezi’nin değerleri ve bunları sahiplenenler AKP’ye muhalefet eden herhangi bir siyasal oluşum için bir “kaldıraç” gibi işliyor.

GEZİYİ SAĞDA SOĞURMA ÇABASI

Gezi, yalnızca muhalefet sahasına girişin ve orada varlık göstermenin önkoşullarını şekillendirmek yanında aynı zamanda bu sahadaki “mücadelenin” de bir konusu aslında. Gezi tarafından aşağıdan “sınırlandırılan” muhalefet sahnesindeki aktörler aynı zamanda onun değer ve temalarını kendi hedef ve projeleri içerisine soğurma mücadelesini de veriyorlar. Kimisi Gezi’de billurlaşan adalet arayışını ve otoriteryanizm karşıtlığını “yakalayarak” piyasacı yeni bir liberal restorasyon projesi içerisine, kimisi onda açığa vurulan laikliğe ve cumhuriyete yönelik kaygıları göçmen karşıtlığı ya da “bölünme tehdidi” üzerinden işleyerek yeni bir güvenlik konseptinin inşasını içeren Türkçü-milliyetçi bir kulvara eklemlemeye çalışıyor. Böyle bir “soğurmanın” başarıya ulaşması Gezi’de somutlanan ve toplumsal alanda yaygınlığını sürdüren tema ve özlemlerin yeni bir müesses nizam içerisinde eriyerek buharlaşması ve bu özlemlerin eşitlikçi ve özgürlükçü bir toplum arayışına ve barışa açılan damarlarının tıkanması anlamına gelecektir. Gezi’nin gerçek sonunu getirecek olan budur.

MUHALEFET SAHASINDA SOL

Tüm bu tablo aslında sol siyasetin önümüzdeki döneme nasıl müdahale edebileceğinin de ipuçlarını veriyor: Muhalefet sahasının “kıyısında” kalarak Gezi’de cisimleşen değerlerin ve taleplerin sağ projeler içerisinde soğurularak erimesini dışarıdan seyretmek mi yoksa muhalefet sahasında güçlü bir şekilde yer alıp bu değerlerin temsiliyetini kazanmak, kriz içindeki kapitalizme karşı mücadelenin bir konusu haline getirmek ve bu değerlerin belirlediği kırmızı çizgiler üzerinden ülkenin geleceğine müdahale etmeye çalışmak mı? Birincisinin solun kendi kabuğuna çekilmesi ile nihayetleneceği açık. İkincisinin ise solu gerçek bir toplumsal güç ve alternatif olarak sonraki dönemin hem “bozucu” hem de kurucu öznesi haline getirme ihtimali bulunuyor.


Cenk Saraçoğlu Kimdir?

1979 yılinda Tokat’ta doğdu. Bilkent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünde lisans derecesini tamamladıktan sonra, 2008 yılında Kanada’daki University of Western Ontario’dan sosyoloji alanında yüksek lisans ve doktora derecesini aldı. 2008-2012 yılları arasında ODTÜ Kuzey Kıbrıs Kampüsü’nde, 2012- 2013 arasında ise Başkent Üniversitesi’nde öğretim üyeliği yapmıştır. 2013 Aralık ayından itibaren Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde çalışmaktadır. Praksis dergisi yayın kurulu üyesidir.