YAZARLAR

Mesele festival değil, hâlâ anlamadın mı?

Cumhuriyet’in 100. yılında yüz yıllık temeller çatırdarken festivallere gidebilmek, yerli-yabancı şarkıcıları ve grupları sahnede görebilmek elbette çok kıymetli ama farkında olmadan “amaç” sadece bu olmaya başladı. Oysa festivaller, insanca ve özgürce yaşanacak bir hayatın sayısız “araç”larından biridir sadece. Normal bir ülkede ve toplumda, eğer su kıyısında bir şehirdeyseniz mesela, sahilde bir yürüyüşe çıkmak kadar doğaldır bir festivale gitmek.

"Vita brevis breviter in brevi finietur,
Mors venit velociter quae neminem veretur,
Omnia mors perimit et nulli miseretur.
Ad mortem festinamus peccare desistamus.

Kısacık bir ömür kısa sürede biter,
Ölüm kimsenin korkmadığı bir hızla gelir,
Ölüm her şeyi yok eder ve hiçbirini bağışlamaz.
Ölüm acelesi içinde günah işlemeyi bırakalım."

***

Yukarıdaki dörtlük 14. Yüzyıl’ın sonlarında veya 1399’da yazıldığı düşünülen Ad Mortem Festinamus (Ölüme Acele Ediyoruz) adlı bir Orta Çağ şarkısından. Latinceden Türkçeye çevirisi de Google üzerinden. Şarkının farklı yaklaşımlar ve enstrümanlarla çalınmış yorumlarını dinlediğinizde ölüm ve günahtan değil çiçek ve böcekten bahsettiğini hissettirse de günümüzde çok duyduğumuz ve okuduğumuz “müzik şifadır” ile kısmen tezat içinde, kısmen de örtüşüyor. Şarkının ortaya çıkışından tam 1000 yıl önce doğan Sokrates’in “müzik ruhun gıdasıdır” sözüyle biraz daha uyumlu sanki; müzik ruhu iyileştirdiği kadar onulmaz yaralar da açacak kadar kuvvetli, gıda zehirlenmesi yaşanabildiği gibi ruh zehirlenmesi de yaşatabilecek bir şey. İyi müzik dinleye dinleye yeşerebilindiği gibi niteliksiz şeyler dinleye dinleye çürünebilir.

Günümüzde ve ülkemizde ikincisi, yani çürüme, daha hâkim görünüyor. Başka birçok alanda ve şeyde olduğu gibi. Şaşırtıcı değil; eşitlik, özgürlük, kardeşlik, adalet, sevgi, hoşgörü ve barıştan yana ruhları çöp tenekesine çevirmeye programlı muktedir tahakkümü tıkır tıkır işliyor, işledikçe yüreklerimizi dişliyor. Bu programın başına buyruk eylemlerinden ve vurdumduymaz söylemlerinden cesaret alan birtakım “oluşum”lar seçimden önce tek tük etkinliklerde çıkardıkları sesleri konsolide etmeye ve sesi açmaya başladılar. Geçtiğimiz günlerde, içinde herhangi bir sanatçıyı ve/ya festivali hedef göstermeden “festivallerin iptal edilmesi” çağrısında bulunan Balıkesir Sivil Toplum Platformu gündemdeydi. Kurucuları arasında ve Yüksek İstişare Kurulu’nda Bilal Erdoğan’ın bulunduğu TÜGVA, MÜSİAD, İHH, AGD gibi toplam 25 kuruluşun ortak bildirisine internetten rahatça ulaşabilirsiniz. Sadece başlığını (“Festivallerde Yapılan Yanlışlara ‘Dur’ Diyelim!”) okuduğunuzda canlı müzik ve festival işlerinin doğru ve düzgün yapılmasına yönelik sektörel bir çağrı gibi görünen bu bildiride yer alan koyu renkli ve kalın puntolu kısımları aynen paylaşıyorum: “[Festivaller] (…) gençlerimizi gayri ahlaki haram ilişkilere, sarhoş edici içki ve madde kullanımına, isyan ve başkaldırıya yönlendirmektedir. [Ülkemizin] (…) zorluklarla mücadele ettiği bu zorlu günlerde, bu gibi faaliyetlere son verilmelidir (…) sınır tanımaz kutlama şekillerinin teşvik edilmesini doğru bulmuyoruz. (…) Bu gibi festivallerin iptal edilmesini (…) gençlerin ahlakını bozucu davranışların engellenmesi şeklindeki adımların bir an evvel atılmasını talep ediyoruz."

Bu çağdışı metin ve bildiri üzerinde analiz yapmak gereksiz. Neyin ne olduğu ve ne eylenmeye çalışıldığı aşikâr. Önemli olan, eğer aceleyle koşulan ölüm geciktirilecekse veya ölümcül hasta mucizevi şekilde iyileşecekse artık söylem ve eylemin değişmesi gerektiğidir. Gittikçe gettolaştırılan, sıkışa sıkışa yerleri iyice daraltılan toplum kesimlerinin ve bu bildiride “korunmaya” çalışılan gençliğin taleplerinin artık farklı olması zaruridir. Cumhuriyet’in 100. yılında yüz yıllık temeller çatırdarken festivallere gidebilmek, yerli-yabancı şarkıcıları ve grupları sahnede görebilmek elbette çok kıymetli ama farkında olmadan “amaç” sadece bu olmaya başladı. Oysa festivaller, insanca ve özgürce yaşanacak bir hayatın sayısız “araç”larından biridir sadece. Normal bir ülkede ve toplumda, eğer su kıyısında bir şehirdeyseniz mesela, sahilde bir yürüyüşe çıkmak kadar doğaldır bir festivale gitmek. Festivallerle, konserlerle uğraştıkça festivalleri, konserleri konuşup onları savunmak zorunda bırakıp, konuşuldukça da dikkati bunun üzerine çekip konser ve festivali ucubeleştirmek kusursuz işleyen bir taktik. “Konserlerimizi, festivallerimizi rahat bırakın” çağrılarıyla bunları gettolaştırmanın önüne geçilemediği gibi aksine iyice hedefe konmuş olunuyor. Konuyla ilgili hiçbir fikri olmayan yobazın korkağın oralarda türlü günahlar işlendiğine, şeytanın müziğine tapıldığına dair kanaatinin oluşması hızlanıyor ve yaygınlaşıyor. Peki, hal böyleyken ne yapılabilir, ne yapılmalı?

VEBADAYIZ, ÖLÜMÜN GÖLGESİNDE

Seçimlerden sonra toplumun büyük bir kesimi gittikçe vahimleşen ekonomik krizle birlikte seyreden varoluşsal bir buhranın içinde buldu kendini. İnsanın çaresizlik hissiyle kendi kaderini tayin etmekten aciz olduğunu fark etmesi kolay kolay başa çıkılabilecek bir durum değil. Temmuz itibariyle üzerimize çöken korkunç sıcaklarla birlikte içine hapsolduğumuz psikolojik durum bana Albert Camus’nün Veba romanını hatırlatıyor. Romanda Fransız sömürgesi Cezayir’in Oran isimli sahil kentinde yaşanan veba salgınıyla günden güne toplumun ve bireylerin nasıl parçalanmaya başladığı, bir an olsun soluk aldırmayan amansız sıcaklarla beraber vebalı cesetlerin ve hayatta kalanların birlikte çürümeleri işleniyor. Her geçen gün artan sıcaklık ve ölüm sayıları, azalan umutlar ile su ve gıda stoklarına paralel seyrediyor. Karakterler sıkıştıkça sıkışıyor, sevgiler ve sevgililer gittikçe uzaklaşıyor, günler geçtikçe bedbin bir kabullenişle girizgahtaki şarkıdaki gibi ölümü bekler hale geliyorlar.

Toplumun milliyetçi/muhafazakar/dindar/dinci ve genellikle yoksul aynı zamanda yoksun kesimi için zaten birileri hayatta ve başta olmaya devam ettiği sürece bir probleme mahal varmış gibi görünmüyor, dolayısıyla sıcaklar vız gelir, vebalar tırıs gider. Özgürlüklerinin kıymetini bilen ve talep eden, kendi kaderini tayin etmeye alışık ve eğilimli bütün kesimlerse bunlara zıt duyguların paydaşı. Bir şeylerin, hem de büyük bir hızla, elden gittiğinin -nihayet- farkındalar. Toplumun orta halli ve en geniş kesimi maddi olarak bu boyutta bir ekonomik baskıyı kaldıramayacağından kısa zaman içerisinde çok zayıflayacak gibi görünüyor. Oysa sağlıklı bir toplumun hem psikolojik hem ekonomik anlamda başlıca dayanağı sağlam bir orta sınıftır. Toplumun sayısal olarak çok az ama nüfuz bakımından yakın geçmişe kadar çok etkili olmuş varlıklı kesimleriyse sıcağın farkındalar muhtemelen ama en azından şimdilik Ege ve Akdeniz’in “serin” sularında biraz ferahlayabiliyorlar. Bodrum-Çeşme-Adalar çokgenleri arasındaki seyahat ve sefahatleri bittikten sonra sonbaharla birlikte vebanın da farkına varacaklardır muhtemelen. Ama çoğunun B-C-D planları itibariyle panzehirleri cepte olduğundan çok da şey etmeyebilirler; festivale konsere yurt dışında da gidilebiliyor ne de olsa.

Konser organizatörlerinin, mekân ve festival programcılarının da biraz sağduyulu olmasında fayda var. Arz-talep dinamiklerine yeterince önem vermeden, iyi ilişkilerde oldukları konser satış yetkililerinden bir heyecan bir gaz “satın” aldıkları sanatçıların konserlerine atlarken hesap-kitabı daha dikkatli yapmalılar, zira bu krizde, bu kurlarla daha önce zaten buraya gelmiş ve çalmış bazı isimlere o umdukları talep muhtemelen artık yok. Haziran ve temmuz ayı içerisinde art arda yaşanan konser iptallerinin nedenleri sadece lojistik ve sağlık tabanlı olmasa gerek diye düşündürtüyor. Ayrıca, yerli programlamada statükonun Ajdacı Yıldızcı topçu popçu ama hep kullanışlı taleplerine hizmet götürmekten ziyade kültür-sanat üzerinden bir şeyleri etkileme iddiasındaki organizatörlerinse festivallerine kimleri dahil ettiğine hassasiyet göstermesi lazım. Mesela, bir gün akım derken kokum diyen, ertesi gün muhtemelen ekmek kaygısıyla duygusallaşıp yanlış adamlarla helalleşen, yerel otoriteyle kucaklaşan, ertesi hafta önemli bir şeyler söyleyeyim derken sahneden ortaya açıkça bela okuyan kafası karışık şantöz Melek (Davarcı) Mosso gibi “sanatçıları” ezbere programlarına almadan önce ticaretten kısıp ilkeler lehine verilecek kararlar inanın kimseyi üzmez, ama o organizatörler kendilerine biçtikleri “sanat neferi” rolüne biraz olsun yakışır davranmış olurlar. Öte yandan o konser senin bu festival benim diye, festival ve konser bolluğundan ötürü yaşanan özgürlük sanrısı sanki seyircilerden daha ziyade sanatçıların ve canlı müzik paydaşlarına yarıyor. Bir de, bu sanrı sürdükçe gençlerin geleceklerine dair hayatî taleplerini ıskaladıklarını, konser ve festivallerin gördüğü emzik işlevini fark eden muktedirlerin ekmeğine yağ sürüyor. Rock camiasının trajikomik anekdotlarından “rakçıya bi’ şişe viskiyi dayarsın, ne prodüksiyonu sorun eder ne de alamadığı parasını” şiarındaki gibi, “bunlara içkili festival ve konserini ver, gerisini unut ve boşver” yaklaşımına zemin hazırlıyor. Mesele festival değil, hâlâ anlamadın mı?

Yapılması gerektiğini düşündüğüm şeyi buraya açık seçik yazarsam başıma bir iş açılabileceğinden ancak şu kadarını diyebiliyorum: Araçla amacı, usulle esası karıştırmadan, hiç vakit kaybetmeden ve taviz vermeden, anayasanın tanıdığı, fakat istikrarla gasp edilmeye çalışılan hakları ve özgürlükleri en başta Twitter olmak üzere sosyal medyada aramanın beyhudeliği derhal idrak edilerek verilmesi gereken varoluş savaşına başlanmalıdır. Bu savaşın mahal ve zeminleri bellidir. Yakın geçmişimizdeki örnekleri hafızalarda tazedir. Sanatçıların konser ve festival sahnelerinden artık kendilerinin de inanmadığı açıkça hissedilen “umut” söylemleri yerine “eylem” çağrısında bulunmaları, etkileyebildikleri genç kitlelerin geleceği için daha faydalı olacaktır.

İnsanlık tarihinin ilk zamanlarından beri ölüme dair düşünceler tüm eserlerde bolca var. Aşk, nefret, mutluluk, mutsuzluk ve yaşamdan bahsedildiği kadar, belki de hepsinin toplamı kadar bahsediliyor ölümden, zira her yol Roma’ya çıksa da ölümde bitiyor. Ama ölümü düşünmek ölmeyi düşünmekle aynı şey değil. Aksine; ölümü düşünmek aslında hayatı düşünmek. O nedenle, elimizden (ç)alınan insanca hayat ihtimalini yeniden yakalamak için gölgesinde her geçen gün ölüme yaklaştırıldığımız bu vebayı defetmeye mecburuz.


Can Sertoğlu Kimdir?

1975 yılında İstanbul’da doğdu. Alman Lisesi’nden mezuniyetinin ardından The University of Texas at Austin’de Radyo-Televizyon-Sinema ve Ekonomi alanlarında çift lisans aldı. 1998’de New York’ta önce Right Track Recording kayıt stüdyosunda, ardından Atlantic Records’da prodüktör Arif Mardin’le birlikte çalışmaya başladı ve şirketin A&R departmanında görev yaptı. Bu dönemde Tori Amos, Stone Temple Pilots, Led Zeppelin, Jewel, Kid Rock, The Darkness, Matchbox Twenty, Craig David gibi sanatçı ve gruplarla çalıştı. Aynı zamanda Brooklynli kült grup World/Inferno Friendship Society’nin menajerliğini üstlendi. 2005 yılında Mor ve Ötesi’nin menajerliğini üstlenmek üzere Türkiye’ye döndü. 2015’e kadar grubun üyeleriyle birlikte kurduğu Rakun Müzik’in Genel Müdürü olarak birçok albümün yapımcılığını yürüttükten sonra 2015-2018 yılları arasında Doğuş Grubu’nun dijital platformu Puhu TV’nin kurucu ekibinde İçerik Direktörü olarak görev aldı. 2019’da kurduğu Ferment Records ile müzik yapımcılığına ve More Management etiketiyle 2005’ten beri sanatçı menajerliğine devam etmektedir. Yakın zamanda tekrar New York’ta yaşamaya başlamıştır.