YAZARLAR

Merve Dizdar'ın tebrik edilesi yanı

Biz kutuplaştırıcı ve ötekileştirici söylemlerin öznesi değildik. Biz çiçek de değildik. Başkalarının bizden siyasi beklentilerinin nesnesi, toksik erkekliklerinin hedefi hiç değildik. Hayatlarımızı, başarılarımızı, başarısızlıklarımızı, hedeflerimizi, var oluşumuzu, kendimizi var edişimizi, eksiklerimizi, fazlalarımızı, gözyaşlarımızı ve alın terimizi ilmek ilmek dokuyan kadınlardık biz.  

Cehennemin en karanlık köşeleri, ahlaki değerlerin yerle bir edildiği zamanlarda tarafsız kalıp susanlara ayrılmıştır.”

Dante Alighieri, Cehennem, 3. Kanto

 

Birlikte kilometrelerce yürüdük. Hak, hukuk ve adalet temelli ortak bir hayal kurduk. Bir başka yaşam olasılığını, bir başka olanaklar serisini aradık.

İncinmiş seslerimizi, körelmiş nefeslerimizi, hakarete uğramış bedenlerimizi, biat etmediği için düşmanlaştırılmış fikirlerimizi, oy pusulasında ismi silinerek “diğer aday”a indirgenen varlığımızı, montaj videolar ve iftiralarla ket vurulmaya çalışan mücadele azmimizi yeniden canlandırıp birleşmeyi, birleşerek kazanmayı, kazandıkça birleşmeyi, aynı masada kırmadan dökmeden oturmayı, kısacası “biz” olmayı öğrendik.

Alternatif toplumsallıklar geliştirdik; beraber yaşama deneyimini zenginleştirdik. Bir nevi, “burası bizi öldürmek ve yok saymak isteyenlerin değil, burası hepimizin ülkesi” dedik.

Seramiklerin kırılmış “ayıplı” yerlerini gümüş veya altınla birleştirerek yeniden bir araya getiren, o kısımları yaldızlarla adeta parlatan Japon kintsugi sanatını icra eder gibiydik. Yaşama, mücadeleye, etkin muhalefete ikinci bir şans tanıdık. Kendimizle yüzleştik, gerektiğinde helalleştik.

Bu dönüştürücü deneyim içerisinde “varız ve buradayız” dedik, sakınmadan, gizlenmeden... Hayatı kutladık. Charles Dickens’i hep anarcasına, “zamanların hem en iyisi, hem de en kötüsüydü” çünkü adil ve özgür olmayan bir süreçti.

Ama karamsarlığa kapılmadık. 109 yaşında değerli Sümerolog ve tarihçi Muazzez İlmiye Çığ, nam-ı diğer “Muazzam Muazzez”, pembe şapkası ve şık kıyafetini üzerine geçirip, o zarif tebessümüyle gitti ve oyunu kullandı.

103 yaşındaki siyaset ve iletişim bilimci, “hocaların hocası” Nermin Abadan Unat, günler öncesinden seçmenleri oy vermeye ve sandıkları korumaya davet etti ve gençlere taş çıkartan şıklığıyla, kot ceketini geçirip erken saatlerde sandığa gitti.

Pazar akşamı ekranlara yansıyan sonuçlara biraz hüzünle ama yine de mücadeleci ruhumuzu güçlendirerek baktık ve gördük ki bu güzel ülkede yaşayan iki insandan biri aslında bizim gibi. Bunun, büyük bir direncin ifadesi olduğunu gördük. Ve bu iki insandan biri çok kararlı, hak ve adalet arama mücadelesinden vazgeçmeyecek. Çünkü değişimin ayrıştıra ayrıştıra değil, birleşe birleşe olabileceği yönünde bilinçlendi.

Seçimlerden tam bir gün önce ise, 76. Cannes Film Festivali’nde En İyi Kadın Oyuncu ödülünü alan Merve Dizdar’ın ödül konuşmasındaki o cümle işledi içimize adeta: “Türkiye’de hak ettiği güzel günleri yaşamayı bekleyen tüm mücadeleci ruhlar” olduk.

Vaktinde, ödülünü “yalnız ve güzel ülkesine” ithaf eden Nuri Bilge Ceylan’ın filminde kendini bir kez daha gerçekleştiren ve güzel günleri bekleyen Dizdar’ın boğazında düğümlenen ve ağlamamak için mücadele eden o hıçkırık olduk.

Kaderine boyun eğmeyen kadınlara yaptığı ithaf üzerinden bile kutuplaşan, herkesin gururlandığı bir tablo karşısında kendisine “ezik” diyebilen, onu “yeterince milli” bulmayan ve yılan gibi üstüne tıslayarak gelen, itibar suikastından medet uman kindar kesimlerin olduğu bir toplumda, toplumsal cinsiyet eşitliğini hiçe sayan tüm kadın düşmanlarından şikayetçi ve alacaklı olduğumuzu anımsadık o kritik eşikte...

Çünkü biz kutuplaştırıcı ve ötekileştirici söylemlerin öznesi değildik. Biz çiçek de değildik. Başkalarının bizden siyasi beklentilerinin nesnesi, toksik erkekliklerinin hedefi hiç değildik. Hayatlarımızı, başarılarımızı, başarısızlıklarımızı, hedeflerimizi, var oluşumuzu, kendimizi var edişimizi, eksiklerimizi, fazlalarımızı, gözyaşlarımızı ve alın terimizi ilmek ilmek dokuyan kadınlardık biz.  

Sandıklara giderken, o mücadeleci ruhumuzun bir köşesinde bu kırılganlık ve ona eşlik eden “bu topraklarda kadın olmanın zorluğu” yer etti. Külçe gibi ağırlığıyla... Ama bir yandan da, kadınıyla erkeğiyle, bizi Cannes’da en güçlü şekilde temsil eden bir yönetmen ve onun başarılı filminin ödül alan kadın sanatçısının verdiği gururu taşıdık.

Kendi ana dilinde gramer hatalarıyla dolu, anlatım bozukluğundan geçilmeyen, gururlanmak yerine hakaret ve hedef gösterme amaçlı tweetlerine karşı aklımızla, sağduyumuzla, dayanışma ruhumuzla durduk. Çünkü Merve Dizdar’ın o samimi gülüşü hep zihnimizde ışıldadı. Konunun "Fransa'nın yıllarca işgal ettiği Cezayir" ile hiç alakası da yoktu.

Ülkesini şikayet etmeyen, Batı’nın “ezik kölesi” olmak şöyle dursun, Batı’nın en prestijli ödüllerden birini alırken aynı anda ülkesinde gurur duyduğu ve parçası olduğu mücadeleci ruhlara selam gönderen bir yürekle aynı safta yer aldık.

Onları birey olarak görmeyen, “kadın narindir, naziktir, çalışmak zorunda bırakılmasın” diyen, “kadınları sahiplendirmekten” bahseden, kız çocuklarında “rıza” arayan, kültürel aydınlanmanın yönünü değiştirmek için elinden geleni yapan, Netflix dizilerinin veya uçaklarda gösterilen filmlerin içeriklerine bile karışan, ama yine de kültürel iktidarını kuramayan bir Orta Çağ zihniyetine karşı dayanışmayı güçlendirdik ve fire vermeden güçlendirmeye devam edeceğiz.

Cumhuriyet değerlerini en güzel şekliyle temsil eden ve ABD’de yaşamasına rağmen Türkiye ile demokratik tüm bağlarını koruyan, aktif yurttaş ve aktif şef Nisan Ak’ın seçim sonrası mesajından güç bulduk: “Biz yurt içinde ve dışında ne olursa olsun yolumuza devam eden kadınlarız ve bizim kaderimiz olamayacaksınız” dedi Nisan.  

Ama bir yandan da şu “tuhaf” soruyu kendimize sorar olduk: Merve Dizdar’ı, ülkenin kültür-sanat alanındaki karar alıcıları ve diğer yetkililer neden kutlamadı ve üstelik “tebrik edilesi bir yanı yoktur” diyerek neden kendilerince “son noktayı” koydular?

Neden “öteki” olarak konumlandırdıklarımızın başarılarını paylaşamıyoruz?

Neden başarıda bile “ben” ve “öteki” ayrımına gidiyoruz?

Duygudaşlığı bu kutuplaşma ortamına neden böylesine teslim ettik? Artık bu yoldan dönüş yok mu?

Ve en önemlisi, neden dur durak bilmeksizin “toplumsal bir savaş" halindeyiz?

Toplulukların “kolektif ruhları”nın derinliklerinde nedenlerini aramanın gerektiğini düşündüğüm bu tür sorularda görüşlerine sık sık başvurduğum psikiyatrist Agah Aydın, “Bebekler iyideki kötüye, kötüdeki iyiye katlanamaz ve iyiyi yutar, kötüyü tükürürler,” diye açıklıyor bu durumu ve şu şekilde devam ediyor:

Zamanla her istediğinde ‘meme veren iyi anne’ ile vermeyen ‘kötü anne’nin aynı kişi olduğunu kavrarlar. Yani, hepimiz için başlangıçta haset vardı. Hem de bizi besleyen anamıza, sırf bende olmayan onda var diye… Psikanalist Melanie Klein’e göre insanlaşma sürecindeki ‘ölümcül kavşak’ budur. Bu kavşağı geçebilenlerin hasedi sırasıyla açgözlülüğe, sonra kıskançlığa ve en nihayetinde olgunluğa kavuşur. Her insanın kendine ve diğerlerine dair iyi ve kötü temsilleri vardır. Ancak iyideki kötüye ve kötüdeki iyiye katlanabilenler dünyayla barışık yaşayabilir. Her istediğimizde bize süt vermese de süt verdiği zamanlar için anasına şükran duyabilenler olgunlaşmış demektir.”

Kendi içindeki kötüye katlanamayanların, bunu tükürmek zorunda hissettiklerine dikkat çekiyor Agah Aydın. Ona göre, aklına kötü söz geldiğinde tükürenlerle değil, yutkunanlarla iyi ilişkiler kurulabilir:

İyiyi övmek, değer vermek onu çoğaltmanın tek yoludur. Beğenilmek insanın hem zaafı, hem de en güçlü yanıdır. İyiyi, doğruyu övünce hayat güzelleşir. İnsan kötücül bir varlık. Kötülüğünü itiraf ettikçe iyileşir, insanlaşır. Başka deyişle kötülük bizim içimizde. Tükürdükçe değil, itiraf ettikçe olgunlaşırız.”

Merve Dizdar’ın başarısı üzerinden yaşanan kutuplaşmaya dair Agah Aydın’ın şu tespiti de oldukça önemli: “Aklı başında her insan başkalarına nasıl katlanırım diye düşünür. Olgunlaşmış karakterler ise başkaları benimle yaşarken nelere katlanıyor diye düşünür. Güzel yaşamanın bin bir türlü yolu var. Ancak, en güzeli olgun insanlarla yaşamak.”

Sırf kadın kadına değil, kadının değerini gören ve ona eşit bir birey olarak yaklaşan erkeklerle “olgun ve medeni” bir dayanışma içerisinde daha fazla üretmeye, daha fazla dayanışmaya ve daha nice kutlamalara vermemiz gerekiyor artık enerjimizi. Çünkü son seçimlerde de gördük ki her şey bu dayanışma sayesinde güçlendi ve daha da güçlenecek...

İstanbul Üniversitesi’nden iktisat profesörü ve aynı zamanda kadının insan hakları konusunda farkındalığı oldukça yüksek bir aydın olan Zahide Ayyıldız Onaran hocamızın bana hep güç veren bir öğüdü vardır: “Azınlık değiliz, 'AZ' hiç değiliz.”

Tıpkı Nuri Bilge Ceylan’ın 2018 yılı yapımı filmi Ahlat Ağacı’ndaki o efsane replik gibi: “Sonuçta hepimiz birbirimize görünmez iplerle bağlı değil miyiz? Buna ister kader diyelim, ister nedensellik.” Bu nedenselliği, pazar günkü seçimlerin ardından, kadın-erkek dayanışmasıyla taçlandıracağımız ve karanlığı bu şekilde deleceğimiz bir döneme açıldı kapılarımız.

Mücadeleden vazgeçmeyeceğiz. Çünkü o iki insandan biri biziz. Ve biliyoruz ki kazanacağız.


Menekşe Tokyay Kimdir?

Uluslararası ilişkiler alanında Galatasaray Üniversitesi'nde lisans, Avrupa Birliği bölgesel politikaları alanında Belçika Katolik Louvain Üniversitesi'nde yüksek lisans eğitimini tamamlayan ve Avrupa Birliği siyaseti alanında Marmara Üniversitesi Avrupa Birliği Enstitüsü'nden doktora derecesi olan Tokyay, 2010 yılından beri ulusal ve uluslararası haber ajansları için röportaj ve analizler yaptı. Uzmanlık alanları arasında AB siyaseti, Orta Doğu, çocuk hakları ve sosyal politikalar yer almaktadır. Kendisi Fransızca ve İngilizceden birçok kitabı Türkçeye kazandırdı. Aynı zamanda aylık klasik müzik dergisi Andante’de köşe yazarı olan Tokyay, bir yandan da sanat alanında önde gelen isimlerle ve müzik alanında üstün yetenekli çocuk ve gençlerle ses getiren söyleşi dizileri gerçekleştirdi.