Marksizm ve siyaset üzerine-3

"Tarihin hep ileriye doğru dönen tekerleğinin" bizi sosyalizme falan götüreceği yok, bu kaba determinist, ilerlemeci, teleolojik tarih anlayışı çocuklar için peri masalı olabilir ancak. "İnsanlar verili şartlar altında kendi tarihlerini kendileri yaparlar"; başarabilirsek sosyalizme doğru gideceğiz, başaramazsak pekâlâ barbarlığa, hatta yokoluşa sürüklenebilir dünya.

Google Haberlere Abone ol

Nabi Kımran

Peki sektlerimizin duvarlarını yıkıp nasıl kucaklayacağız "dünyayı"?

Birkaç nirengi noktasını işaretleyip, tartışmanın kapısını aralayalım; devamı kolektif bir emek süreciyle getirilebilir ancak, bu makalenin de benim de boyumu aşar.

Bugün mızrak çuvala sığmaz hale geldi ve hepimiz biraz çevreci, biraz feminist, dinsel, kültürel, ulusal, cinsel topluluklara duyarlı hale geldik. Bir şeyin farkına herkesle birlikte varıyorsanız teoriniz yok demektir; ya da C. Soyer'in deyimiyle, Marksist olmanıza rağmen Marksizmi dünyayı anlama-değiştirmede işlevlendirememektesinizdir. Ve teorik bir temelden yoksun politik açılım gayretleriniz, hadi pragmatik ya da modaya uyan bir sürüklenmedir demeyelim de, en iyi ihtimalle eklektizmden kurtulamaz, iğreti kaçar.

SENTEZLER VE 'YENİDEN İNŞA'

Örneğin tutarlı bir ekolojist olabilmeniz ya da Marksizmiminizin ekolojiyi sistemik bünyesine katabilen bir zenginliğe sahip olabilmesi için, felsefi/teorik olarak "insan merkezli evren" paradigmasından kopmanız gerekir. Küçük-büyük sektlere hapsolan ana akım Marksizm bu işlerin yanına bile yaklaşmadı yüz yıl boyunca, yaklaşanları da ya görmezden geldi ya da zındık ilan ederek dışladı. Örneğin Frankfurt Okulu'nun, Horkheimer, Adorno ve W. Benjamin'in Aydınlanma eleştirileri, insan merkezli evren tasarımından neşet eden (burjuva) ilerlemeciliğe esaslı bir darbe indirir. Onların açtığı kapıdan girildiğinde, insan merkezli evren tasarımından, "evrenin, onunla uyumlu parçası olan insan" teorik/felsefi kavrayışına ulaşmak bir adımlık mesafedir. Örneğin SSCB'nin milli/sekt Marksizmi bu anlayışı içerseydi, "kapitalizmle yarışıp geçme" ilerlemeciliğiyle Aral Gölü'nü kurutmaya kalkmaz (bu arada geçmeye çalıştığına benzemeye başlamaz) ya da bu bilinci içselleştirmiş Sovyet halkları tarafından durdurulurdu. (Tabii bunun için sosyalist demokrasi, halkın tutmunun bir hükmünün olması gibi şeyler de gerekir, geçelim.) Bizim "araziye uyan" eklektik bir çevreciliğe değil, Marksizmin metodolojik temeli üzerinde yükselen ve komünist ütopyamızdan beslenen sağlam bir kavrayışa ihitiyacımız var; buna (her konuda) sahip olursak teorik-politik-örgütsel olarak "dünyayı" daha bir derinden kucaklayabilir, bereketli nehirler gibi akabiliriz. Biz ekoloji diyelim, siz ezilen cinse ve diğer alanlara genişletin meseleyi; Marksizmin felsefi-metodolojik temeli, içindeki her şeyle birlikte "dünyaya açılmaya", tüm sorun ve imkanları komünizm perspektifiyle "işleyip-içermeye" müsaittir; (teorik-politik-örgütsel-milli) sektlere hapsolan Marksistlerin yap(a)madığı şey işte tam da budur!

Marksizm, tarihinin değişik evrelerinde yeni girdilerle beslenen sentezlerle "yeniden inşa" edilmiştir, Lenin bu yeniden inşanın en parlak uğrağıdır.

O güne dek bilinen dünyanın berhava olduğu 1915 kavşağında, Lenin'in işi gücü bırakıp Hegel çalıştığını; felsefe, diyalektik, metodoloji sorunlarına yoğunlaştığını görüyoruz. Bizim dar pratikçi geleneklerimize "aydın fantezisi" olarak görünecek bu iş -öyle ya, dünya yıkılıyor adam felsefeyle uğraşıyor!- tam da devrimci eylemin sağlam temellerde inşasının ilk adımıdır. "Bilinen dünya" yıkılmışsa, yıkılanın ve yeni olanın verilerini önünüze çekip, tüm bu "materyali" devrim ve komünizm görüş açısıyla işlemek zorundasınızdır. Peki hangi "aletle"? Diyalektikle ya da devrimin diyalektiğiyle. Buradan baktığınızda Lenin'in işi gücü bırakıp öncelikle diyalektik çalışması yerli yerine oturur. Çünkü zihninizi, diyalektik bakışınızı bileyerek; yıkılan, altüst olan bir dünyayı verili durumun gerçekleri ışığında (Marksist açıdan) yeniden tanımlamak, bu teorik uğraştan devrimin strateji taktiklerini (politik alanı) çıkarmak, örgüt ve kadro yapınızı yeni duruma uyarlamak zorundasınızdır: Leninist praksis böylesi bir sistematik içinde şekillendi ve dünyayı yorumlamakla yetinmedi, değiştirdi de.

Bu iş için bazı hasletler gerekiyordu tabii: Zamanın Marksist "din ulularını" karşıya almak, kendi partisindekiler dahil "sol kamuoyu ne der" endişelerine metelik vermemek gibi. Aklını kullanmaktan korkmayan bir cesaret ve iradeye sahip olunmadan bu zorlu konularda tek bir adım bile atılamaz-dı.

Bugün Lenin'in tariflediğinden, hele sektlerimizin anladığından çok farklı olan bir dünyanın "materyalini" önümüze çekerek, neden Lenin'in açtığı yoldan ilerleyemiyoruz? Entelektüel kapasitelerimizin buna elverişli olup olmaması bir yana, biz her şeyden önce Lenin'in duruşundan, yeniyi inşa etme cesaretinden yoksunuz. Kilise babalarımızdan, "elalem ne der"den, belki de daha önemlisi ömür boyu ezber ettiğimiz amentülerimizden kopmaktan korkuyoruz.

Peki bu işi sektler başarabilir mi? Başaramaz. C. Soyer'in kavramları isabetlidir, kendisi ne der bilmiyorum ama, ben bu kavram setinin sektleri tanımladığını düşünüyorum. Sektlerin teorileri, politikaları, stratejileri olmaz. Kenar süsü, alameti farika olmak dışında Marksizmi hayata uygulamaları, eylem kılavuzu olarak değerlendirmeleri mümkün değildir. Sektlerin, "dükkanlarını çekip çevirmelerini" sağlayan özel grup ideolojileri, iç dilleri, işaretleri, jargonları olur. Sektler dünya ile alış-veriş içinde olamaz, dünyayı değiştiremezler; "dünya" onların kendilerini doğrulamaları için bir vesiledir, her şey kendilerini doğrulayıp-yüceltmeye yarayan araçsallıkla maluldür onların elinde: Sektin amacı kendisidir. Sektin önünde bir tek yol vardır; bir tür iç-devrimle sekt olmaktan çıkmak. Böyle bir şeyi başarılabilirlerse -neden olmasın?- kendileri/sekt olmaktan "kurtulacaklardır" zaten; aslında bunca enerjiye, fedakarlığa, geçip giden yıllara yakışan da budur ya, neyse...

DÜNYAYA AÇIK OLMAK

Marx, diyalektikle işlediği senteze girdi sağlayan "materyallerini" Adam Smith, Hegel ve ütopik sosyalistlerden aldı. Sentezin potasında işlenen bu materyaller hiç de girdikleri gibi çıkmadılar işlemden: Marksizm böyle doğdu. Lenin, Emperyalizm teorisini dayandırdığı materyali büyük oranda Hilferding'ten aldı vb.

Peki bugünün Marksistleri hangi birikimleri sentez potalarına alacaklar? Özel bir liste çıkaramayız, birkaç başlığı vurgulayabiliriz ancak. Ama önce bir not: Korkuyla, geleneğin tutucu yönlerine teslimiyetle yeni bir sentez çabasına girişilemez. Marx ve Lenin, liberal Hilferding'i, piyasacı Adam Smith'i, burjuva-devletçi Hegel'i sentez girdisi olarak alabiliyor da, bugünün Marksistleri hepsi de sol sahadan gelen kaynakları; Frankfurt Okulu'nu, W. Benjamin'i, R. Luxemburg'u, Gramsci'yi, H. Kıvılcımlı'yı, Murray Bookchin'in komünalizmini, Troçkist entelektüel mirasın katkılarını, Latin Amerika devrimci birikimlerini, anarşist hareketin bazı yönlerini, Kürt hareketinin teorik-pratik çabalarınının değerlendirilmesini, feminist ve ekolojist hareketin katkılarını vd. neden yeni dönem Marksist sentezinin potasında kaynatıp, komünizmin diyalektiğinin imbiğinden süzemiyorlar? Eklektik bir yamalı bohça mı çıkar bu karmaşık materyalden? Çıkmaz; yeter ki tüm bu materyali komünizmin diyalektiğinin süzgecinden geçirebilelim. Çünkü sentez bir üst üste yığma işlemi değil, eleştirel bir hazım faaliyetidir; onun tornasından geçen "materyaller", işlendikleri potadan girdikleri gibi çıkmazlar. Farklı materyallerin işlenmesi eklektisizm ise eğer, Marx ve Lenin ilk büyük "eklektikçilerimizdir".

Aslında tek tek başlıklar saymaktan çok, ilkesel bir tutumun altı çizilmeli: Dünyaya açık olmak, nereden geldiğine bakmaksızın önümüzde çıkan kayda değer her "materyali" ve entelektüel birikimi devrimci diyalektiğin işlem sahası olarak değerlendirmek prensipte benimsenmelidir.

Bu yönde yol alınırsa Marksizm yeniden "dünyayı kucaklayacak", belki de entelektüel etki alanını parlak zamanlarında olduğundan daha ötelere taşıyacaktır. Bu, "dünyayı değiştirme" yönünde büyük bir güç kaynağıdır aynı zamanda. Keza bugün parça pinçik hale gelen toplumsal muhalefet alanı Marksizm çatısı altında yeniden "büyük anlatısını", politik ve örgütsel temsiliyetini bulabilecektir. Gezi'nin ve dünyanın Gezilerinin renkliliğini, çeşitliliğini, özgürlük ve özgürleşme arayışını kucaklayabilmek öncelikle teorik-entellektüel planda böylesi bir açılım ve zenginleşmeyi gerektirir; bu türden bir yeni paradigmanın politik, örgütsel, stratejik sonuçlar üretmemesi zaten düşünülemez.

Peki ya işçi sınıfı neresinde bu işin? Merkezinde! İşçi sınıfının bilinci "dünyayı kucaklayan", dünyanın tüm meselelerine "karışan", kendi cephesinden çözümler üreten bir içeriğe sahip olabilirse sosyalist bilinç olabilir ancak. Bakışını salt kendine çevirdiği sürece işçi sınıfı en iyi durumda militan sendikalizme hapsolur, politikada burjuvazinin eklentisi olmaktan kurtulamaz, müttefiki emekçi ve ezilenlerle hiçbir bağ kuramaz. Komünist ütopya ve uygarlık idealinin sürükleyici gücü olamaz. Bu sorunlarla uğraşmak, bahse konu kaynaklardan beslenmek "radikal pasifistlere" göre "günah" olabilir -ki onlar da yenilgi garantisinden ötesini veremez işçi sınıfına- ; yeni sentezden doğacak devrimci Marksizm ise tercihen "günahkâr" olmalıdır; bilinmeyen yasaklı sulara yelken açılmadan yeni kıtalar keşfedilemez çünkü.

GEZİ VE MARKSİZM

Tartışmamızda merkezî bir yerde duran Gezi ile noktalayalım.

Gezi, farklılaşan dünyanın/Türkiye'nin rengârenk tablosunu sundu önümüze. Bunca farklı renk, dinamik vb.nin örgütlenmesi hiç de kolay değildir; pekâlâ parçalanmayı da besleyebilir, farklılıklardan beslenen bir zenginleşme ve güçlenmeyi de. "Öncüsüz" ve örgütsüz Gezi, bu haliyle bile güçlü ve ahenkli bir özgürlük korosu yaratabildi. Gezi'den köklenen ve Gezi'yi kucaklayabilecek olası siyasal-örgütsel formlar, bu renkli yapıyı tek-biçimli/standardize hale getirmeyi değil, bütün renkleriyle zengin ve zenginliğiyle güçlü ve mutlaka belli bir disipline-sistematiğe sahip kılmayı gözetmek durumundadır. Gezi kendi potansiyellerinden yeni siyasî özneler üretmezse eğer -ki geçen sekiz yıl bunun zayıf bir ihtimal olduğunu gösterdi- ; Gezi'yi belli bir forma kavuşturabilecek olanlar, bütün sorunlarına rağmen Marksistlerdir. Burada da şöyle bir denklem çıkıyor karşımıza: Marksistler kendi sekt duvarlarını yıkarak teorik-politik-örgütsel bir özgürleşme yaşamadan, Gezi'nin özgürlük arayışına yanıt olamazlar.

Gezi'yi ve Marksistleri ayrı kategoriler olarak ele alırsak, her ikisinin de potansiyelleri ve sınırları olduğunu görürüz.

Gezi panoramasına kuşbakışı baktığımızda, Avrupai tarzda bir burjuva demokrasisi özleminden, devrimci demokratizme uzanan baskın rengi görebiliriz; bu içten demokrasi ve özgürlük arayışı, tüm tutarlı demokratizmlerin sosyalizme açık ya da akraba olmasında görülebileceği gibi, sosyalizan bir renk de taşır. Gezi bunları istiyor, fakat elde edemezse ya da daha azına razı olmak "gerçekçi" bir seçenek olarak belirirse, CHP'nin vaat ettiği Kemalist restorasyona da "fit olabilir"; Gezi'nin büyük politik zayıflığı budur. Bu "umut" hep bir kenarda durduğundan, daha ilerisi için bir hamle yapmadı ya da yapamadı zaten. Hiçbir toplumsal hareket salt politik aktörlerin ona katacaklarıyla şekillenmez; hareketlerin kendi potansiyelleri, güçlü ve zayıf yönleri vardır. Örneğin 12 Mart 1971'de halk hareketi kesintiye uğradığında, eğer halk özgür ve sömürüsüz bir Türkiye için sert kavgalara girmeye hazır ve istekli olmasaydı 1974'ten itibaren yükselen mücadele mümkün olmaz, ileriye fırlayan devrimci örgütlerin arkası boş kalırdı. Yani o potansiyeli örgütler yaratmadı; varolan arayışın önce sözcüsü, sonra öncüsü oldular olabildikleri kadarıyla. Gezi'nin, ki artık Gezi tarzının demek gerekiyor, hem müthiş potansiyellerini hem de zayıflıklarını görmek; ve potansiyellerini işleyip geliştirerek, geriye çeken yönlerinin hareketi restarosyoncuların arabasına bağlamasını engellemek, devrimci politikanın önünde duran Gordion düğümüdür.

Devrimci politikanın kendi handikaplarını ise yazı boyunca işlemeye çalıştık, bir kez daha tekrarlayalım: Sektlerden özgürleşilmeden Gezi devrimcileştirilemez.

Bir futbol deyimiyle noktalayalım: Top yuvarlaktır, iyi oynayan kazanır. "Tarihin hep ileriye doğru dönen tekerleğinin" bizi sosyalizme falan götüreceği yok, bu kaba determinist, ilerlemeci, teleolojik tarih anlayışı çocuklar için peri masalı olabilir ancak. "İnsanlar verili şartlar altında kendi tarihlerini kendileri yaparlar"; başarabilirsek sosyalizme doğru gideceğiz, başaramazsak pekâlâ barbarlığa, hatta yokoluşa sürüklenebilir dünya. Ve başarmak için diğer her şey bir yana, başkalarının cehenneminde odun olup yanmaktansa, kendi koparacağımız kıyametten şafağımızı damıtabilmeliyiz.

Çünkü devrim, "tarihin tekerleğinin" bizi götüreceği mutlu son değil, "uçurumdan önceki son çıkışı bildiren alarm sirenidir".