YAZARLAR

Laiklik, Müslüman kalabilmenin de ön koşulu

Din adına yapılan siyasi ve hukuki baskılar din düşmanlığı yaratırken laik hukuk sistemi inanç özgürlüğü ile dindarların hayatını kolaylaştırabiliyor. Tabii ki siyasi ve dini otoriteler bunu bilmez değil ama onlar için otorite olarak kalmalarını sağlayacak, varoluşsal bir taktik baskıcı din politikası.

Bu hafta kişisel tarihimin önemli dönüm noktalarından Gazete Duvar maceram sekizinci yılına giriyor. Gazete Duvar yayın hayatına başlamasından bir hafta sonra bana da bir köşecik açıp siz değerli okurlarla buluşma fırsatı sundu. Her insan bir şeyler yazabilir ama kişiyi yazar yapan okurun teveccühü olur hep ve okurla buluşma şansı tabii. Bu nedenle kuruluşundan günümüze kadar değişen, değişmeyen tüm kadrolarıyla, tepeden tırnağa Gazete Duvar ekibine ve okuruna minnettarım. Yıllar boyu kaç Afganistan, İran, Türkiye odağında başörtüsü, din-devlet ilişkisi, kadın hakları gibi konuları laiklik bağlamında yazdım hatırlamıyorum bile. Bunca tekrara rağmen bir kere daha sabrınızı zorlamaya niyetliyim çünkü şartlar kaçış yolu bırakmıyor.

Tarihi ve kültürel bağlarla birbirine az çok benzeyen bu üç ülkenin siyasi yolculuğu hayli ayrışsa da modelleme yoluyla modernleşme süreçlerinde, sınırlı zaman için bile olsa, kesişme yaşandı. Evet Osmanlı modernleşmesi çok daha önce başlamış olmasına rağmen cumhuriyetin ilanı sonrası hızlandığı gibi Atatürk’ün güvenlik öngörüsüyle de yakınlaştı bu üç ülke. Aynı yıllarda modernleşmeci yeni yönetimlerin oluşması da hemen hemen eşzamanlıydı. Atatürk, İran Şahı Rıza Pehlevi ve Afganistan’da Emanullah Han, emperyalizme direnmenin yolunu Batı modernleşmesini modelleyerek ülkelerine taşımakta bulmuş liderlerdi. Tarihin farklı dönemlerinde ve farklı şekillerde defalarca yaşandığı gibi bu üç coğrafya Anadolu, İran ve Afgan toprakları 20’nci yüzyılın ilk çeyreği tamamlandıktan sonra, kısa süreliğine de olsa az çok benzer modernleşme çabasıyla dünyanın bu kısmında yeni bir eksen oluşturdu. Afganistan’da çok kısa ömürlü bir deneyim olarak kaldı. Şimdi eski fotoğraflarla Afgan kadınların rüyalarını süslüyor. İran’da yaklaşık 60 yıl devam etti. Türkiye ise 100’üncü yılında hala aynı yönde devam ediyor gibi de görünüyor bir yandan ama diğer yandan yolun sona erişini de düşündürüyor.

Bu üç ülkenin yakın tarihi, siyasal deneyimlerle modernleşme ve demokratikleşme yolculuğu arasındaki ilişkiyi çarpıcı bir şekilde göz önüne seriyor. Modelleme yöntemiyle modernleşme, modernleşmiş ülkelerden örnek alınan kurumlar ve kurallar yoluyla oluşturulan yapıyı işaret ediyor. Cumhuriyet rejimi ve laik hukuk, yönetim ilkelerine sahip sistemin inşa edilip geçmiş parlamentonun deneyimi ile birlikte bütünleşik bir modern devlet görünümüne ulaşılması sağlandı. Demokrasinin ise arkadan gelmesi beklendi. Gerçekte sanayileşmenin yol açtığı bu toplumsal ve siyasal düzenin modelleme yönteminde sanayinin yerini hukuk alır. Türkiye bunu az çok başardı, eksikleriyle birlikte yüzüncü yıla kadar taşımayı başardık diyebiliriz. Ancak Afganistan ve İran hayli zor durumda ve bu iktidarla birlikte bizim de o zorluğa doğru yola çıkarılmaya çalıştığımızı söylemek mümkün ve hatta gerekli.

15 Ağustos, Taliban’ın Kabil’e ve Afgan yönetimine ikinci defa hakim oluşunun ikinci yıldönümü. Dünyanın, uluslararası toplumun ve kadınların gözü yine Afganistan’da. Teokratik yönetim kuran Taliban insan haklarını tanımadığı gibi kadınları insan dahi saymıyor. Kadınları ve kız çocuklarını erkeklerin emrinde ev köleleri olarak toplum dışı yaşamaya mahkum eden, kamusal alana çıkışı bile aşırı katı örtünme ve yanında akraba erkek bulunması koşuluna bağlayan bir ülke. İlkokul sonrası eğitim, çalışma, sanatsal performans, spor tümüyle yasaklanmış halde. Güzellik salonları, sivil toplum çalışmaları bile engellendi. Taliban’ın bir önceki yirmi yıllık iktidarı dönemindeki icraatını aynıyla gerçekleştireceğini kadınlar biliyor ve haykırıyordu ama dünya dinlemedi. Yeraltı okulları ile kadınlar geçmiş deneyimlerinden yararlanarak ve direnerek, büyük tehlikeleri göze alarak eğitimlerini sürdürmeye çalışıyor. Ve dünyanın bu insanlık suçuna göz yummasını önleyecek yöntemler arıyorlar. Kadınları ve kız çocuklarını insan olarak tanımayan Taliban’ın diğer devletler tarafından tanınması kadınları yok saymak demek oluyor çünkü.

İran ise adı cumhuriyet olmasına rağmen devrimle saltanat yıkıldığı halde demokrasiyi hedeflemeyen bir din devleti kurmuştu. Kamusal alanda, sokakta, çarşıda herkesin “Müslümanmış gibi görünmesi” koşuluna bağlı yaşama zorunluluğu dayatan bir İslam devleti. Tıpkı cumhuriyet gibi İslam da sadece adında kağıt üstünde kalan nitelikler. Ayetullahlar, mollalar düzeni devam ettiği yani toplumsal ve siyasal düzeni din adamları sınıfı kontrol ettiği için bir “çoban sülü” çıkması pek mümkün değil örneğin. Bir kadının yönetici olması ise anayasal olarak engellenmiş halde. Bu nedenlerle cumhuriyet sadece basit bir kelime, içkin olduğu manayı insanlara yaşatan bir kavram değil İran’da.

İslam ise hem İran hem Afganistan için manası boşalmış bir kabuktan ibaret. Allah’ın “dinde zorlama yoktur” emrine (Bakara/256) uymayan ve “size velî olarak Allah yeter” öğüdünü (Nisa/45) inkar ile kendilerini yarı tanrı konumuna yükseltenlere itaat edilen insan iradesini yok sayan ortamın İslamlığı, bunu dayatanların Müslümanlığı laftan ibaret. Din bu ülkelerde iktidar aracından öteye giden bir yol değil. Bu ülkelerde yaşayan temiz inançlı insanlar olduğuna şüphe yok ama benim için mesele yönetenlerin sistem olarak dayattığı yapı ve gerekçelerinin din ile bağdaşmadığı kısmına düğümlü. Kurumsallaşmış dinin otoriteleri ile siyasi otoritenin kurduğu, birbirinden güç alan iktidar ilişkisi toplumları abadetmedi, berbadetti. Ders alan yok ki kaba kuvvetle “insanları zorla kendi cennetine götürmeye” kalkışarak yer yüzünde cehennemi yaşatanları durduran tek sistem laik hukuk ve hukukun üstünlüğüne bağlı devlet yapısı. İbretlik bir gerçeği vurgulamakta fayda var: din adına yapılan siyasi ve hukuki baskılar din düşmanlığı yaratırken laik hukuk sistemi inanç özgürlüğü ile dindarların hayatını kolaylaştırabiliyor. Tabii ki siyasi ve dini otoriteler bunu bilmez değil ama onlar için otorite olarak kalmalarını sağlayacak, varoluşsal bir taktik baskıcı din politikası.

Kısacası eşitlik ve özgürlük yani insanın insanca yaşayabilmesi için demokrasi ve demokratik haklara uyumlu laik sistem, günümüzde samimi bir Müslümanın, Müslüman kalabilmesi için de şart. Kadınları bedenden, bedeni cinsellikten ibaret gören manyakça din yorumlarının insan aklıyla günümüzde taşınabilir yanı yok. Kuran yakanlardan çok bu kabul edilemez din yorumlarını siyasi baskı aracı olarak kullanan yöneticiler ve sistemler İslam’a hakaret etmekteler. AKP, iktidar döneminin özellikle son yarısında anti laik uygulamalarla sistemi tahrif ederek aynı yolu tersinden yürümekle meşgul. Laiklik ve demokrasi deneyimini yok etmek isteyen yönelimlerle kadın erkek eşitliği, toplumsal cinsiyet kavramı, eğitim eşitliği ve karma eğitim ile inanç özgürlüğünü yok edecek yönde ilerliyor.

20’nci yüzyılın ilk yarısında dikkat çeken modernleşme ekseni yüzyıl sonra dinileşme eksenine dönüşmüş halde. Diğer iki ülke gibi Türkiye de baskıcı dini diktatörlük yolunda ilerlediğini iddia ettirecek adımlar atmakta. İranlı ve Afgan kadınlar ile dayanışma kaygımızın çok yüksek olması bizim de bu yolda ilerleyişimizi kadınların görmesiyle ilişkili. İran irşad devriyelerini tekrar göreve çağırıp, başörtüsü kurallarını çarşı esnafına uygulatma planı kurguluyorken ve Afgan kadınlar ayrıştırılmış, farklı kompartımanlarda yaşatılan cinsiyet sistemine (gender apartheid) karşı destek arıyorken Türkiye’de iktidar “inancı gereği kadın kıyafeti” kavramını Anayasa'ya sokmaya çalışıyor. Türkiye’de biz kadınlar, Afganistan ve İran’daki kadınların çıkmaya çalıştığı yola doğru sokulmak için sürüklenmekte olduğumuzu görüyoruz. Böyle bir ülkede kimse özgür olamadığı gibi Müslüman da kalamaz. Çünkü laik hukuk düzeni bu manyakça, fallus-santrik din yorumlarına itiraz edebilmenin, dayatmalara karşı durabilmenin imkanını sunar dindarlara. Gerçi kime söylüyorum ki… İktidarın derdi insanların dini-imanı falan değil yapmakta olduğu şey siyasi gücünü yargı sopasının ucuna taktığı Kuran yapraklarıyla pekiştirmekten, sürdürülebilir kılmaktan ibaret.


Berrin Sönmez Kimdir?

Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi mezunu. Aynı üniversitede araştırma görevlisi olarak akademiye geçti. Osmanlı Devleti’nin 1. Dünya Savaşı’na giriş süreci üzerine yüksek lisans tezi yazdı. Halkevi ve kültürel dönüşüm konulu doktora tezini yarıda bırakarak akademiden ayrılıp öğretmenlik yaptı. Daha sonra tekrar akademiye dönerek okutman ve öğretim görevlisi unvanlarıyla lisans ve ön lisans programlarında inkılap tarihi ve kültür tarihi dersleri verdi. 28 Şubat sürecindeki akademik tasfiye ile üniversiteden uzaklaştırıldı. Dönemin keyfi idaresi ve idareye tam bağımlı yargısı, akademik kadroları “rektörün takdir yetkisine” bırakarak tasfiyeleri gerçekleştirdiği ve hak arama yolları yargı kararıyla tıkandığı için açıktan emekli oldu. Sırasıyla Maliye Bakanlığı, Ankara Üniversitesi, Milli Eğitim Bakanlığı ve Afyon Kocatepe Üniversitesi’nde ortalama dört-beş yıl demir atarak çalışma hayatını tamamladı. Kadın, çocuk, insan hakları, demokrasi ve barış savunucusu, feminist-aktivist Berrin Sönmez’in çeşitli dergilerde makale ve denemeleri yayınlanmıştır.