Filozofun cephesi III- Endişenin felsefî anatomisi

Her ne kadar psikiyatristlere, psikologlara, emlakçılara, hayat koçlarına, gelinlikçilere ve malî müşavirlere göre “endişe” bir ruhsal bozukluk belirtisiyse de (yâhût ruhsal bozukluğun ta kendisiyse de), tarihsel anlamda endişe fenomeni, felsefenin olduğu kadar, etiğin, estetiğin ve politiğin de en temel motivasyonudur –ve daha evvelki yazılarda cephelerini açtığımız; “dövüş”ü ve “nefret”i anlamlı kılan şey de budur.

Google Haberlere Abone ol

Hamza Celâleddin/[email protected]

Endişeden bahis açmak istiyorum: Yeryüzünün en kadim hissi olarak endişeden; Zweig’ı ve Lotte’yi “mecburen ölüm”e sürükleyen, Kierkegaard’yu“başıboş bir ruh”a döndürüp Kopenhag sokaklarında gölge gölge gezdiren endişeden; seneler senesi Sylvia’nın, Kafka’nın, Woolf’ün, Nilgün’ün, Faulkner’in içini kemiren, Bachmann’ı yangında, Nâzım’ı sürgünde, Boethius’u hapiste, Sartre’ı savaşta –ve beni âh bu yazıda– yakalamış olan endişeden; bilgece öfkenin ve zarifçe nefretin öndeyisi ve yüreklendiricisi olarak endişeden; başlı başına etik ve estetik bir öğreti olarak, topyekûn cehalete, cehalet fetişizmine ve sistematikleştirilmiş kötülüğe karşı entelektüel bir yükümlülük olarak endişeden; otorite ile dövüşü “tarihsel”, otoritenin kudretini yitirmemek adına başlattığı gözü kara her savaşı “budalaca” ve “gaddarca” kılan şey olarak endişeden; sahip olunan bir şey olarak (endişeli) değil lâkin içinde olunan bir şey olarak (endişe içinde) endişeden; Heidegger’in Dasein’ının*, Euripides’in İnsan’ının**, Camus’nün Meursault’sunun, Sartre’ın Roquentin’inin, Yusuf Atılgan’ın Zebercet’inin, Antik Çağ’ın ve bugünün Homo Politicus’unun tasarımcısı ve yegâne tanrısı olarak endişeden...

Her ne kadar psikiyatristlere, psikologlara, emlakçılara, hayat koçlarına, gelinlikçilere ve malî müşavirlere göre “endişe” bir ruhsal bozukluk belirtisiyse de (yâhût ruhsal bozukluğun ta kendisiyse de), tarihsel anlamda endişe fenomeni, felsefenin olduğu kadar, etiğin, estetiğin ve politiğin de en temel motivasyonudur –ve daha evvelki yazılarda cephelerini açtığımız; “dövüş”ü ve “nefret”i anlamlı kılan şey de budur– (tam burada Flora Hanım bu söylediğimi onaylarcasına patisini bacağıma atıyor). Velev ki Descartes’ın bir dizi meditasyon sonucu vardığı “Düşünüyorum, o hâlde varım” hakikatinin alt metinlerinden birisi olan “Endişe ediyorum, o hâlde varım” hakikati, temel önerme ile yer değiştirebilir. Zirâ Ben’in “endişe içinde” olması, Ben’in “düşünce içinde” olmasından çok daha eski bir hakikattir. Öte yandan; endişeye dair tüm bu söylediklerim bizim coğrafyamız için anlamını yitirmiş olabilir; ne de olsa bizim coğrafyamız “endişe edecek ne var yâ hû?” coğrafyasıdır; öyledir çünkü, bizim coğrafyamızda endişeye yer yoktur, her şey dört başı mamurdur (Bu metni yetmiş üç yıl sonra okuyacak olan okura not: Buradaki ironiyi anlamadığın için ne kadar da şanslısın. Ve aynı okura bir soru: Neden kendine bir keyif birası açmıyorsun?). O hâlde, daha önceki yazılarla (bkz: Dövüşün Felsefî Anatomisi ve Nefretin Felsefî Anatomisi) açmış olduğumuz Spinoza, Nietzsche ve Weininger cephelerine endişe cephelerini eklemenin tam vaktidir: Buyurunuz, iki endişe cephesi olarak; Kierkegaard cephesi ve Zweig cephesi. Zweig’ın müsaadesiyle evvelâ Kierkegaard:

Søren Kierkegaard (ya da Anti-Climacus ya da Johannes de Silentio ya da Hilarius Bookbinder ya da ...***), on dokuzuncu asrın ilk çeyreğinde (Schopenhauer felsefe doktorasını henüz alıyorken, Hölderlin çılgınlığını münzevîyatla ödüllendirmiş ve Friedrich Nietzsche henüz doğmamışken –ve hatta bırakınız Friedrich Nietzsche’yi, babası Carl Ludwig Nietzsche’nin dünyaya gelmesine bile henüz birkaç ay varken–) dindar bir ailenin yedinci çocuğu olarak Kopenhag’da doğmuştu. Onun kırk iki yıllık kısa yeryüzü konukluğu; duru bir endişenin, zarif bir korkunun ve çırılçıplak hâlde “ironi”nin öyküsüydü. Hemen bütün filozoflarda olduğu gibi, Kierkegaard’nun çocukluğu da baskın bir “baba” figürünün gölgesinde geçmişti. Lâkin Kierkegaard’nun hikâyesindeki “baba” bu kez baskın bir otorite olmanın da ötesinde; buhranını, günahını, melankolisini ve lânetini çocuklarına yansıtan ve de onlara altında ezilmekten yaşamları boyunca kurtulamayacakları psikolojik bir miras bırakan “baba” olarak da tarihe geçmişti. Kierkegaard, dört sene arayla önce annesini, sonra babasını ve belki daha da dehşetengiz, beş kardeşini –Kierkegaard’nun inancına göre– babasının gençken Tanrı’ya karşı gelişinin sebep olduğu tanrısal lânete kurban vermişti. Gelgelelim, bu kötü aile mirasının yanında Kierkegaard, babası ölünce görece büyük bir servetin de mirasyedisi olacak ve böylelikle hiçbir maddî derdi olmadan kendisini yalnızca felsefeye ve yazmaya adayabilecekti. Fakat serde “endişe” ve “korku”, yürekte Regine Olsen vardı (Âh Regine Olsen)... Olsen, henüz yirmisine varmamış, zarif mi zarif, “fırtınalarda ve rüzgârlarda yolunu bulabilmiş” bir kadındı. Kierkegaard’nun yaşamı için “ironik” nitelik taşımayan, ciddî olan tek şey oydu. Tanıştıktan birkaç sene sonra nişanlandılar ve fakat Kierkegaard’nun “endişe” dolu ruhu, melankolisi ve korkuları evlenmelerine bir türlü müsaade etmeyecekti. Çok geçmeden Regine Olsen bir başkasıyla evlenecek ve Kierkegaard yaşamının son yokuşunda Kopenhag sokaklarında dolaşan bir gizeme/ruha dönüşecekti. Ta ki 1855’te (Rimbaud henüz bir, Nietzsche henüz on bir yaşındayken) “Süpürün beni!” son sözüyle, yeryüzü konukluğuna doğduğu ve hiçbir zaman ayrılmadığı yurdunda, Kopenhag’da son verene dek. Elzemdir ki belirteyim; Kierkegaard endişeli yaşamamıştı; Kierkegaard endişe içinde yaşamış ve felsefesini de bunun üzerine inşâ etmişti. Buraya ait bir not: Tam bu sırada, hazır söz sırası gelmişken Kierkegaard’nun felsefesinin basit bir özetini geçeceğimi zannedenler feci hâlde yanılıyorlar; o kadar da Celâl Şengör değilim (bkz: “Hegel salaktı”). Öyleyse, Kierkegaard cephesinden bir solukluk müsaade alıp bir asır sonraya, Stefan Zweig’ın cephesine koşalım atlarımızı...

(Bir soluk –hazır soluk almak henüz vatan hainliği kabul edilmiyorken–)...

Evvelâ söylemem gerekir ki; Zweig’dan bir filozof olarak bahsedecek olmama karşı çıkacak “felsefe tarihçileri” mutlaka vardır (vâr olsunlar). Aynı tarihçiler, Woolf’ün, Kafka’nın ya da Dostoyevski’nin de birer filozof olarak anılmasına mesafeli dururlar. Lâkin bu tasnifi tarihin seyircisi olan kaba (ve ekseriyetle dişlerinin arasından konuşan) bir tarihçiye bırakmaktansa, tarihin yurttaşı olan zarif bir okura bırakmayı yeğ tutarım. Gelgelelim zaten Zweig, endişe cephesinin en pirûpak neferi olmasıyla –tarihçiye söz bırakmayacak şekilde– bir filozof olarak anılmayı hak eder. Öyle ise şimdilik bu bahsi bir kenara bırakıp, “bir filozof olarak” Zweig’dan ve “endişe içinde”ki varlığından (ve kendi iradesiyle varlığından vazgeçişinden) sözü açalım:

Sene 1881: Dostoyevski henüz ölmüş, Nietzsche “bağımsız bir filozof” olarak çıldırmaya doğru gidecek olan gezgin yaşamına başlamış, Weininger henüz ilk yaşında bir çocuk ve Richard Wagner’in müziği ha sustu ha susacak. Stefan Zweig Viyana’da, Yahudi bir ailenin çocuğu olarak yeryüzü sahnesinde belirdi. Tıpkı Ludwig Wittgenstein gibi, Martin Heidegger gibi (hoş; kendisi Zweig kadar endişeli sayılmazdı!) ya da Jean-Paul Sartre gibi (her ne kadar I'inci Dünya Harbi’nde Sartre henüz on yaşında bir çocuk olsa da) iki dünya harbine de tanıklık edecek olan Zweig (II'nci Dünya Harbi’nin ortasında yeryüzüne kendi isteği ile veda edecek olsa da); endişeyi, korkuyu ve dehşeti bizzat yaşayacaktı. Hayatı boyunca zarif bir entelektüel olarak bilinen (ve “kötü bir detay” olarak; çağının en çok okunan yazarlarından birisi olan) Zweig, bu zarâfetine pek de karşılık bulamayacak, 1933’te Naziler tarafından kitapları yakılacak ve bundan sonraki yaşamını da “endişe içinde” yeryüzüne tahammül ederek geçirecekti. Gelgelelim 1942 senesinde, II'nci Dünya Harbi henüz bitmemişken; Zweig ve hayat eşi Lotte, Brezilya’daki huzurlu hânelerinde (Brezilya’ya onlara sundukları huzurlu ortamdan dolayı teşekkür etmeyi de ihmâl etmeden) “Nazilerin kurduğu dünya düzeninin kalıcı olacağı” ve “faşizmin bütün yeryüzünü saracağı” endişesi ile yaşamlarına son verdiler. Gerilerinde bıraktıkları fotoğraf ise estetik ve etik olarak bütünüyle ileti yüklü görünmekteydi: Huzurla birbirine sarılmış iki beden; endişelerini terk etmiş, uzun bir gecenin ardındaki tanın kızıllığına yürümüştü. Hâlen yürümekteler belki de...

Bu hâlde, sevgilimiz Kierkegaard ve güzelimiz Zweig ile endişe cephelerini kurduğumuza ve “dövüşte-bilinç” ile “nefrette-bilinç”e –Spinoza’ya, Nietzsche’ye, Weininger’e– “endişede-bilinç”i eklemlediğimize göre; savaştan endişe eden ve bu endişelerini dile getiren tabipleri (bkz: “Savaş bir halk sağlığı sorunudur”), hukukçuları, entelektüelleri, gazetecileri (...) “neden endişe ediyorsunuz vatan hainleri?” diyerek içeri tıkan ve tıkmaya çalışan kimi Kuzey Avrupa ülkelerini –Estonya’dan bahsettiğim çabucak anlaşılmıştır– (şiddetle) kınayarak, endişeden muaf, namütenahi hürriyeti âşk etmiş yurdumuzda huzurlu ve güvenli uykularımıza çekilebiliriz. (Bu metni yetmiş üç yıl sonra okuyacak olan okura bir not daha: Sevgilim! Bir bira daha?) Bir sonraki yazıda görüşmek dileğiyle; cepheye geliniz, dövüşte kalınız...

Nietzsche yâr, Camus yardımcınız olsun...

Notlar:

*Dasein, Heidegger’in Varlık ve Zaman’da kullandığı “orada-varlık” ya da “orada-olan-varlık” anlamında temel bir kavramdır. Endişe ise Dasein’in öz-niteliğidir, kurucusudur; bir başka ifadeyle, Dasein endişeden kurulmuştur.

** “İnsan, endişeden yaratılmıştır”: Euripides bu sözü 2500 sene önce söylemiştir, bugün için ise bunu “İnsan, endişedir” olarak okumak politiğe daha uygundur.

***Kierkegaard, yazdığı eserleri kendi ismiyle yayınlamıyor ve çeşitli mahlaslar kullanıyordu. Örneğin Korku ve Titreme eseri Johannes de Silentio takma-adıyla yayınlanmıştı.

Filozofun cephesi I: Dövüşün felsefî anatomisiFilozofun cephesi I: Dövüşün felsefî anatomisi

Filozofun cephesi II: Nefretin felsefî anatomisiFilozofun cephesi II: Nefretin felsefî anatomisi

Filozofun Cephesi IV: Tutkunun ve coşkunun felsefî anatomisiFilozofun Cephesi IV: Tutkunun ve coşkunun felsefî anatomisi