Filozofun cephesi I: Dövüşün felsefî anatomisi

Tarihin yurttaşı olan kimse için felsefeci bir “merhaba”yı elbette hak eder lâkin derin bir sohbet ancak bir filozofla mümkündür. Filozofun cephesi yazı serisiyle amacım filozofun cephesinden bugünün politiğine bir perspektif kazandırabilmektir. (Hoş, hülyâsında Hegel ile tartışan bir “devrik başbakan” kadar içselleştirememişsem de mevzuyu, yine de dövüşte-bilince erişmiş sayıyorum kendimi.) Ve işbu ilk yazıda, iki cepheye davet edeceğim sizi; Spinoza cephesi ve Nietzsche cephesi...

Google Haberlere Abone ol

Hamza Celâleddin

Felsefî etkinlik, doğası gereği –ki bu “doğa”dan bir belirlenimcilik değil, bir tarihsellik anlaşılmalıdır– otoritenin söyleminin (bu söylem; ahlakî, dinî, politik ya da basbayağı gündelik olabilir ve bu söylemin yegâne ereği otoritenin elinde bulundurduğu iktidarın idamesidir) karşısına dikilen, kendisini baskın söylemin karşısına konumlandırmış bir karşı-söylemdir. Otoritenin söylemini tekrar eden (evet; dünya evrenin merkezinde ve de dönmüyor) yâhût onu yankılayan (dönmüyor, dönmüyor, dönmüyor...) bir sedâ veya bir kimse için ise felsefe “uzak bir erdem”dir. Bu bağlamda felsefe otoriteye karşı tarihsel bir cephe, bir dövüşte-bilinç; filozof ise kendisini bu cephe ile ve bu cephe yoluyla var eden bir kimsedir. Sınırların bu denli keskin çekilmesi, daima birbirine karıştırılmış olan iki kavramın; filozof ile felsefecinin ayırdını da kolaylaştırır: Filozof cephede savaşırken, felsefeci siperleri temizler. Tarihin yurttaşı olan kimse için felsefeci bir “merhaba”yı elbette hak eder lâkin derin bir sohbet ancak bir filozofla mümkündür. Filozofun cephesi yazı serisiyle amacım şimdi belki daha açıktır ki; bu amaç, filozofun cephesinden bugünün politiğine bir perspektif kazandırabilmektir. (Hoş, hülyâsında Hegel ile tartışan bir “devrik başbakan” kadar içselleştirememişsem de mevzuyu, yine de dövüşte-bilince erişmiş sayıyorum kendimi.) Ve işbu ilk yazıda, iki cepheye davet edeceğim sizi; Spinoza cephesi ve Nietzsche cephesi...

Spinoza ve Nietzsche’den bahsetmeye başlamazdan önce, yukarıda bahsi geçen “otorite”yi biraz açmam gerekebilir, zirâ Türkiye gibi (ya da Sudan, Somali, Afganistan benzeri) hürriyeti fetiş hâline getirmiş, ileri demokratik ve çok gelişmiş coğrafyalarda “otorite” kavramıyla pek haşır-neşir olunmamıştır. Otorite dediğimiz şey; bireyleri ve toplumları bir korku cenderesine alarak kendi söylemi etrafında kenetlemeye çalışan (bkz: örneğin; Estonya, 10 Ekim Katliamı), kahramanlık tarihi yoluyla bu korkuyu manevî bir sömürüye değin ilerleten (bkz: Maldivler, 15 Temmuz Destanı), paranoya yoluyla ise toplumlara sürekli savaşacakları sunî düşmanlar yaratan (bkz: İzlanda, “dış mihraklar bizi yok etmek istiyor”), dinî, ahlakî ya da politik herhangi bir kurum olabilir; örneğin Orta Çağ’ın kilisesi, Modern Çağ’ın devlet aygıtları ya da gelenekçi/ahlakçı her türden örgütlenme... Bu yolla otorite kavramını biraz olsun anlayabildiysek, Spinoza’nın ve Nietzsche’nin cephelerini kestirmemiz artık daha kolaydır. Öyleyse ilkin Spinoza cephesinden başlayalım...

Birçok felsefe tarihçisi, Modern Felsefe’yi Descartes ile başlatmak konusunda ısrarcıdır. Lâkin Modern Felsefe, tanımı gereği Skolastisizm’den (Orta Çağ’ın teosantrik –tanrı eksenli–, baskın felsefî anlayışı) bütünüyle kopuş anlamını taşıdığından, bu “yeni felsefe”yi Descartes ile başlatmak ne kadar doğru olacaktır? Zirâ Descartes, her ne kadar sorduğu ve tartışmaya açtığı şeylerle Modern Felsefe’ye yön vermişse de, Skolastik ilkelerden tam olarak kopabilmiş değildir (örneğin; Tanrı’nın tanımı, işlevi ya da “tahtı” konusunda...). Skolastik ilkelerden tam anlamıyla kopmuş olan filozof Spinoza’nın ta kendisidir. Descartes’ın felsefesi otoriteyi tümüyle rahatsız etmiş görünmez, oysa Spinoza otorite tarafından aforoz edilmiş, şeytanîleştirilmiş ve dışlanmış bir kimsedir. Spinoza çağının “şeytanı” olmakla, Skolastisizm’den kopuşun tam mânâsı ile sembolü gibidir. Spinoza cephesinde “Tanrı”, Skolastik Tanrı anlayışına radikal bir itirazdır. Skolastisizm’in Tanrısı uzamsız, uzayda yer kaplamayan ve doğaüstü bir varlık olarak tasarlanmıştır, oysa ki Spinoza için uzam ya da yer kaplama Tanrı’nın yüklemlerinden birisidir (bir diğer yüklem, düşünme yüklemidir). Spinoza felsefesinde doğa ve Tanrı eşitlenmiştir; yani doğa ve Tanrı olarak iki ayrı şey yoktur, tek ve bir olan 'DoğaTanrı' vardır. Spinoza’nın bu düşüncesi, Skolastisizm’e karşı başlattığı bir savaş olarak algılanmalıdır. Öyle ki Spinoza, bu düşüncesinden ötürü 1655’te (henüz 23 yaşıdadır) Cemaat Mahkemesi tarafından din-dışı olmakla suçlanıp, takibi senede Amsterdam Sinagog’u (bu da bir otoritedir) tarafından aforoz edilir. Spinoza, mercek yontma işiyle yaşamını sürdürür ve 45 senelik yeryüzü konukluğu 1677’de sona erer.

Spinoza’dan yaklaşık iki yüz sene sonra (kimi otoriteler yerlerini başka otoritelere bırakmış, ikâme otoriteler değişen dünya düzenine göre kendilerini yeniden konumlandırmış, şiddeti ve kötülüğü sistematikleştirmişken) yeni ve kökten bir cephe olarak Nietzsche, yeryüzüne teşrif etti. Henüz beş yaşında iken babasını kaybeden Nietzsche (ki baba da modern zaman otoritelerinden birisi olarak algılanmalıdır, söz gelimi kimi otoriteleri “Baba” olarak muhatap alırız; örneğin “Allah Baba”, “Devlet Baba” ya da “Merkel Baba!” gibi) bu kayıpla birlikte başat otorite olan Tanrı’ya güvenini yitirmişti. Kaybettiği babası bir kilise görevlisiydi. İlerleyen yıllarda baş-düşmanı ise kilisenin ta kendisi olacaktı. Nietzsche’nin savaşı en çetin, en gürültülü savaşlardan birisiydi. Kilisenin ve Hıristiyan ahlakının toplumu nasıl yozlaştırdığını, “değer metafiziği” ile bireyin nasıl güçsüzleştilip yok edildiğini gören bir göz olarak Nietzsche, çözümü Tanrı’yı öldürmekte bulmuştu. Zerdüşt eliyle Tanrı’yı öldüren Nietzsche, bir cephede otorite olarak kilise ve Hıristiyan ahlakıyla savaşırken, bir cephede de kendisiyle savaşmak zorunda kalmış talihsiz bir dövüşçüydü. Otorite ile girdiği savaşı kazandığını şimdi şimdi anladığımız Nietzsche, kendi ile girdiği savaşta ise mağlup olmuştu. 1889 Ocak’ında, Turin’de bir atın boynuna sarılıp ağlayarak aniden yere yığılmıştı Nietzsche; bu onun zihinsel çöküşüydü. Devam eden 11 seneyi ise bir yatağa bağımlı geçirmişti ve 19'uncu yüzyılı 20'nci yüzyıla devrederek, açtığı cepheyi derinleştirecek olanlar henüz doğmuşken ya da doğmazdan evvel, tam 1900’de yaşama veda etti. Cepheyi 1900’de terk eden Nietzsche, cephaneyi bize bırakmıştı: Putların Batışı, Deccal, Böyle Buyurdu Zerdüşt, Şen Bilim ya da İnsanca, Pek İnsanca...

Gel gelelim, Spinoza ve Nietzsche bugün için bize ne ifade ediyor? Önce bir anekdot olarak paylaşmalıyım; Spinoza 45 yaşında ölürken, Nietzsche 45 yaşında çıldırmıştı (bugün için komik bir rakam bu; 65 yaşında koca koca insanlar elli sene ötesi için siyasî planlar yapıyorlar). Tarihsel bir tesadüf müdür bu yoksa tarihin bugün için bilinçli bir iletisi mi, bunu tartışırız. Lâkin “ölüm” (Weininger olarak ölüm) ve “çılgınlık” (Hölderlin olarak çılgınlık), bugünün politiği için gerçekçi iki kavram; otorite karşısında küçücük kalan bizler için, Spinozavâri bir ölüm ya da Nietzschevâri bir çılgınlığın mânâsı oldukça fazladır: Bu vesileyle; onuru için ölümü göze almış Nuriye’lere, Semih’lere ve birçoklarına, çıldırmayı göze alarak politikte kalmaya devam eden bizlere, “biz” olanlara selam olsun! Bir sonraki yazıda görüşmek dileğiyle; cepheye geliniz, dövüşte kalınız...

Filozofun cephesi II: Nefretin felsefî anatomisiFilozofun cephesi II: Nefretin felsefî anatomisi

Filozofun cephesi III- Endişenin felsefî anatomisiFilozofun cephesi III- Endişenin felsefî anatomisi

Filozofun Cephesi IV: Tutkunun ve coşkunun felsefî anatomisiFilozofun Cephesi IV: Tutkunun ve coşkunun felsefî anatomisi