Hepimizin yamyamlığının resmidir

İsmet Doğan'ın İstanbul'daki eski Hasköy İplik Fabrikası'nda 'Retroactive' karakterli sergisi açıldı. 'Ben Bir Bedenim' adlı sergi Franziska Nieman'ın küratörlüğünde düzenleniyor.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Sanatçı İsmet Doğan'ın İstanbul'daki eski Hasköy İplik Fabrikası'nda 3 Aralık'a dek yer alan 'Retroactive' karakterli sergisi, resim, video ve yerleştirmeleriyle sanatçının türlü dönemlerini bir araya getiriyor. 'Ben Bir Bedenim' adlı sergi Franziska Nieman'ın küratörlüğünde düzenlenirken, etkinlik beraberinde Ferda Keskin editörlüğünde hazırlanan ve 1000 adet basılmış özel bir kitabı da getiriyor. Nami Başer, Selen Ansen, Deniz Şengel, Alphan Akgül, Marcus Graf, Fırat Akova, Fırat Arapoğlu, Bekir Avcı gibi farklı disiplinlerdeki yazarların metinlerinin kesiştiği kitap, sanatçıyı psikolojik, sosyolojik ve sanat tarihsel açılardan analiz eden önemli bir belge olma özelliğini taşıyor. Doğan'ın sergisini, kendi kelimeleriyle ve kendi imgeleri arasında gezip daha açıkça anlamaya fırsat bulduk.

evrim-al Fotoğraf: Vahhab Ayhan

HER ŞEY AMA HER ŞEY ETİME DEĞİYOR

Serginin / kendi kendinizin taşıdığı yaşam öyküsel ve kavramsal iskelete paralel olarak, ürettiği ve eleştirdiği plastik 'et' kombinasına baktığınızda vardığınız durum nedir?

Her şey ama her şey ‘etime’ değiyor. Yaralarım açık, bir türlü kapanmıyor.

Tarihe, sosyal gerçekliğe ve popüler kültüre sirayet eden, nüfuz eden bireyselliğin ölümlülüğü mü, yoksa sanat yapıtının vadettiği dondurulmuş sonsuzluk mu daha çekici?

Gerçekte geriye kalan eserlerdir. Belki bir tane yeterli, gerisi fasarya.

Modernliğin yılmaz bir muhalifi olarak Türkiye ve Batı'nın bu kavramla macerasında size göre hangi noktaya ulaşıldı?

Sil baştan,0 noktaya.

Kendinizi yaratıcılığınızın rehinesi olarak aldığınız yapıtlar ve seriler size göre hangileri?

İlk olarak 1985’te yaptığım; Ressamın Atölyesi, Lapsus, Monster, Ucubeler, Eksiklik, Ayna (91’de yaptığım, 92’de sergilediğim elips aynanın üzerine daha sonra 93’te “siz buradaymışsınız gibi” yazısını yazdığım an yaratıcılığımın göstergesi olabilir. Bu aynalar efsane olmuştu o dönemde. O günden bugüne hâlâ devam ediyor. Sergide bütün konumlara bir ayna konulmuş olması aslında tamamen Franciska’nın küratörlüğünün eseri) serileri gibi…

Karnavalcı kültür endüstrisinin vardığı yamyamca, zombice iştah için söylemek istediğiniz nedir?

evrim3 Fotoğraf: Vahhab Ayhan

“HEPİMİZ YAMYAMIZ”

1992 tarihli Camera Lucida/Voyeurism/Beden/İktidar seriniz özelinde, günümüz toplumundaki elektro-narsisizm tavır üzerine görüş ve vizyonunuz ne olabilir?

Egolojiyi, modern bilgi öznesini, bütün bu söylemleri yedim yuttum ve ardından da kustum. Bu şekilde egolojinin yamyamlığını ortaya çıkardım. Böylece tıpkı Freud’un öpüşmek hakkında düşündüğü gibi, “öteki” olanı kendimden bir parça hâline getirdim. Sonunda her şeyi çıkardığımda, dışsallaştırdığımda ben de artık başlangıçtaki kişi değildim. Bu benim tekillik sürecim; bu çalışmaların temel amacı da kişinin başlangıçta olmadığı kişi olmasıdır.

Bunca göstergebilimsel kan/anlam/hakikat kaybının yaşandığı bir süreçte izleyiciyi ne ölçüde gözetiyorsunuz?

Her zaman izleyiciyi işin içine katmayı düşünerek yerleştirmelerimi, bazı işlerimi tasarladım.

evrim1 Fotoğraf: Vahhab Ayhan

Farklı serilerinizle bedeni, anlatıyı hem onarırcasına, adeta diri diri bir katılıkla dikerken, hem de soymak, iğdiş etmek, sizin için nasıl bir ikilik teşkil ediyor?

Bana göre dikatomilerle, yani ikiliklerle düşünmek çağdışı, geride kaldı.

DIŞLANAN ÇİRKİN GÜZELDİR

Yapıtlarınızdaki güzel ve çirkin geriliminden hangi kavram 'sağ' olarak ve niçin çıkıyor?

Çirkin, çünkü dışlanıyor dolayısıyla güzeldir.

Sergi mekânındaki işlevsiz eski iplik fabrikası, yapıtlara dramatik bir sahne kazandırıyor. Bu mekânın yapıt üretim anlayışınızla bağlantısını siz nasıl yorumlarsınız?

Benim içi çok doğru bir mekân. Steril, modern bir mekânda yapmak istemedim. Bir yere de bu ekonomik ortamda en mütevazı bir şekilde yapabildik. Mekânın sahibi, Şeli ve Alber Elvaşvili’nin değerli desteği olmasaydı bu sergi gerçekleşmezdi. Küratörün yine belirttiği gibi, “Sergi, bir zamanlar iplik üretilen, terk edilmiş ve yakında yıkılacak bir fabrikada yer almaktadır. Makineler ve üretilen iplikler hâlâ oradadır ve bu durum, dikiş fikri eserlerinde temel bir yer tutan İsmet Doğan’ın sanatına uygun ve hatta eşsiz bir atmosfer ekler.

Tıpkı İç’ten çıkmaya çalışan harfleri boşuna zapt etmeye çalışan dikişli, yaralı sırtları gösteren resimlerde ve fotoğraflardaki gibi. Bu, Dış’a deri yoluyla çıkan, bedenden baskıyla çıkarılan harflerin olduğu eserlerle bağlantılı gibi görünür. Böylece dikiş, İç’ten Dış’a geçişi engelleme yolu olarak anlaşılır ve bu yüzden sergi mekânı tarafından anlatılan öykü İsmet Doğan’ın sanatını zenginleştirmektedir.”

ahahah Fotoğraf: Vahhab Ayhan

Sergideki ayna-işlerin çokluğu, çalışmaları sistematik bir disiplinle izlerken sürekli izlendiğimiz ve yorumlandığımız duygusunu da yansıtıyor. Bu görüşe nasıl bir yorum getirirsiniz ?

Aynalar ve aynaları izleyiciyi işin içine katmak için kullanıyorum.

Yapıtlarınız teatral, dramatik ve performatif olmasının yanında, yapısökümcü, hâkim akım ve anlatıları sabote edici ve kendi kendinden de özgürleşme açlığı taşır bir sorumluluk da yansıtıyor. Bu konuda söylemek istedikleriniz nedir?

Bana dayatılan verili her şeyi bozuyorum, yerinden ediyorum, iç içe geçiriyorum, parçalar çıkarıyorum, kesişmeleri, farkları, benzerlikleri, keserek biçerek eklemeler, çıkarmalar yapıyorum. Yer(inde) değiştirmeler yapıyorum kısaca.

DİL METAFORLARDAN OLUŞAN BİR UZLAŞMADIR

Dilin günümüzdeki başıboşluğu ve pasif diyalogların kolektif sığlığının ürettiği aşırı unutkanlığı, eski dilin taşıdığı tutulmayı da semiyolojik ve plastik bağlamda mesele edinmiş bir sanatçı olarak nasıl açıklıyorsunuz?

Dil göstergelerden oluşur, metaforlardan oluşan bir uzlaşmadır. Wittgenstein’ın dil (ya da beden) kafesi içinde yaşadığımıza dair söyledikleri beni düşündürmüştü; dışsallık ve içsellik, dilin yapıyı belirlemesi… Ve “Bilinçdışı dil gibi yapılandırılmıştır.” diyen Lacan’ın bu sözünün doğruluğunu sorguluyorum. Öncelikle sözcüklerle değil imgelerle düşünüyorum. İmgeler de bir dildir; onlar da kesişir, birbirini içerir ve bütünlerler.

İmgeler büsbütün gerçektirler. Oysa ki ses gerçeği kusurlu kılar. Ancak ben hakiki bir diyaloğun peşindeyim. Gençliğimde konuşamadım, konuşurken harfleri kusardım. Bilinçaltım grameri, kuralları, yüklemi, özneyi reddetmişti. Öyle ki yemekten bile zevk alamaz olmuştum. Sorguladığım şeyle hemhâldım. 2000’lerden sonra çözüldüm ve dengelendim; ama hâlâ düşünüyorum dil ile neden bu kadar sorunluyum diye.

Sanatınızda kendi kendiniz için bir tabu haline gelmemek adına geliştirdiğiniz estetik ve anlatısal mekanizmaları anlatabilir misiniz?

Burada öncelikle “dispozitif”ten bahsetmek gerekiyor. En temel dispozitif olan yapı dil tabii ki; bir çeşit denetleme, belirleme aygıtı, düzenek, alet demek. “Belli bilme biçimlerinin koşullarını oluşturan ve bu bilme biçimleri tarafından koşulları oluşturulan güç ilişkisi stratetijileri bütünüdür” diyor Agamben. Kısaca “aygıt”, “model”, ”medyum” ve söylem üzerine fazlasıyla kafa yordum.

Tabii ki bu batılı bir durum. Bana göre bu kavramlar, Batı-merkezli, modern kapitalist paradigmanın temel sorunları. Başka kültürler, başka türlü olabilirdi. Kısaca bu “aygıtı”ı bozmak için bazen Nietszche’nin kırbaçlarıyla, öfkeyle ya da bir çeşit duygusallık ile (belki de başka aletler yaratmak için) modern sanat metafiziğinin ve imgeler imparatorluğunun üstünü çiziyordum, üstüne kusuyordum.

evrim Fotoğraf: Vahhab Ayhan

İlk bakışta ataerkil bakıştan çoğalan, iktidar sarhoşu ve kadını bir imge ve varlık olarak sömürürmüş gibi görünen hemen tüm çalışmalarınızdaki insanî ve ahlakî kaygıları, feminist kültür ve sanat üretimini de göz önüne alarak açabilir misiniz?

Ayşe Lucie Batur’un kitabım için Ataerkil serisine yazdığı metinden alıntı yapmak daha iyi: “Babanın Yasasının ihlali, onu hükümsüz kılmadığı gibi, onu tesis eden bir eyleme dönüşüyor. Ata'nın bedensel ölümü ataerkini yok etmiyor; Ata sembolik düzlemde, dip akıntısında varlığını sürdürüyor. Gerçek ölümle sembolik ölüm arasında, yani iki ölüm arasında sıkışmış kalan Ata, bir heyula olarak suretlerini çoğaltıp etrafa yayıyor.

Babanın Yasası'na karşı çıkan oğul, erk için ya da erk yüzünden babayı katlettiğinde, onu bertaraf etmiş olmuyor çünkü Babanın Adı varlığını sürdürüyor, oğulun bedeninde bir leke, bir nişan, gölge bir suret olmayı sürdürüyor.”

Eserlerinizdeki içedönük duygusal şiddet ve dışadönük zihinsel merhamet oranını nasıl kuruyorsunuz?

Sonuç olarak ben bedenimle düşünmeyi seviyorum çünkü beden düşünür ( düşünce bedenden ayrı olamaz), en çok da imgelerle düşünme halini. Düşünme “bizim” yaptığımız bir şey değildir; düşünme bize dışarıdan olan bir şeydir.