YAZARLAR

Küçük, bayağı şeyler hakkında

Son beş yılın hikayesi akademik paşalarımızın gürültü istememesi, hesaplarını yapma, işlerini görme hikayesi.

“Neyi anlatabilir ki insan, büyük bir utanç duymaksızın?” diye yazmış Elias Canetti; İnsanın Taşrası adıyla yayımladığı, 1942-72 arasındaki 30 yıla yayılan notlarında. 1943 yılında, büyük savaşın tam ortasında. Yazacağım şeyleri düşünürken hiç aklımdan çıkmadı. Okurun bu bilgiye sahip olması içimi rahatlatacak.

Devletler tarafından bildirilen pandemi kaynaklı üç milyon ölüm varken ve yaygın aşılama olmadığı takdirde artış hızla sürecekken; patent hakkına sımsıkı tutunan “bilim insanlarının” “başarı hikayelerini” örneğin, bilimsel bilginin kamusal niteliğinin insan ve doğa için önemini tartışmayacağım. Ama içinde bilim geçen bir küçük hikâye anlatacağım. Bizim küçük dünyamıza dair.

Tüm dünyaya yayılmış biçimde siyasal rejimler büyük insanlığın kazanımlarını askıya alarak yoksulluğu yönetmeye odaklanmış siyasal-iktisadî paradigma içinde güçlerini insana karşı biriktiriyorken “devlet”i tartışmayacağım. Gerçi hikayemde devlet de geçmiyor. Siz, içinde geçen kimi şahısları devlet diye anlayın.

Doğru ile yanlışı ayırt etmemize olanak sağlayan hakikatlere ilişkin yollar kesilir; her yol malum şahısların insana karşı güç biriktirmesi için müteahhitlere yolcu garantili olarak satılırken “128 milyar dolar nerede?” diye sormayacağım. Ama hikayemde kadro garantili yollar var.

 

 

GİRİŞ: 'SAKLANIR DEFTER KAYITLARINA / İMZA SİRKÜLERİNE VE NOTERE SAKLANIR / BİR KUYUYA DEMEK İSTİYORUM DA İŞTE OLMUYOR' (1)

İmzanın belirsiz bir şekil çizmek değil de kişinin adını el yazısıyla yazması olduğunu öğrendiğimde küçüktüm. Bir kararı verdiğini göstermek için adını ortaya koyuyorsun, kişilik bir karara dönüşüyor, karar da imzalayan kişilerle özdeşleşiyor.

Hikâyenin girişi, bazı imzalarla ilgili. Olaylar Ankara Üniversitesi’nde geçiyor. Durumu ilginç kılan; imza sahiplerinin, imza kavramına içkin olan kendini ortaya koymaya çoğu zaman yanaşmamaları. Örneğin, bir kişinin Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne asistan olarak atandığı ortaya çıkıyor. Ardından bu kişinin Fakülteye silah doğrultmuş görüntüleri medyada yer alıyor. Bakıyorsunuz ki Fakülte yönetimi, asistanına “sahip çıkarak” açıklama yapıyor.(2) Aylar sonra, bu kişinin istifa ettiği bilgisi medyada yer alıyor. Aynı gün iktidar tetikçisi bir gazete, bu kişinin Fethullahçı yapıya dahil olma iddiasıyla gözaltına alınıp serbest bırakıldığını yazıyor.(3) Sonrasında bütün imzalar kayboluyor, buharlaşıyor. Kimse adını ortaya koyarak bir açıklamada bulunmuyor. Ne oldu bilmiyoruz, gerçek kuyuya saklanıyor. Adlar kuyuya atılıyor.

Bu tür kuyuya saklanmanın başka bir örneği, kadro almanın bir hazırlık işlemi olarak sendikadan istifa etmek. Bir kişinin birinci istifa dilekçesini verdiğini unutup ikinci dilekçesini vermişliği bile vaki. Bir de yüze söylenemeyen, tebligatta ulaşan imzalar var. Örneğin soruşturmacı size şöyle diyor: “Böyle bir soruşturma nasıl açılır? Burası üniversite, böyle bir yerde durmak istemiyorum, emekli olmak istiyorum artık…” Tebligatta görüyorsunuz ki önerebileceği en üst disiplin cezasını önermiş. Hem de imzasıyla. Sonra bakıyorsunuz, imzasını bir enstitünün müdürü olarak kullanmaya başlamış.

İmzanın, kuyuya saklanmış halinin bile kendini ortaya koyan bir yanı var ve bu çok iyi. Kuyu kapansa bile açılabiliyor, çıkarılabiliyor. O yüzden bundan sonra yazılacak hikayelerin kaynağını oluşturacak onlarca defter, onlarca imza sirküsü, bunları saklayan onlarca kuyu var.

GELİŞME: 'BİZİM PAŞA HABER GÖNDERDİ, FAZLA GÜRÜLTÜ ETMESİNLER, BEN RİYAZİYE ÇALIŞIYORUM' (4)

Hikâye içinde bilim geçiyor, öyle nazari şeyler düşünmeyin, ciddi hesap kitap işleri. Hesabın içinde yılda kaç makale yazılması gerektiğinden dergi pazarlarına, sermaye için hazırlanacak projeler için kamusal görevlere ayrılacak zamanın ne kadarının kırpılacağına, bunu yaparken bir yandan da piyasacı düzene nasıl karşı çıkılacağına; yazdıkları ile yaptıklarının dengesini tutturamadığında insan içine çıkmak için uydurulan gerekçelerin ayarlanmasına kadar zor meseleler var. Dolayısıyla hesap deyip geçmeyin, mesele ciddi. İnsan, Yükseköğretim Kurulu’nun neden bütün yatırımını kaliteye yaptığını anlıyor. On binlerce kaliteli akademisyenimiz var, çok büyük bir kısmı zor hesaplar gerektiren kriterleri tamamlamış kaliteli insanlar, hesap kitap biliyorlar. Akademimize ne mutlu.

Çok uzun bir zaman dilimine yayılmış bir gelişimi var bu hikâyenin. İmza yetkisi hiyerarşik olarak şöyle oluşmuş: 12 Eylül cuntası üyeleri, sıkıyönetim komutanları, ihbar mektubu yazarları, YÖK üyeleri, rektörler, dekanlar… Böylece ilerliyor. İmzalar tamamlanıp üniversite arındırıldıktan sonra saklanılan kuyularda tasarlanan piyasalaşma ve kaliteleşme kol kola birlikte gelişiyor. Tabii kuyu karanlık, karanlık insanı korkutur, korku ahlaksızlaştırır. Bu iklim gerekçe üretiminin temelini sağlıyor. Aradan geçen kırk yılda üniversiteler aralıksız bu yönde ilerliyor. Kaliteli, hesap kitap bilen akademisyenler bu ruh içinde yetişiyor. Son beş yılın özel bir yeri var. Asıl hikayemizin gelişme bölümü son beş yılda gerçekleşiyor. Bir devam hikayesi.

12 Eylül rejimi kendi sınırlarına bu son beş yılda yeniden taşınıyor. Kurumsal-bilimsel geleneklerin paşalar düzenine karşı bir güç olabilmesi nedeniyle var olan eleştirel bilim insanları, otuz beş yıl sonra yeniden üniversiteden tasfiye ediliyor. İmzalarını barış talebine koydukları gerekçe gösterilerek soruşturmalar açılıyor, savcılıklar harekete geçiriliyor, OHAK KHK’leri çıkarılarak Resmi Gazete’de adları yazılıyor. Hikâyenin o kısmı çok anlatıldı. Şimdi anlatacağım gelişme, girişin devamı. Ankara Üniversitesi’nde geçiyor. 12 Eylül cuntacılarının, sıkıyönetim komutanların, kuklaların, kuklacıkların failliğinde yaratılan zemine karşı yükselen, eleştirel bilim geleneğine yaslanarak gücünü kamusal bilgi üretimine dayanan akademik-demokratik mücadeleden alan bilim insanlarının ve bilim anlayışının tasfiyesi gerçekleşirken paşalarımızın gürültü istememesi hikayesi. Çünkü riyaziye çalışıyorlar. Riyaziye biraz nazari kalır, piyasada tutmaz; onlar hesap yapıyorlar. Son beş yılın hikayesi akademik paşalarımızın gürültü istememesi, hesaplarını yapma, işlerini görme hikayesi. Bu yüzden hikayemizde gürültü yapan, hesaplarını bozan meslektaşlarını beş yıldır ihraç ederek, güvencesizlik içinde tutarak, hatta yeri geldiğinde açıktan tehdit ederek işlerini görüyorlar. Beş yıldır öğrencilerin en küçük akademik-demokratik talebini şiddetle karşılıyorlar. Paşaların hesabının tutması için imzalar atıyorlar, adlarını meslektaşlarının akademik haklarının, hukuklarının karşısına koyuyorlar. Kuyuların karanlığına girip dışarıda savundukları ile içeride yaptıklarının arasındaki mesafeyi hesaplıyorlar; bununla orantılı gerekçeler uyduruyorlar. Paşalar hesap yapıyorlar. Adlarının değerini ölçüyorlar, biçiyorlar, bedel karşılığı hizmete sunuyorlar.

SONUÇ: 'İŞTE BİR BİR KIRIYORLAR DALIYLAN / YERYÜZÜNÜN OLGUNLAŞAN MEYVELERİNİ / ÇÜNKİ BİLİYORLAR VAKİT DAR / OYSA DALLARI KIRILMAYAN ÖLÜR MÜ SONSUZ AĞAÇ / HAYATI PEKİŞTİREN KÖKÜMÜZ VAR' (5)

Sonuçta otuz yılını Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde bir bilimsel geleneğin temsilcisi olarak, bilim alanındaki sorunları titizlikle tartışırken akademik özgürlüğü savunmaktan ve kamusal sorumluluğun gereklerini yapmaktan en küçük bir ödün vermemiş; üniversitede piyasalaşmanın, otoriterleşmenin, şahsileşmenin, bilimsel etkinliklerin yasaklanmasının, öğrencilere ve öğretim elemanlarına uygulanan şiddetin karşısında gürültü yapmış Doç. Dr. Meltem Kayıran’ın üniversiteyle ilişiğini haksız ve hukuksuz bir şekilde kestiler. Kalite standartlarını bir defa daha ortaya koydular. Kararın altına adlarını yazıp kuyularına girdiler. Karanlıkta korku, korkuda gerekçe üretecekler.

Sonuçta, o kuyular açılacak, içlerine ışıkla girilecek. Bütün bu suçları işleyenlerin hesaplarının neler olduğunu kendi adlarıyla kuyuya attıkları kağıtlarda bulacağız.

Paşalar, bunu dahil etmeyi unutuyorlar bitmeyen hesaplarına.

1- Ergin Günçe, “Ortalama Bir Tacir İçin Kurnazca Öneriler”, Türkiye Kadar Bir Çiçek, YKY, İstanbul, 2019.
2- https://www.evrensel.net/haber/395481/ankara-universitesi-sbf-dekanligi-akademisyen-alimi-objektif-kriterlere-uygun 
3- https://www.sabah.com.tr/gundem/2020/09/23/oda-tvnin-sakladigi-gercek-ortaya-cikti-akademisyen-fetoden-gozaltina-alindi-bylock-cikti 
4- Ece Ayhan, Riyaziye, Bütün Yort Savul’lar, YKY, İstanbul, 2010.
5- Arkadaş Zekai Özger, “Günler Perişan”, Sakalsız Bir Oğlanın Tragedyası, Ve Yayınları, İstanbul, 2016.


Dinçer Demirkent Kimdir?

1983 İzmir doğumludur. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Anayasa Kürsüsü’nde çalışmakta iken 7 Şubat 2017’de KHK ile ihraç edildi. Doktora derecesini aynı fakülteden, “Türkiye’nin Anayasal Düzeninde Cumhuriyetin İki Kuruluşu ve Dinamik Cumhuriyet Kavramı” başlıklı tezi ile almıştır. Doktora tezinden üretilmiş, Bir Devlet İki Cumhuriyet adlı kitabı Ayrıntı Yayınları’ndan, Murat Sevinç ile birlikte kaleme aldıkları Kuruluşun İhmal Edilmiş İstisnası kitabı İletişim Yayınları’ndan basılmıştır. Anayasa tarihi, cumhuriyetçilik, kurucu iktidar, siyasal temsil konuları üzerine çalışmalarını sürdürmektedir. Ayrıntı Dergi ve Mülkiye Dergisi yayın kurulu üyesidir; 2018-2021 yılları arasında Mülkiyeliler Birliği Genel Başkanı olarak görev yapmıştır. İnsan Hakları Okulu Derneği'nde akademik koordinatörlük görevini sürdürmektedir. Çeşitli dergilerde yazmaya, dersler hazırlamaya devam etmektedir.