YAZARLAR

Kraliçe’nin ölümü, Tarkan, önem ve değer karmaşamız

Bütün distopyalar bunu diyordu. Hapishaneler herkese yetmez, bizi kendi içimize kilitleyip, neşemizi çalarak bu işi kolayca hallederler. Hayatın yakıtı neşedir, bu olmadan, kalbi arada bir olsun hızlandırmadan, hiçbir şey üretemez, düşünemez, sağlıklı hareket edemeyiz.

“Zaman, her şey bir anda olmasın, mekân ise hepsi bizim başımıza gelmesin diye var.” Susan Sontag’ın iyi bilinen, çok sevdiğim bu sözü aklıma sık sık gelir. Ülke bu önermenin tam aksini ispat deneyi gibi bir yere dönüştüğü için sanırım, son zamanlarda daha sık geliyor.

“O kadar da olmaz canım,” denen her şey o kadar da oldu ki… “Kadar” terazimiz bozuldu. Günlük değişen fiyatlar karşısındaki algımızın bozulması gibi. Neye ne kadar üzüleceğimize, nasıl tepki vereceğimize karar vermekte güçlük çekiyor, olaylar karşısında hangi ruh halinde olmamız gerektiğini, hava durumuna bakıp giysi seçermiş gibi sosyal medyadan öğreniyoruz. Olayları ağırlığınca yaşamak ve hissetmek yerine, his taklidi yapan sosyopatlara döndük. Halbuki kalp ve akıl iş birliği uygun ölçüyü verir normalde. Hem şahsi hem de ülkesel ve evrensel dertler konusunda. İki yaşında çocuğun istismar sonucu balkondan atılarak katline ve bunun, haberi yapan gazeteci başta bir avuç insan çabalamasa nasıl hasır altı edileceğine ilişkin dehşet, üzüntü başkadır. 96 yaşındaki İngiltere Kraliçesi'nin ölümünden etkilenmek bambaşka. Karşılaştırmak da çok yersiz bunları.

Kraliçe Elizabeth

Kraliçe Elizabeth ölüyor. 96 yaşında, 70 senedir kraliçe. Herhangi bir kral ya da kraliçe için karalar bağlayacak değiliz ama bu önemsiz bir şeymiş gibi davranmak da acayip değil mi? Yıllardır provası yapılan olay gerçekleşince “ne demek bir devir kapandı… ne oldu da kapandı…” tepkileri geldi. Bunu “elin buruşuk monarşiği gitmiş, hiçbir önemi olmayan bir ihtiyar” türü tepkiler izledi. Yoo, öyle de değil. Birçok iyi yanı, birçok konuda kendine özgü tavrı olan, nihayetinde kraliçe doğmuş olmak gibi bir kaderi de hayatı boyunca yönetmesi gerekmiş bir kadın. Gücün en minimal düzeylerinin bile insanlar üzerinde ne gibi bir tahribat yarattığını gözleyebiliriz çevremizden. Kendi halinde, amaçları ve ilkeleri varmış gibi görünen birini 250 kişilik bir oluşumun başına koy da gör. Güç zehirlenmesi mi geçiriyor, kendi gibi mi kalıyor, bir insanı tanımanın en kestirme yolu. Bu bir de koca krallığın başı ve 70 yıl.

Kraliçe büyük erk sahiplerinin en kötüsü değildi. Kafamızı biraz çevirsek görürüz bunu. Ama bunu kraliçeyi güzelleyip aklamak için de yazmıyorum. Haberi alır almaz önce şaşkınlık belirten tweetler atmıştım çünkü bu öncelikle, kesinlikle gündem değiştirecek cinsten bir haberdi. İkinci olarak da Kraliçe’yi eninde sonunda muhakkak ki zalim bileceğimizi, aklımızda zarafeti, kendine özgü tarzı, yolu, yordamından çok elindeki kanla kalacağını da söyledim. Taht kanlı bir şeydir. Çoğumuz en azından “Game of Thrones” izledik herhalde. Sezonlarca oluk oluk kan aktı. Şimdi de “House of the Dragon”a bakanlar görüyordur.

Kraliçe Elizabeth tören kıtasını denetliyor

O masalsı, ihtişamlı tarih kanla yazılmıştır, monarşi bir zulüm düzenidir, aristokrasinin en seçkin giysiler içinde en güzel kadehleri tutan elleri asırlardır kanlıdır. Bu zulüm düzeni evet erkekleri de, ama yine öncelikle en çok kadınları ve çocukları ezer. Bu gücü devralan kadın da bu eril düzenin kurallarıyla oynamak zorunda olur, muhakkak ki yolda zalim ve hatta katil de olur. Bunları biliyoruz. Yine de dünya için bu kadar önemli bir figürün ölmesi, elbette gündemi meşgul edecek bir olaydı.

Her konuda, aksak terazinin bize düşen kefesini serçeler gibi kendi ağırlığımızla dengelemeye çalışırken öbür kefede filler düzenli olarak hacet gideriyor. Sistem içindeki ağırlığımız nereden baksan serçe kadar, hem de öyle görkemli bir serçe sürüsü de olamıyoruz. En sudan sebeplerle fikir ayrılıklarına düşen, asgari müşterek yoksunu serçeleriz biz. Kendi hayatımızın ve ülkenin geleceğini tayin konusunda küspe kadar ağırlığımız kalmışken herkes herkesle küsmüş gibi. Elbette sebepleri var ve derin. Elbette hiçbir büyük bozgun bir günde, bir yılda, yirmi yılda gerçekleşmiyor. Bugüne kadar gelmiş parantezlerin içi katliamlar, ayrımcılıklar, kendinden olmayana körlük ve hasır altı etmelerle dolu. Bu nedenle tüm bunlar bizi birbirimizi anlamaya da yaklaştırmıyor hiç. Peki nasıl çıkmalıyız bu döngüden?

Bireysel düzeyde yapılacak her öneri kişisel gelişim tavsiyesinden hallice geliyor kulağa. Yine de bakış açımızı biraz değiştirmemiz gerek, acilen. Başkalarının acılarına körlük seviyesini azaltmamız ve biraz soluk almamız. Önemli şeylere önemini iade etmemiz. Bize o kadar uzun zamandır kendi duygularımıza değer vermememiz öğretiliyor ki. Bütün doğal duygular bastırıla bastırıla, öfke, haset, korku gibi kendinin negatifine dönüşüyor. En olmadık yerlere ve kişilere patlıyor. Öfke ziyan oluyor, korku ve kaygı hareketleri kısıtlıyor. 7/24 iletişim halinde, korkunç bir iletişimsizlik içindeyiz. Herkes herkese doğuştan gücenikmiş gibi.

İnsanız ve sınırlarımız var. Kendimiz olabilmemiz için her gün biraz anlamlı bir şeyler okumamız, izlememiz, arada bir dostlarımızla çıkıp eğlenmemiz, son metroyu kaçırmamız gerek. Konserlere gidip kafa sallamamız, şarkılara bağıra çağıra eşlik etmemiz, kaptırıp oynamamız, kısa bir süreliğine de olsa o coşkulu birlikli sevinç halini tatmamız gerek. Yoksa solarız, kururuz, yaşayan ölülere döneriz. Bütün distopyalar bunu diyordu. Hapishaneler herkese yetmez, bizi kendi içimize kilitleyip, neşemizi çalarak bu işi kolayca hallederler. Hayatın yakıtı neşedir, bu olmadan, kalbi arada bir olsun hızlandırmadan, hiçbir şey üretemez, düşünemeyiz.

Tarkan İzmir Konseri 

Yasaklarla, katilleri salıp şarkıcıları abuk subuk suçlamalarla ev hapsine mahkûm ederek, festivalleri son dakikada, tuzaklı yasaklarla iptal ederek neşeyi kepçeyle çalıyorlar. Çoğunluk gün içinde içeceği çayın bile parasını hesaplamak zorundayken son olanaklarla kenara ayrılan neşeyi çalıyorlar. Elbette bundan çok daha vahim hak ihlalleri var, çalınan hayatların yanında çalınan neşe sözünü etmeye değmez görünüyor. Ama vaziyet böyleyken neşeyi çalmak da politiktir. Hayreti, önem hiyerarşisini çalmak da öyle. Önem sıraları farklı olsa da, hiçbiri önemsiz de değil…

Bu satırları yazarken, Ümit Kıvanç’ın, Tarkan’ın coşkulu İzmir konser görüntüleri üzerine “muhalefet stratejisini neşe üzerine kurmalı” türünden bir paylaşıma karşılık yazdığı şu sözü gördüm: “Buzlukta bekletilen çocuk cesetlerinin hesabı nasıl sorulacak neşe içinde?" O kadar haklı ki. Elbette neşesi çalınan çoğunluk, hayatı başından sonuna cehennem kılınmış ötekilere göz/kulak tıkarsa o neşe bencil bir hezeyandan öte bir şey olmaz. Neşe önemli hatta hayati, ama başkalarının acılarına gözü kapalı olmadığı sürece. Aksi halde kötü adamların kahkahasıyla dolu ortalık, o neşeden dünyaya hiçbir hayır gelmiyor. Dengeyi sağlamak imkânsız mı peki? Yine dönüp dolaşıp kaymış iç terazilere geliyoruz.

Tarkan’ın İzmir’de ücretsiz verdiği, bir gün önce yıkılan sahneye rağmen de vermekten vazgeçmediği konser elbette büyük olaydı. Bir kere çok büyük bir neşe imkânı. Biraz eğlenme, biraz umutlanma, altı dolu olsun boş olsun, birlikte coşkulanma imkânı. Hiçbir zararı olmaz böyle bir dönemde, olası faydalarıysa saymakla bitmez.

Bir haftadır hayat memat savaşı veren canım kedim Aliş’le, minik masum taburcuyla eve gelir gelmez ilk yaptığımız, açıp konserin videolarını izlemek oldu. E bu büyük yasaklar zamanında, imkân olsa suratımızdan gülüşümüz çalınacakken o kadar insanın bir arada coşkuyla eğlenmesi de az şey mi… Üstelik de sahnede Tarkan var.

Tarkan’la ilgili şu ana dek birkaç yazı yazdım. Çok severim. Hiç yanlış bir yerde durmadı. Hasankeyf tavrından Ceylan Önkol için Sezen Aksu’yla birlikte yaptıkları şarkıya, “Savaşa Hayır” deyişine, özel hayatının sorgulanmasına karşı gösterdiği dimdik duruşa kadar, sahne hayatının başından beri onlarca örneği var doğru yerde duruşunun. Son olarak “Geççek” de kesinlikle pandemi şarkısı değildi malumunuz.

Tarkan’ı gerçek bir star yapan tüm özelliklerinin, şeytan tüyünün, doğal yeteneğinin, sesinin, görünümünün, o yıldızlar kadar uzak ama komşu oğlu kadar yakın halinin, tüm bu özelliklerinin yanında bir de cesareti var. Daha önceki star temalı yazılarımda da defalarca vurguladığım bir şey bu. Star kumaşına sahip olmakla sürdürülebilir starlık arasında da bir ayrım var. Kendi olma ve kendi kalma cesareti, kudreti sağlıyor çoğunlukla bu ayrımı. Şöhretin, gücün bir insanı hiç bozmaması o kadar ender rastlanan bir şey ki. Üstelik bir monarşiyi değil kendini yönetmesi gerektiği için bir starın bunu başarması da mümkün ama nedense çok az kişi yapabiliyor. Bunca yılda Tarkan’ın ne gözünün feri söndü, ne tevazusu eksildi, ne “daha daha daha” dedi… Gücü arttıkça kaybetme korkusu artmadı. Bu zaafların hiçbirine düşmediği için de, elbette, bugüne kadar ışığıyla geldi.

Bu “kendisi olma hali”nin şöyle bir yanı da var: Starlık ya da her tür yaratıcılık hayli parçalanmış bir benlik algısı üzerine oturtuluyor. İnsanların yazdığı başka, yaptığı başka, sosyal medya personalarıyla gerçek kişilikleri bambaşka olabiliyor. Halbuki (tabii bununla bin farklı türden karakter içeren kurmaca eserlerin yazımını kastetmiyorum, bu konu üzerine daha sonra yazacağım) yazarken, yaratırken, şarkı söylerken ve yaşarken temelde aynı kişi olmak da bir cesaret ve tutarlılık işi. Elbette ki bir şarkıcı ya da dansçı en çok sahnede “kendisi gibi” olur. Ama sahnede o kadar cilveli, cinsiyetler ötesi, gülüşlü öpüşlü bir şahıs gerçek hayatta ekibindekilere kan kusturan, kadınlara şiddet gösteren, tacizci, aşırı kontrolcü ya da dans etmeyen, mendebur bir herif olsa Tarkan Tarkan olmazdı. Ki bunun da çok örneği var. Tarkan her yerde Tarkan. Onu Tarkan yapan da bu işte. Riyasızlığı, kendisiyle kurduğu anlaşmayı dışarıya çok karmaşık olmayan biçimlerde olduğu gibi yansıtabilmesi. Bundan da hiç çekinmemesi, ağır adam triplerine girmemesi, hafifliğinin içinden çıkardığı derinlik, hayatın üstünde daima tüy gibi süzülebilmesi. “Erkek adam” tanımlarını kıvıra kıvıra alt üst ederken bu kadar kişinin kalbini kolaylıkla çalabilmesi…

9 Eylül İzmir konseri Tarkan olmasa olmazdı. Öte yandan insanların bir vesileyle bu yasaklar cehenneminde eğlenip umutlanmaya da çok ihtiyacı vardı. Neşeyi çalmak politiktir. Neşe bir lüks değil bir haktır. Başkalarının acılarına göz ve kulak sımsıkı kapatılmadığı sürece…


Zehra Çelenk Kimdir?

Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.