Klasik kemençenin tellerinde özgürlük arayışı: Nağme Yarkın

Nağme Yarkın ile klasik kemençe ile kaydettiği çoksesli albümünü, albümün ilk şarkısı 'Özgürlük Zeybeği'ni ve enstrümanıyla arayışında olduğu içsel özgürlüğün ne demek olduğunu konuştuk.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Nağme Yarkın, müzisyenlerle dolu bir ailede doğup büyümüş. Kuşaklardır müziğin içinde olan ailesinin yönlendirmesiyle 3 yaşında piyanoyla çıktığı müzik yolu onu bir zaman sonra klasik kemençeye götürmüş. Klasik eserleri yorumladığı repertuarın yanı sıra farklı gruplarla caz gibi modern müzik arayışlarının da içerisinde olan Yarkın, hazırladığı albümün ilk eseri 'Özgürlük Zeybeği'ni yakın zamanda müzikseverlere sundu. 

Nağme Yarkın ile 'Özgürlük Zeybeği'nin yayınlandığı günlerde konuştuk.

'MÜZİK ÇALMAKTAN MÜZİK OLMAYA...'

Özgürlük Zeybeği'nden bahsederek başlayabiliriz. Adı neden ‘Özgürlük Zeybeği’?

Özgürlük büyük de bir sorumluluk biliyorsunuz. Özgürlüğün peşindeyiz her zaman ama onun getirdiği sorumlulukları da sırtlanmamız gerekiyor. Aslında buradaki özgürlük tabii ki şu anda dünyanın içinde bulunan, insanların sahip olamadığı, genel hayatlarımızda maddesel bir özgürlüğün yanında manevi bir özgürlüğü de barındırıyor. Çünkü esas özgürlük içeride başlıyor. Biraz buna sahip çıkmak ya da bunun farkına varmak, bu yola girmek, aslında birazcık da bunu insanlığa tekrar hatırlatma adına kendi bireyselliğimizin, kendi hayatımızı ne kadar özgürce yaşayabildiğimizin bir sorgusunu ve ardından tabii ki toplumlar olarak ne kadar özgür bırakılabiliyoruz, biraz bunun vurgusunu yapmak istedim. Aslında hepsi iç içe, hiçbiri birbirinden bağımsız değil. İnsan kendi içinde özgürlüğü bulduğu zaman dışarıda da bunu yakalamaya ya da bunun içinde olmaya çaba gösteriyor. Tabii ki illa bizim toplumumuzdan bahsetmiyorum, tüm dünyada insanlar aslında birazcık da ifade sorunu yaşıyorlar, özgürce kendilerini ifade edemiyorlar çoğu ülkede. Öyle hissettirilse bile öyle bir şey yok, özgürce yaşayamıyor halklar bu dünyada ama inanıyorum ki ben bir kırılma noktası oluyor, önümüzdeki on yıl içinde daha farklı yerlere geleceğine inanıyorum. Özellikle insanların içten dışa doğru olursa bu daha sağlıklı olacağına inanıyorum. Umarım bu da bir başlangıç olur.

Siz bunu müziğinizle ve özellikle zeybek formuyla nasıl bağdaştırdınız? Bunun bir ilişkisi var mı mesela, özgürlük fikriyle?

Tabii ki, zeybeğin içinde özgürlüğü ve bir kendi felsefesi var, bunu hepimiz biliyoruz. Baktığınız zaman erkeklerin dansı gibi gözükse de kadınlar da zeybek dansı oynuyor veya bunu sergiliyor. Bu, özgürlüğün de dansı aynı zamanda. Dans zaten başlı başına bir özgürlük ifadesi diyebilirim. Sanatların hepsi öyle aslında, müzik, resim... Tabii ki taklitle başlıyor her şey ama sanatçı ya da sanat, yapılan müzik ne kadar özgünleşebiliyorsa ya da sanatçı orada kendini aradan çıkarıp sanat olabiliyorsa ve eğer o sırada artık "Ben aracıyım" konumuna geliyorsa özgürlük orada başlıyor. İnsan kendini ortadan kaldırdığı zaman özgürleşebiliyor. Genel olarak ne olduğumuzu arıyoruz ama bu yola hep olmadıklarımız ile çıkıyoruz. Aslında olmadıklarımızdan arınırsak, olduğumuz şeye doğru içsel bir özgürlüğe kavuşacağız. Müzik çalmaktan, müzik olmaya...

Üzerimize aldığımız bütün kimlikler, kendimiz zannettiğimiz bütün özellikler aslında bize zaman içinde yapıştırılmış ve sadece geçmiş tecrübelerimize bağlı şeyler. Biz kendimize ne kadar özgürlüğün kapılarını açabiliyoruz? Ne kadar kendi alışkanlıklarımızı ya da kendimizin sandığımız alışkanlıklarımızı bırakabiliyoruz? Esas içsel özgürlükten bahsettiğim bu. Değişim adı altında kendimize ne kadar geri dönebiliyoruz, ne kadar hatırlayabiliyoruz zaten bildiğimiz şeyleri? Aslında bu. Kendi müziğimle ilgili de şöyle bir şey söyleyebilirim: Bu gelecek olan albüm yine benim bestelerimden oluşuyor. Bu biliyorsunuz kemençe, “İstanbul kemençesi” ve belli bir repertuar var tabii, özellikle 18. yüzyıldan itibaren, Tanburi Cemil Bey'le, Vasilaki'yle, Nikolaki'yle, artık Osmanlı Sarayı'ndaki incesaz heyetine girmesiyle beraber belli bir repertuar oluyor. Dönemler ilerledikten sonra tabii ki Tanburi Cemil Bey'in kendi üslubunu ortaya koymasıyla, ardından gelen İhsan Özgen gibi bir ustanın hem klasiği çalmasıyla hem de yeni şeyler ortaya koymasıyla kemençenin repertuarı değişiyor. Ben de yıllar içinde çok fazla klasik müzik çaldım, Klasik Türk müziği, saray müziği icra ettim. Fakat içimde, piyanoya üç yaşında başlayıp ardından doktoraya kadar kompozisyon eğitimi aldığım için başka bir müzik var ve bunu ifade edebileceğim kemençe var, piyano var. Kemençeyle bu müziği yapmak istedim. Aslında benim hedefim çoksesli müzik yapmak değil, kendi müziğimi yapmak. O yüzden bu albüm benim için tamamen özgürce kendimi ortaya koyduğum, bir nevi aslında her şeyi dinleyiciye bıraktığım, tamamen açık bir şey. O yüzden de çok heyecanlıyım, nasıl tepkiler alacağımı bilmiyorum. Ama ilk single için gelen tepkiler çok çok güzel, en azından duyulması benim için çok önemli.

'TÜM ENSTRÜMANLAR ÖZGÜRDÜR'

Özgürlük olgusundan devam etmek istiyorum. Enstrümanınız zor bir enstrüman ama bir yandan da perdesiz, yani sonsuz ses olanağı tanıyor. Bu da kendi içinde bir paradoksu barındırıyor. Sizin enstrümanınız özgür bir enstrüman mıdır? 

Enstrümanların hepsi özgür aslında. Enstrümanlara bu sınırları koyanlar, icracılar. Herkes kendini çaldığı için, eğer sınırlı bir bakış açınız varsa sınırlı bir şekilde icra edeceksiniz demektir. Her enstrüman harika, her enstrüman bence mükemmel ve ayrıca zor. Bir örnek vereceğim, babamdan, hep anlattığı bir örnek: Mesela darbuka zamanında çok itilmiş. Ama adı üstünde: Darb-u ika. İka da usulle prozodinin uyumu. Aslında en eski ritim enstrümanlarından bir tanesi. Şimdi bu icracıya göre değişir. Öyle bir darbuka dinlersiniz ki sizi müzikten soğutur, ama öyle bir darbuka dinlersiniz ki mest olursunuz. Şimdi aynısı bütün enstrümanlar için geçerli. Enstrümana özgürlüğü veren aracısı, yani biz, icracısı. Tabii ki enstrüman çok zor ama kemençe henüz evrimini tamamlamış değil. Hâlâ yenilikler aranıyor. Çünkü icracılar yeni müzikler çalmaya başladığı zaman... Mesela biz kardeşim Baturay Yarkın ile caz icra ediyoruz, kendi bestelerimizi de çalıyoruz. Burada çok farklı teknikler var, atlamalar var, başka şeyler var. Buna göre benim ihtiyacım doğrultusunda luthier Murat Yerden ile konuşuyorum örneğin. Çok yenilikçi bir bakış açısına sahip ve onun gibi genç, daha doğrusu zihni genç luthierler oldukça enstrüman da hem biraz daha kendini geliştirmeye ve özgürleşmeye de adım atacak diyebilirim.

O halde siz ihtiyaç doğrultusunda birtakım modifikasyonlar yapıyorsunuz enstrüman üzerinde öyle mi?

Kesinlikle öyle. Bir işin içindeyken siz ne kadar zorlandığınızı çok anlamazsınız çünkü onu yapmaya uğraşırsınız. Ama dışarıdan biri, ki o luthier’imiz işte, "Burasını şöyle yapsak daha rahat edeceksiniz gibi gözüküyor," deyince "Evet, bir deneyelim" diyoruz. Karşılıklı bir mesai harcıyoruz. Sizi oraya da davet etmek isterim, inanılmaz bir atmosfer, bizim kemençevîlerin buluşma noktası, hatta tüm musîkişinasların buluşma noktası diyebiliriz. Yani, devam ediyoruz arayışlara.

Kemençeyi çoksesli kullanacaksınız bu albümde, ilk single da öyleydi. Bunun örnekleri var mı daha önce?

Var. Bir kemençe ailesi çalışması olmuştu daha önce, Cüneyt Orhon’un. Daha doğrusu bir kemençe ailesi çalışması yapmak istediler, bastan tize doğru ses karakterli. Bunun aslında orkestrası kurulmaya çalışıldı o dönemde ama maalesef ilerlemedi. Bunun için özel yazılmış eserler de oldu. Ama dediğim gibi bir kayıt altında olsa da ben henüz iyi bir kaydına rastlayamadım. Ama var, bununla ilgili çalışmalar da var. İTÜ'de, Prof. Dr. Gözde Çolakoğlu Sarı'nın çoksesliden ziyade kemençe ailesiyle ilgili yapmış olduğu çalışmalar var.

KEMENÇEDE ARAYIŞLAR...

Zor mu peki çoksesli müziği kemençede icra etmeye çalışmak?

Şöyle ki, kemençeyi biraz değiştirdim ben. Kemençenin akordunu da değiştirdim daha bas sesler elde edebilmek için. Biraz teknikle, teknik bilince aslında zor değil. Ama bizim enstrümanımız iki oktav aslında, o yüzden de ne kadar farklılaşabilir? Bu farkı da işte bas temelli kemençenin biraz daha akordunu değiştirerek hem de farklı ses sahaları, daha doğrusu aynı soprano kemençe kullandım hepsinde ama kimisi 80 yıllık kemençe, tabii o zamanki müzik anlayışı biraz daha tiz, daha ince karakterli. Farklı kemençelerle bir parçayı çalıp sanki bir kuartet dinliyormuş gibi, önce tiz karakterli soprano, sonra alto, tenor ve bas olarak kullanmaya çalıştım. Tabii ki bunlar oldukça emek ve çalışma istedi. Bizim kemençede bir enstrümanın bile akordunun tam oturması bir şeydir, zordur diyebilirim ya da gerçekten tecrübe ve emek istiyor. Dördünün de bir arada çalınması emek ve zaman istedi.

18 eser çok ciddi bir sayı. Bunları hep tek tek mi yayınlayacaksınız? Bir soru daha sorayım, kayıtlar bitti mi ve o kayıt süreçleri nasıl oldu?

Şöyle bir şey oldu, pandemide gittikçe artan bir üretim oldu, her şey hazır, o açıdan ben hayatımın en şanslı dönemlerinden biri olarak yaşadım pandemiyi çok şükür. Oraya yönelebildim yani, gerçekten kapattım kendimi, ne televizyon izledim ne dışarı çıktım, bir inziva yaşadım. Bir de ben üniversitede hoca olduğum için online devam ediyorduk derslere, evde olmam gerekiyordu zaten, genellikle evdeydim. Bunu bir dengeye oturtup bu şekilde devam ettim. Yalnız yaşadığım için de soyutlanmam çok kolay oldu. Bu dönemi böyle faydalı düşünüyorum kendi adıma. Bana sorsanız ben bugün bütün parçaları bir anda yayınlama taraftarıyım. Çünkü şöyle hissediyorum; bir mahsul, bir ekin zamanı vardır. Bir tohum ekersiniz, sanki o besteleme kayıt dönemi o tohum dönemiydi. Sonra o çıkar, çıktı onlar, ben biliyorum, dinliyorum hepsini. Bunların hepsini toplayayım ki diyorum bir an önce yeni mahsuller ekebileyim. Biliyorsunuz, çıktıktan sonra ürünleri tuttukça onlar bozulur ve kullanamayacak hale gelir, taze taze vermek istiyorum. Ama genel olarak dünyada üretim, daha doğrusu tüketim çok hızlandığı için, bir videoya üç saniye bile vermiyormuşuz sosyal medyada... Ben gerçekten bir tanıtımı tek vermek istedim ki bunu aslında prodüktörler de böyle istedi, Kalan Müzik'ten çıktı, onlar da bunu tek tek vermenin daha dinlenebilir olduğunu söylüyorlar. 18 parça, evet. Hepsi çok çok uzun değil, değişik sürelerde, kendi içinde farklılıklar var. O yüzden sanıyorum yılsonuna doğru bütün albümü çıkaracağız. Sanırım bir tane daha single olacak, o parçanın adı 'Göbeklitepe'de Dans'/ 'Dancing in Potbelly Hill'. Onun için de heyecanlıyım, o da farklı oldu. Ama sonra artık benden çıksın, yenileri gelsin diye gün sayıyorum. Kayıt sürecine gelince... Ben aslında bu albümü diğer kemençe icracısı arkadaşlarımla birlikte kaydetmek istedim, çünkü biraz daha bütüne hitap etmesini istiyordum. Fakat pandemi araya girince öyle olamadı. Bu noktada herkes çok fazla yoğun ve kimseden böyle bir özveriyi, benim hissettiğim aşkı hissetmelerini bekleyemezdim ve bir araya geliş olamadı. Bu noktada dedim ben kendim kaydedeceğim. Ozan Sarıer var, çok sevgili arkadaşım, o da MİAM'da İTÜ'de öğretmen, doktor. Onunla konuştuk onunla biraz denemeler yaptık stüdyoda. Nasıl yapsak, şöyle mi yapsak diye sorgularken bana çok yardımcı oldu. Fakat ben esas kayıtları, albümde yapılacak kayıtları evde kendim aldım tek başıma. Hem kayıta bastım hem çaldım, bu yüzden de biraz uzun sürdü.

Siz müzik dolu bir ailede doğup büyüdünüz, bu anlamda çok da şanslısınız. Kemençeye nasıl yöneldiniz, o nasıl oldu?

Önce piyanoyla başladım, annemle babam da tabii, Fahrettin Yarkın, Füsun Yarkın. Onlar da konservatuar mezunu ve kulağımın iyi olduğunu görünce önce piyanoya yönlendirdiler. Faris Akarsu'dan piyano dersleri almaya başladım üç yaşında. Sonra beş yaşında İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı'na yarı zamanlı girdim, orada piyanoya devam ettim fakat bir şekilde piyanodan soğudum. Sonra ben “başka bir okula gitmek istiyorum” dedim, “başka bir enstrüman çalacağım”. Mimar Sinan'a girdim, bir de İTÜ'ye girdim. Ailem bana hiçbir zaman Türk Müziği eğitimi vermedi, öyle bir ortamımız olmadı. Fakat dedem Kamuran Yarkın, tanbur sanatçısı ve 'Sen Kimseyi Sevemezsin'in bestecisi. O ne zaman gitsem elinde tanbur, tanburu duyarak büyüdüm. Tabii ki biliyorum nasıl bir ortam var. Ama müziği yapmaya hiç çalışmadım o yaşlarda, zaten biraz da zor yani, 11 yaşına kadar ilgi alanıma pek girmedi. Ben Mimar Sinan'ı da İstanbul Üniversitesi'ni de birincilikle kazandım o yıl, çünkü müzik geçmişim olduğu için, bir de piyano çalıyorum. Bana Mimar Sinan'da piyano vermek istediler. Ben dedim asla çalmayacağım. Bu kadar da dirayetli durduğum için geçmişteki kendime de teşekkür ediyorum çünkü o yaştaki bir çocuğun, bilmiyorum, 11 yaşında "Asla istemiyorum" diye durması da bir şey yani. Şimdi bu yaşta bile belki bazı şeylerde böyle duramıyorumdur. Sonra dedim İTÜ'ye gideceğim. İTÜ'de de "Hangi enstrümanı istiyorsan seç," dediler bana, o hakkı veriyoruz. Burada da tabii ki dediğiniz gibi ailenin şansı çünkü çevrede herkes o enstrümanlardan birini çalıyor. Tek tek dinlemeye gittim ben, kanunu birinden, tanburu birinden. Kemençeyi de Derya Abi'den dinledim, Derya Türkan, aile dostumuz. O tabii büyük bir şans oldu, çünkü onun çıkardığı ton beni çok etkiledi. Bir de tabii daha küçük, daha rahat taşırsın, biraz da öyle bir yönlendirme de oluyor ya çocuk yaşta. Yani öyle çok çok çok bilinçli bir yaşımda olmadığım için biraz tabii ki hislere dayanarak bu kararı vermiş oldum. Ve tabii ki çok mutluyum ilişkimiz devam ettiği için.

‘SANAT HEPİMİZDEN BÜYÜK’

Geleneksel enstrümanları modern müziklerle, cazla başka füzyonların yapılabileceği tarzlarla birleştirme meselesi hem çok sevilen, özellikle bizim coğrafyamızda Doğu'yla Batı'yı birleştirmek gibi konseptler altında, ama bir yandan da bazen gelenekselciler tarafından çok da eleştirilen bir şeydir, değil mi?

Evet, ama bu da nereden bakıldığıyla biraz alakalı. Geleneksel müziğin, teksesli bu muhteşem müziğin kesinlikle çoksesli olmaya ihtiyacı yok. Ama bu ihtiyaç meselesi değil. Tek başına icrası kaliteli olduğu sürece dinlemeye açığım. Son zamanlarda ona bakılırsa bu müzikte de çok fazla yozlaşma görüyoruz zaten. Yine dediğim gibi, müzikten ziyade icracılardan kaynaklanıyor. Şimdi gelenekselciler beğenmeyebilir, tabii herkes kendini bir kategoriye koymak istiyor, bir kişiyi anlamak için bir kategoriye koymak istiyorlar. Ben her zaman dediğim gibi, kendime ulaşma yolunda müzik var yanımda. Müzikte de şu anda yapıyorum, bu benim şu andaki durumumu yansıtıyor, caz çalmak. Çünkü caz dinlemeyi çok seviyorum, çalmaya da çalışıyorum, böyle bir şansım da var şükür. Ben yenilikleri destekliyorum tabii ki her zaman. Zaten bu dönemden önce dediğim gibi İhsan Özgen gibi bir usta neler yapmış, o da piyanoyla çalmış, Barok müzik yapmış, Mutlu Torun'la beraber inanılmaz kayıtları var. Yani o da hep bir arayış içindeymiş ama yeri geldiğinde klasik müziği de en uygun üslubuyla icra etmeyi bilmiş. Burada bazı noktalarda, belli bir noktada kalmak isteyen ya da sadece bunu başarabilen insanlar onu yapıyorlar, arayışa girmiyorlar. Bu aslında hayata bakış. Çünkü evet, o bizim köklerimizde olan bir müzik ama yeni bir şey de söylemek lazım. Sanat hepimizden büyük. Bu arada gelenekçi, klasikçi, yenilikçi değil, bence sanat dediğimiz şey, müzik dediğimiz şey insan, bireysellik anlamında hepimizden çok büyük ve hiçbirimize ait değil. Hiçbirimiz onu alamayız. "Kemençeyi en iyi ben çalıyorum” veya "Türk müziğini en iyi ben icra ediyorum", "En iyi cazcı benim"… Böyle bir şey yok. Bu çok komik bir şey yani, "Gelenekçiyim, Osmanlı müziğini en iyi ben icra ediyorum" demek... Hem de çok fazlayız artık. Sen kime hitap ediyorsan o seni dinleyecek, bu dinleyicinin takdiri zaten. Bunu kimse tekeline alamaz. Bu sanat dediğimiz şey, insandan büyük bir şey yani.

Peki, caz dinleyicisi nasıl karşılıyor sizi?

Artık Türkiye'de çok alıştılar. Dediğiniz gibi, bu topraklarda bu füzyona çok merak var. Zaten 70'lerden itibaren caz müziğin içine Türk müziğinin makamlarının, usullerinin girdiğini görebiliyoruz caz füzyon albümlerinde. Yurt dışında çok çok daha fazla ilgi var etnik caza. Biz daha geçen hafta Montenegro'dan geldik ve orada Montenegro Caz Festivali'nde çaldık, gerçekten büyük bir kitle vardı ve herkes gerçekten çok büyük bir hayranlıkla dinliyor. Çünkü evet, yeni bir şey değil, ama biz de kendi bestelerimizi çaldığımız için yeni. Tabii standartlar da koyuyoruz. Yani yurtdışında çok daha fazla ilgi var; işte İtalya'da, Arnavutluk'ta, Hırvatistan'da... Amerika'da da çaldık bu şekilde, Yo Yo Ma'nın projesinde kardeşim Baturay Yarkın ve ben üç yıl üst üste oraya gittik ve icra ettik. Hem de Osmanlı müziği, Türk müziği workshopları verdik. Yurtdışında çok fazla ilgi var ve öğrenmek istiyorlar ama insanların anlayabileceği şekilde anlatmak lazım. Basit anlatmak zordur ya hiç bilmeyenlere, o noktada iletişim önemli yani, insanlar daha çok ilgi duyuyorlar. Bir şeyi çok fazla zorlaştırmaya gerek yok. Evet zor, ama bunu "Zor zor" dedikçe insanlar da uzaklaşıyor. "Zor ama yapabilirsiniz, dinleyebilirsiniz," dedikçe insanlar daha fazla ısınıyor, tanınmaya başlıyor. Ki zaten eski ustalar buna zaten başlamışlar, Necdet Yaşar olsun, Cinuçen Tanrıkorur olsun, çok çok önemli işler yapmışlar yurtdışında Türk müziğini layığıyla tanıtma adına. Amerika'dan bir sürü davet almışlar. Tüm dünyada bunu tanıtmışlar. Hepsinin farkında olarak devam ediyoruz diyelim. Çok memnunum caz dinleyicilerinin tepkilerinden.

Son olarak, bu ikinci eseri ne zaman dinleyeceğiz?

İkinci eser Haziran’ın sonuna doğru umarım gelecek.