Albert Memmi’nin portreleri: Sömürgecilik ve kimlik

Şöhretini Portre’yle kazanmış olduğundan, Albert Memmi’nin yazarlık kariyerine bir romanla başladığı gözden kaçırılır. 1953 yılında yayımlanan ve Albert Camus tarafından bir sunuş yazılan Tuzdan Sütun romanının konusu azınlık toplumsal deneyimidir. Camus, Memmi’nin azınlık konumunun ikili niteliğinden söz ederek başlar. Kitabın yazarı Tunus’tandır ama ne Tunuslu ne de Fransız’dır tam olarak. Tunuslular için Fransız, Fransızlar için Tunuslu olabilecek biri.

Google Haberlere Abone ol

Fırat Mollaer

Tunuslu-Fransız yazar, sosyolog ve düşünür Albert Memmi (1920-2020) geçtiğimiz günlerde aramızdan ayrıldı. Görünen o ki, bu kayıp, Arap edebiyatıyla ilgili birkaç sosyal medya mecrasıyla Tunus ve Fransa basınının küçük bir kısmı haricinde yankı uyandırmadı. Bunda Memmi’nin siyonizmle ilgili tutumunun payının ne olduğunu kestirmek zor. Oysa, bu konuda tartışmalı bir yaklaşımı olmasına karşın, sömürgecilik karşıtı literatürün önde gelen isimlerinden biri ve Sömürgecinin Portresi, Sömürgeleştirilenin Portresi kitabının (1957) yazarı olarak anılmayı hak etmiyor muydu? Hem de Amerika Birleşik Devletleri’nin sokakları bugünlerde tam da onun teşhis ettiği sorunlar nedeniyle kaynayıp duruyorken...

Söz konusu kitap, çağdaşı Frantz Fanon’un (1925-1961) Yeryüzünün Lanetlileri eserinin tanınırlığına ulaşamamış olsa bile, sömürgenin temsili ve sömürge söylemi kuramı açısından göz ardı edilemez yerini edinmeyi bilmiştir. Kuramın son temsilcilerinden biri olan Edward Said (1935-2003), Memmi’nin kitabının hem sömürgeciyi hem de sömürüleni kendine özgü yasaları olan özel bir dünyaya yerleştirdiğini yazar. Bu bildirim, Yeryüzünün Lanetlileri’nde (1961) patlayıcı bir maddeye dönüşecektir: Sömürge kenti, kendi iç evrimi dahilinde ortadan kaldırılamayacak iki uzlaşmaz dünyaya bölünmüştür: Sömüren-sömürülen. Eleştirel kuramla ilgilenen çoğu kişinin artık âşina olduğu bu teşhis, Memmi Portre’yi (1957) kaleme aldığında özgün ve devrimciydi.

Sömürgecinin Portresi, Sömürgeleştirilenin Portresi, Albert Memmi, çeviri: Şen Süer, Versus Yayınları, 2009.

AZINLIK DENEYİMİ  

Memmi, 1950’lerin ilk yarısında yazı hayatına başladığında çevresini kuşatan iki deneyim yapısı vardı: Bunlardan biri, Tunus toplumundaki kendi karmaşık konumuydu. Memmi, başkent Tunus’un dışındaki Yahudi gettosunda doğmuştu. Annesi Berberi, babası İtalyan-Tunuslu bir Yahudi’ydi ve aile diğer tüm Tunuslular gibi yurttaşlık haklarından mahrumdu. Fakat Yahudi topluluğu, sömürge toplumu “piramidi”nin temelini oluşturan Müslüman çoğunluğun bir derece üstünde yer buluyordu. En önemlisi, kendisini en tepedekilerle özdeşleştiren Yahudi topluluğunun arzusu piramidin çökmemesiydi. Bu hususi konum, Memmi’nin Portre’ye (1957) 1965’te yazdığı önsözde kitabın kaynaklarıyla ilgili dikkat çektiği “gerçek deneyim”in koşullarından birini teşkil eden azınlık deneyimiydi. Aynı yerde, Portre’nin yazarı olarak, Cezayir sokaklarında Fransızlar’la omuz omuza silah taşıyan “Yahudi yoldaşları”yla ilişkilerinin hiç de kolay olmadığını yazar. Bu deneyim yapısının ürettiği çelişkiler, Memmi’nin bütün düşünsel serüvenine damgasını vuracaktır.

Şöhretini Portre’yle kazanmış olduğundan, Memmi’nin yazarlık kariyerine bir romanla başladığı gözden kaçırılır. 1953 yılında yayımlanan ve Albert Camus tarafından bir sunuş yazılan Tuzdan Sütun romanının konusu azınlık toplumsal deneyimidir. Camus, Memmi’nin azınlık konumunun ikili niteliğinden söz ederek başlar. Kitabın yazarı Tunus’tandır ama ne Tunuslu ne de Fransız’dır tam olarak. Tunuslular için Fransız, Fransızlar için Tunuslu olabilecek biri. Komşu Fransız Cezayir’inde doğmuş olan Camus’nün 1950’lerde üzerinde durduğu, hatta 1957’de Nobel edebiyat ödülü alan Sürgün ve Krallık adlı öykü kitabında işlediği bir sorun. Fransız sömürgelerinde, yerli halka Fransız, Fransızlar’a yerli halktan görünen azınlık karakterlerin kırılgan ve çelişkili toplumsal konumları.

Camus, kendi düşünsel çerçevesi içinde “varlığın imkânsızlığı” olarak tanımlar durumu. Memmi’nin “bir Yahudi’nin varlığının zorluğu” hakkında yazmasına ek olarak, kahramanın dahil olamadığı çoğunluk kültürü ve bütünüyle katılamadığı Fransız kültürü arasında seçim yapmaya zorlandığı bir an vardır. Camus’nün bahsettiği bazı izlekler, Tuzdan Sütun’un ilk baskısından 60 yıl sonra yazılan yeni önsözde Memmi tarafından da teyid edilir. 2013’te kaleme alınan bu önsözde, genç bir adamın zorlu yolculuğundan, korkuları, aşağılanmaları ve kültürel arada kalmışlığından söz edilir.

Memmi’nin geriye dönük yorumunun yeni önsözün yazıldığı dönemde hâkim olan postkolonyal kimlik tasavvurlarından ne kadar etkilendiğini tahmin etmek kolay değil. Kimlik teriminin çağdaş etkisinden dolayı, 1953 tarihli romanın ana fikrinin “kimlik sorunu” olduğundan bugünlerde çok az kişi kuşku duyardı herhalde. Fransa’nın tanınmış kalemlerinden Camus’nün yazdığı önsözün etkisiyle, o dönem Amerikalılar’ın da ilgisini çekmiş olacak ki, “kimlik”in yayılmacı anlamına kazanmaya doğru yol aldığı ve sıklıkla kullanılmaya başlandığı bir dönemde, The New York Times’da (1955) kitap hakkında “Umutsuz Bir Kimlik Arayışı” başlığını taşıyan bir yazı çıkar.

Söz konusu arayış, Memmi’nin azınlık deneyimi açısından düşünüldüğünde, bütünüyle yanlış bir tanımlama sayılmaz. Buna karşılık, Memmi’nin düşüncelerini kimlik teriminin sabit anlam çerçevesine indirgemek de doğru olmaz. Susie Linfield, Arendt’ten Chomsky ve Memmi’ye, siyonizm-sol ilişkisini değerlendirdiği ‘The Lions’ Den adlı kitabında, çok az insanın miras alınmış ve seçilmiş kimliklerini Memmi gibi tek bir bünyede birleştirebileceğini yazar: Bir Yahudi, Arap, Afrikalı, milliyetçi ya da ulusal bağımsızlık yanlısı, enternasyonalist, seküler, sosyalist, anti-kolonyalist, Siyonist. Camus’nün erken bir tarihte teşhis ettiği seçim unsuru işte burada devreye girer. Memmi’nin devralınmış kimliklerinin yanı sıra seçilmiş politik kimlikleri de vardır. Bu karşılaşma ise, bütünüyle özgür iradenin komutasında ve tarihsel mücadelelerden bağımsız meydana gelmez. Hangi kimliğin nasıl seçileceği meselesi, nesnel koşullara ve hegemonya konumlarına kopmaz bir biçimde bağlıdır.

Albert Memmi

KARŞI- HEGOMONYANIN YÜKSELİŞİ 

Memmi’yi çevreleyen diğer deneyim yapısı sömürgecilikti. Doğduğu, çocukluk ve gençlik yıllarını geçirdiği, politik sosyalleşme dönemini tamamladığı Tunus, yaklaşık yarım yüzyıldır Fransa’nın Kuzey Afrika’daki emperyal etki alanındaydı. Ne var ki, Memmi, yazı hayatına başladığı dönemde büyük bir dünya-tarihsel dönüşümün ortasına doğru çekilmişti bile. 50’ler -60’ların radikalizminden önce- sömürgecilik karşıtı akımların birçok düzeyde olgunlaşmaya başladığı yıllardı. Dönem, Çin Devrimi’nden süregiden Cezayir Bağımsızlık Savaşı’na, Güney Amerika, Güney Doğu Asya ve Afrika’da tomurcuklanan sömürgecilik karşıtı akıma, Birinci ve İkinci Dünya’dan farklı bir yol arayışının uluslararası dayanışmaya dönüştürülme çabalarına, Bandung Konferansı’na ve bu dünya çapında hareketliliğin politik sembolü haline gelecek Fanon’un eserlerinin ortaya çıkışına, bir dizi gelişmeye tanıklık etmişti. Bütün bu hareketlilik 50’lerin politik atmosferinde yeni bir karşı-hegemonya konumu oluşturuyordu. Ayrıca, Üçüncü Dünyacılığın önderlerinden, şair, düşünür ve politikacı Aimé Césaire’in öncü çalışması Anavatanıma Dönüş Rehberi (1939) ve Sömürgecilik Üzerine Söylev (1950) sömürgeciliği mesele edinen yeni bir edebi kamuya çoktan sunulmuştu, büyük olasılıkla Memmi’nin kitaplığında da bulunuyordu. Üçüncü Dünya ruhu oluşum halindeydi.

BİLİŞSEL HARİTA

Ne var ki, “Minerva’nın baykuşu” henüz kanatlanmamıştır. Memmi, sömürgecilik üzerine yazmaya başladığında -sonradan konunun klasiklerinden birine dönüşecek- kitabın (Portre, 1957) öneminin yeterince farkında olmadığını belirtir. Bunu Fanon’un düşünsel gelişimiyle, Siyah Deri, Beyaz Maskeler’den (1952) Yeryüzünün Lanetlileri’ne (1961) geçişle karşılaştırmak ilginç olabilirdi. Sömürgecilik mevzusuna daha kararlı yöneliş ya da kendi terimleriyle “sömürgeciliğin iç yüzünü ortaya çıkarma zorunluluğu” aşamalı ve sancılı bir süreçte gerçekleşecektir.

Tuzdan Sütun’u yazmaya başlamıştır önce. Roman tasarısının en dikkat çekici yanı, bilişsel haritayı andıran bir özyaşam öyküsü olarak düşünülmesidir. Fredric Jameson’ın sonradan geç kapitalizmin yönsüzleşmiş kültürel iklimine (postmodernizme) karşı önereceği gibi, kaybolmuş sömürge insanlarına bilişsel harita sunabilecek bir eser. Said, 1960’ların Filistin kültürel dünyasında yeni bir yazar tipi ve öznelliğinin doğuşundan, yazarın bir başlangıç duygusuyla kendisini tarihsel zamanı ve mekânıyla özbilinçli bir biçimde ilişkilendirmesinden söz ediyordu. Otobiyografik-bilişsel harita, sömürge koşullarındaki müstakbel yazara ve okuruna bir yön duygusu verecektir. Memmi’nin Tuzdan Sütun’undan yaklaşık 10 yıl sonra, ilk kitabında (Joseph Conrad ve Otobiyografide Kurmaca) bir kurmaca tür olarak otobiyografi sorunuyla iştigal eden ve hayatının sonuna doğru bir otobiyografi (Yersiz Yurtsuz) kaleme alan sürgün Said’in de geçtiği, sömürgeciliğin alevlendirdiği bir hayat döngüsü. Tuzdan Sütun’un tanıtımı uzunca bir süre -sanki Üçüncü Dünya yazarı sadece bunu yapabilirmiş gibi- “yarı-otobiyografik” biçiminde yapılır. Keza Memmi, 60 yıl sonra yazdığı 2013 tarihli önsözde, kitabı, kökleri otobiyografide yer alan bir itiraf biçiminde tanımlayarak bunu teyid eder.

SÖMÜRGE ALEGORİLERİ

Hiç kuşkusuz, özel ve kamusal olanın birbirinden söylemsel olarak koptuğu liberal dünyalara ait bir özel yaşam anlatısı değildir bu. Kitapta yazarın yaşam öyküsü, kolektif olanın temsilini “kamuoyuna bir proje” olarak sunmayı amaçlar. Tuzdan Sütun’da sömürgecilik karşıtı bilincin çıkış noktasını oluşturan coğrafî bilinç de kaçınılmaz biçimde belirir: “Talihsiz kahramanlar”, herhangi bir yerde değil, sömürge dünyasındadır.

Hatırlayalım: 1950’lerde sömürgeciliğe karşı, sömürülenin çarpıtılmış öznelliğine odaklanan bir kamuoyu oluşmaya başlamıştır. Kahramanları sömürge dünyasında konumlanan, bundan böyle sömürgeci tarafından değil sömürülen tarafından temsil edilen, modern edebiyat açısından yeni sayılabilecek bir tür de oluşum halindedir. (Sömürgecilik karşıtı kuşağın yeni temsilcilerinin sömürgeciliğin modernist edebiyattaki usta temsilcisi Joseph Conrad’ın öldüğü 1920’lerde sömürgelerde doğmuş olması tesadüf olmamalı.) Conrad’ın (1857-1924) Karanlığın Yüreği’nde (1902) Marlow’a söylettirdiği (“sizi uygarlaştırmak ilahi görevimmiş gibi evlerinizi basıyordum”), sömürgeciliği haklılaştıran “beyaz adamın yükü”ne karşı, sömüren ve sömürülenin karşılaşmasını tek taraflı olmayan ve tüm örtülmüş çıplaklığı içinde ele alabilecek, sömürgeciliğin ahlâki misyon maskesini kaldırıp atabilecek bir tür. Kısacası, Conrad’ın “uygar dünya”ya karşı “yaban” olarak tanımladığı sömürge dünyası hareketleniyordur; romanın sonuna doğru sömürgeci kahramana “bir şeyler fısıldayan” yaban kendi sesini buluyordur.

Yine de sömürge dünyasından biri için yazmak hâlen o kadar kolay olmasa gerek ki, Memmi, Portre’ye yazdığı 1965 tarihli önsözde ilk romanının başarısızlığından söz eder. Nesnel bir başarısızlık: Kuzey Afrika’da, sömürgeleştirilen insanın kültür yaşamının sınırları vardır. Yabancılar başlığını taşıyan başka bir romana girişir. Anlaşılan o ki, sömürgecilik, deneyimlerin yapısını oluşturmaya devam etmektedir, çünkü roman ırklar arası evlilik üzerinedir.

Jameson, her zamanki gibi yankı uyandıran çalışmalarından birinde, Üçüncü Dünya’da öznellik ile kolektivite arasındaki bağ nedeniyle yazarın bir “ulusal alegori” sergilediğini ileri sürmüştü. Ulusal alegori savı yoğun bir eleştiriye uğramışsa da, insan, Memmi’nin yazarlık kariyerinin bizatihi kendisinin, başarısızlık ve geri çekilmelerin, yeni gelişen Üçüncü Dünya öznelliğinin kırılganlığını anlatıyor olup olmadığını düşünmeden edemez.

EVRENSELCİ VE HEGEMONİK MOMENT

Neyse ki, ırklar arası evlilik sorununu anlamak için sömürge durumu ve ilişkilerinin bütünsel olarak kavramak gerektiği düşüncesiyle sömürgecilik yazınında köşe taşlarından biri haline gelecek kitabı üzerinde çalışmaya başlar. Bu yönelim değişikliği, Memmi’den Fanon’a, Hegelci bir fenomenolojik hakikatin keşfi ve tarihselleştirilmesiyle ilgilidir: “Hakikat bütündür.” Hakikati anlamak için bütüne, tikel deneyimi anlamak için deneyimin yapılarına, bu özel koşulda ise sömürge durumu ve ilişkilerinin bütünlüğüne bakmak gerekir. Bu nedenle, ilginç bir biçimde, Hegel, sömürge dünyasının tepesinde demir yumruğuyla bekleyen emperyal bir güç olarak Fransa’nın edebi kamusunda değerini kaybederken sömürgelerde yeniden yorumlanıyordu. Hegelci Marksist bir ruhla: Sömürülenin kendi toplumsal konumunu çözümleyip ona “ayık kafayla” bakabilmesi için sömürge gerçekliğinin bilincine varması gerekmektedir.

Peki bu bütünlük tam olarak nerededir? Memmi, yazmaya başlarken tüm sömürgeleştirilen halkları betimlemeyi amaçlamadığını söyler. Bir bütünlük varsa Tunus’tur ya da Tunus’ta aranmalıdır. Lâkin tam da çağına özgü evrenselleştirici bir hamleyle, Tunus’un (tikel) konumundan (evrensel) sömürgeleştirilen insanın “portresi”ne doğru adım atar. Zira kendi yerel/ulusal koşulları da başka bir bütünlük çerçevesinde anlaşılmalıdır. Böylece sömürgeleştirilen insanların içinde bulundukları durumun genel portresini çizmeye koyulur.

Sömürgecilik karşıtı bilinç, nesnel bir gerçeklik kazanıp eklemleyici pratiklere dönüştüğünde, kitap -otorite olarak- yazarın denetiminden çıkar. O dönemde Fransız edebi kamusunda tartışılan “yazarın ölümü” savına karşı, burada olup biten, yazarın yerel deneyimlerinin ötesinde, benzer deneyimleri eklemlemesi ve fakat bunu yaparken eseri üzerindeki denetimini bir ölçüde kaybetmesidir. Tam da bu nedenle, Memmi, bu süreci anlatırken biraz ürktüğünü itiraf eder. Buna karşın, baskı altında tutulan insanların kesişimselliği -ya da sonradan Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe’un diyeceği türden karşı-hegemonya sürecinde eşdeğerlilikler kurulması- Memmi’nin niyetlerinden bağımsız sayılmaz. Memmi, kendi Tunuslu Yahudi (tikel) deneyiminin altını çizmiş olsa da, “yeryüzünde geniş bir kesimin ortak yazgısı”ndan da söz eder. Kitap, Cezayirliler, Faslılar, Siyah Afrikalılar, Güney Amerikalılar, Afro-Amerikalılar tarafından yorumlanıp kullanılır. Üçüncü Dünya bundan böyle eklemleyici bir güçle ve hegemonik bir konumla dünya tarihinin sahnesinde boy göstermiştir. Bu arada, Portre, yazarın kendi deyişiyle “sömürgeciliğe karşı bir silah” haline gelmiştir.

HÜMANİZM VE IRKÇILIK

1950’lerin Batı dünyası ise, faşizmin günah keçisi misali kolektif bünyeden dışarı atılmasına sahne oluyordu. Buna göre, faşizm illetinden kurtulan “hür” dünyanın liberal demokrasilerinde faşizm ve ırkçılığın varlığını aramak beyhudeydi. Bunlar ileri Batı tarihinin istisnaları olarak görülmeliydi. Ana akım liberalizmden uzak bir ideolojik konumda bulunan Frankfurt Okulu külliyatında dahi, ters taraftan olsa bile olsa, faşizm Avrupa’daki bir sorun telakki edilir. Memmi ve yoldaşlarının devrimci öngörülerinden biri ise, ırkçılığın sömürgecilikle ilişkisini kurmalarıydı. Memmi’nin Portre’den sonraki düşünsel çabasının verimleri Irkçılık çalışmasına doğru da akmış, sömürgecilikle ilişkisini yitirmeksizin, bir ırkçılık analizine yönelmiştir.

Jean-Paul Sartre, Portre’ye yazdığı önsözde (1957), sömürgeciliğe karşı kritik bir eşiğin geçilmesinden söz etmişti: Memmi’nin kitabı sadece sömürgecinin konuşma ehliyetine sahip olduğu dogmasını kıran eserlerden biridir. Memmi Portre’de sömürgeci her ulusun faşizmi bağrında taşıdığını yazdığında, Batı liberalizmine ve onu Batı-merkezcilik dairesinde eleştiren eğilimlere karşı yeni bir açıklama biçimi de ortaya koyuyordu.

Bu yeni kuramsal hat, temelde hümanisttir. İnsanlık söyleminden hareket eder ve liberal hümanizmin baskıya nasıl paravan olduğunu gösterirken radikal bir hümanizmi yedekte tutar. Césaire, Sömürgecilik Üzerine Söylev’de sömürgeciliğin en medeni insanı bile “insanlıktan çıkardığı”nı haykırırken başat bir izlek sömürgecilik karşıtı yazına yavaş yavaş yerleşiyordu. Memmi, sömürgeci baskının insanlığın başına gelebilecek en büyük felaketlerden biri olduğunu yeniden ifade eder. Dahası, kendi tutumunu, Nietzscheci anlamda -kölelerin efendiye duyabileceği- bir hınçtan (ressentiment) ayırarak ulvileştirme (sublimation) momentini yakalamaya çalışır. Baskı, insanlık için en kötü şeydir ama sadece sömürülen açısından değil, aynı zamanda sömürgeciyi de insanlıktan çıkarır. Sömürüleni mahveden baskı, sömüreni de bozar. Modern siyasal düşüncede muhtemelen ilk kez Jean-Jacques Rousseau, Emile’inde söylüyordu: Efendi ve köle birbirini yozlaştırır. Yozlaşmış bir ilişki biçimi olarak sömürgecilik de her iki tarafı yozlaştırır.

Ne var ki, bir sistem olarak sömürgecilik liberal hoşgörü ve reformculukla aşılamaz. Memmi’ye göre, sömürge durumu, Marksist çözümlemenin kapitalist üretim biçimi için söylediği gibi, çelişkili ve istikrarsızdır, kendi içsel kaçınılmazlığı gereğince bir devrime yol açar. “Demirden bir tasma” olan sömürge koşulları reforme edilemez, “ancak kırılabilir.” Bir sistemle ona ahlâki öğütler vererek mücadele edemezsiniz. Sartre, bu nedenle, Portre’ye yazdığı önsözü, Marx nasıl proleteryanın sırrının burjuva toplumunun yıkılışını içinde taşıdığını söylemişse, Memmi de benzer bir durumu sömürgecilik koşullarında hatırlattığı için ona şükran duymalıyız diyerek bitirir.

SÖMÜRGENİN ÖZGÜLLÜĞÜ

Memmi bu düşünceye ulaştığında sömürgecilik karşıtı mücadelenin Marksizm’den etkilenmiş ya da Marksist temsilcilerinin önüne çıkan bir soruyla da karşılaşmıştı. Fanon, Yeryüzünün Lanetleri’nde, Marksizm’in sömürge ilişkilerini açıklama yolunda bir parça esnetilmesi gerektiğini yazıyordu. Sömürgeci sadece burjuva değil, yerlilerden farklı olarak, dışarıdan gelen bir gücü temsil eden beyazdır. Bu tür bir düşünce çizgisi, sömürgecilik karşıtı düşüncenin -sömürgenin özgüllüğünü vurgulamak üzere- temel sorunsallarından biri haline gelmiştir: Eğer sömürge ilişkileri öznellik açısından kavranacaksa ilişkilerin nesnel alt yapısını çözümlemek kaçınılmaz olsa da yeterli midir? Sömürgenin özgüllüğü evrenselci bir ekonomi açıklamasıyla izah edilebilir mi?

Memmi, Portre’ye 1965 baskısı için yazdığı önsözde, kitabın ilk baskısından sonra sömüren ve sömürülenin portrelerini ekonomik yapı etrafında kurmuş olmasından dolayı yapılan eleştirileri hatırlatır. Sömürgeci ilişkinin özünde ayrıcalık veya eşitsizlik olgusu bulunmaktadır ki, bu olgu iktisadi bir nitelik taşır. Bununla birlikte, diye devam eder, sömürgeci eşitsizlik ekonomiye indirgenemez.

Klasik Marksizm’in “her şey ekonomidir” anlamına gelmediği, Engels’in mektuplarının yanı sıra, Marx’ın geç dönem yazılarının, özellikle Grundrisse’nin yayınlanmasından sonra daha iyi anlaşıldı. Bu kitabın 1930’larda yapılan ilk Rusça baskısının ardından Fransızca’ya tercüme edilmesi uzun bir zaman almıştı. Dolayısıyla, Fanon ve Memmi, kitaplarını kaleme alırken bu yazıları okuma olanağından mahrumdu.

Memmi, tüm baskıcı ilişkilerde ekonominin temel ve kaçınılmaz rolünü vurgulayan Marksist buluşun sömürgede tam olarak işlemediğini söylerken II. Enternasyonal sonrası, vülger ve Ortodoks Marksizm’i kastetmiş olur. İlginç olan, sonradan Batı Marksizmi’nde bir dönüm noktası sayılan ve Louis Althusser tarafından yapılan tartışmanın öncüllerinin sömürge ilişkilerinin niteliği tartışmasında ortaya konulmasıdır. Ekonominin “son kertede” belirleyiciliğine yönelik sav, sömürgecilik karşıtı mücadelede şu şekilde sorulur: “Son tahlilde” belirleyici olan ekonomi midir? Bu soruya cevap aramak, sömürgenin özgüllüğünü tartışmak anlamına gelmektedir.

SONSÖZ: KİMLİKÇİ DÜŞÜNCE RİSKİ 

Portre’nin “Sömürgecinin Portresi”ni takip eden öteki bölümü var bir de: “Sömürgeleştirilenin Portresi.” Memmi, “sömürgeleştirilenin iki yanıtı” alt başlığında bu portreyi oluşturan başlıca iki tepkiyi ele alır. Bunlardan ilki, asimilasyon çözümüne varan, sömürgeciyle özdeşleşmedir. Sömürgeleştirilen insan, bu durumda, Siyah düşmanı bir Siyah ya da anti-semit bir Yahudi’nin konumundadır. Beyaz adama, Yahudi olmayana, sömürgeciye benzemek ise umutsuz bir çabadır; içsel doğası nedeniyle çökmeye mahkûm sömürge ilişkilerini sürdürmeye yaradığından, tarihsel akışa da aykırıdır.

Diğer yanıt ise, “yabancı düşmanlığının ve hatta belirgin bir ırkçılığın tekrar ortaya çıkması” olarak tanımlanır. Memmi, burada sömürgecilik karşıtı mücadeledeki “risk”lerden birini zikreder. Sonradan, tersinden ırkçılık olarak da değerlendirilmiş bir risk. Elbette, iki portre (sömürgeci ve sömürgeleştirilen) arasındaki konum farklılığını doğru anlamak gerekir; bunlar birbiriyle özdeş de değildir. Memmi’ye göre, sömürgeleştirilen insanın ırkçılığı, biyolojik ve metafizik değil, toplumsal ve tarihseldir ve saldırgan olmaktan çok savunmacı bir nitelik arz eder. Fakat son tahlilde, Memmi söz konusu riske “ırkçılık” olarak dikkat çeker.

Sömürgeleştirilenin bu tepkisinin belirgin özelliği, günümüzde özcülük ve kimlikçi düşünce olarak da tanımlanan bir tutumla birbirine benzer: Bütün Avrupalılar’ın türdeşleştirilmesi, bir insan topluluğunun toptanlaştırılması, öteki tarafın bir bütün olarak potansiyel sömürgeci görülmesi vs. Bu tepkiden yola çıkılarak, eski mitler “tehlikeli bir biçimde” yeniden üretilir; din veya etnisite tek birleştirici unsur olarak canlandırılır. Böylelikle alınan risk, dışlayıcılık, şovenizm, en dar ilke ya da bağlılıklara takılıp kalma ve etnik dayanışmadır. Sonuç olarak, Memmi, sömürgecilik karşıtı mücadelede milliyetçiliğin önemini ya da kaçınılmazlığını takdir etse bile, sömürgeleştirilenin ilk yanıtındaki Avrupa’ya aşırı boyun eğmenin ikinci yanıtta yerini “kendi özbenliğine şiddetli dönüş”e bırakmasının zararlı ve aldatıcı olduğuna da özellikle dikkat çeker. Sadece 4 yıl sonra, Yeryüzünün Lanetlileri’nde “milliyetçi bilincin tuzakları” biçiminde yeniden ele alınacak bir konudur bu.

Said, Fanon ve Césaire gibi öncüler tarafından yöneltilen “anti-emperyalist meydan okuma”ya hiçbir şekilde cevap verilmediğini, daha kötüsü, bunların çağdaş dünya meselelerinin çözümünde kayda değer düşünsel birikimler olarak ciddiye alınmamış olduğunu iddia etmişti. Said’in kastettiği, ötekilik ve farklıkla, kimlik ve kimlikçi düşünceyle ilgili meselelerdi ki, söz konusu meydan okumaya Memmi’yi de eklememiz gerektiğini anlıyoruz.

Kimlik politikası daha geniş bir anlama sahiptir ve kimlikçi düşünceye indirgenemez. Ancak sömürgecilik karşıtlığının yerini kimlik politikalarına bırakmasına bir kimlikçi düşünce de eşlik etti. Buna göre, sömürgeci (ya da eski sömürgeci) karşısında saflar her ne olursa olsun sıklaştırılmalı, yerli toplumun yapısal dönüşüm gerektiren bütün arızaları, kimliğin yeniden kazanılması uğruna bir kenara bırakılmalıdır.

Oysa gerek Fanon, gerekse Memmi, Said’in belirttiği gibi, mücadelenin en kızışmış anında bir kültür ve toplum eleştirisi de geliştiriyorlardı. Fanon, Zenciye hayranlık duyanın en az ondan tiksinen kadar “hasta” olduğunu yazıyordu. Memmi’ye göre ise, sömürgeleştirme süreci ilişkileri tahrip ettiğinden, sömürge toplumu, kurumları yıkıma sürüklenip taşlaşmış, dinamikleri itibarıyla yozlaşmış, “hastalıklı bir toplum”du.

Sömürge, sömürgecinin belirlediği özlere karşı, hiçbir metafizik ya da psikolojik öze sahip olmayan bir toplum olarak tanımlanmalı ki, sömürge olmaktan çıktığında başka bir toplum haline gelebilsin, dönüşebilsin. O halde, sömürgecilik karşıtı mücadele, salt kimlik adına yapılacak, var olan deneyim ve yapıları doğrulayan bir mücadele olamaz; bir yapısal dönüşüm politikasına dayanmalıdır. Hakikaten, Fanon ve Memmi gibi isimler, sömürgecilik karşıtı mücadele kimlikçi, kimliği geri kazanmaya yönelik reaktif bir hareket haline gelmeden önceki aşamayı temsil ediyorlardı. Ana fikir şuydu: Sömürgelikten çıkış, sömürgeci gelmeden önce var olduğu düşünülen otantik bir (özsel) kimliğin basitçe geri kazanılması değildir; dekolonizasyon aslen yeni insanın yaratılmasıdır. Fanon, bunu burjuva milliyetçiliği, özcülük ve kimlikçilikten sakınmak olarak vurgulamıştı. Fanon ve Memmi’den sonra, bu geleneğin son temsilcilerinden biri, Üçüncü Dünya milliyetçiliğinin sorunlarına dikkat çeken Said’di.

Portre’nin günümüzde tefsir edebileceğimiz sırrı, bu geleneğin bir parçası haline geldiği eklem noktasında aranmalı. Kitap, eşitsizlik, baskı ve tahakküm biçimlerini tarihsel ve kuramsal olarak kavramaya çalışanlar için ilham kaynağı olmaya devam edecektir. Memmi’nin, Minneapolis sokaklarına verebileceği ilhamlar olduğu gibi, Üçüncü Dünya ruhunun tavsamasıyla onun mirasçılığına soyunan ve kendi toplumsal cansızlığını bir kimlik politikasıyla ikâme eden kimlikçi takipçilerine de söyleyeceği bir çift söz var.