Erinç Büyükaşık: Bu kitap 'öteki'lerin hikâyesi

Erinç Büyükaşık ile son öykü kitabı 'Hep Uzak'ı konuştuk. Büyükaşık, "Bu kitap 'öteki'lerin hikayesi" dedi.

Google Haberlere Abone ol

Mahmut Yıldırım

Son iki öykü kitabı “Suya Gazel” ve “Hep Uzak”ın İmleç Yayınevi tarafından yayımlandığı Erinç Büyükaşık’ın öyküleri “öteki”yi anlamak kaygısıyla dünyanın renklerine, dil ve inançlarına kapı açmaya çalışan bir öykü seçkisi. Kapı komşumuzun bile “uzak” durulması gereken olduğunun öğretilmişliğiyle “sevgisiz”, “doyumsuz” ve elbette kırgın kahramanların izinde yürüyen Büyükaşık’ın öyküleri bir açıdan boğulmuş, bunalmış “kahramanların” soruları izinde yürüyen ve okuruyla empati kurmaya çalı-şan anlatılar bütünü bir açıdan. Hele de “korona” günlerinin daha da yalnızlaştırdığı insanın öykülerini bu “öteki” ve uzak” metaforlarıyla anlatmak çok da mantıksız sayılmaz bu bağlamda. Kurgu ve dil adına da bir yazınsal bir uğraşın sonuçları karşımıza belli dil lezzetini sunarken bu öyküler şiddet, hoşgörüsüzlük, kadın cinayetleri, cinsiyet rolleri gibi oldukça çağdaş meselelere de ışık tutuyor bir açıdan. Yazarın son öykü kitabı ve yazma sürecini son kitabı “Hep Uzak” ışığında konuştuk.

Okurlarımıza kendinizden ve “Hep Uzak,” adlı öykü kitabınızdan bahseder misiniz? Okuru neler bekliyor?

Aslında öykünün abc’si sayılabilecek kısa anlatı olma derdiyle çıkmış metinler Hep Uzak. Farklı anlatma olanaklarını, bakış açısı, anlatıcı ve anlatının kurgusal evreni hakkında düşünmeye çalışan öyküler ifadesini kurabilirim bu noktada. Her biri farklı zamansallıklar içerek, farklı coğrafyaların, insan öykülerinin dışavurumu bilhassa. Benim son birkaç yıldır öyküye dair derdimin ve yazma çabamın sonuçları olarak çıktı bu kitap da.

Hep Uzak, Erinç Büyükaşık, İmleç Kitap, 2019.

Kitaptaki ilk üç öykünüz “Anlatıcının İzinde,” başlığı altında toplanmış. Bir öykücü olarak gözlemlediğiniz insanların kim olduklarını, hikâyelerini bilmeyi istiyor ve bunu öyküye dönüştürmeye çalışıyorsunuz. Yazarlar gözüne kestirdiği bir insanın hayat hikâyesini bilmek ister ama bunu kendi kurgu süzgecinden geçirerek yaratmaya çalışır. Bana göre öykücü bir nevi yalancıdır. Yani kurgu eşittir yalan. Karakteri değerli kılan ise yalandır bir bakıma. Siz olaya hangi perspektiften bakıyorsunuz?

Anlatıcı kimdir sorusu kafamı hep meşgul eden bir soru oldu. Cortazar’dan, Marquez’e, büyülü gerçekçilikten daha somut çevrelere odaklı metinlere kadar her öyküde acaba anlatıcı üçüncü, birinci veya ikinci tekilden öte bir şey mi, onun zihnine yolculuk mümkün mü demeye başlamıştım. Tüm kahramanların kendi “öteki” hikâyeleri varken anlatının buna kapı açtığını gördüm en sonunda. Yazma aşamasından başlayarak, yazının anlattığı düşsel boyuta kadar her şey aslında yaşadığımız dünyanın birer muhasebesi ve elbette yüzleşmesiyle gerçekle yoğrulan düş anlatıcıyı da farklı sorularla şekillendirme özgürlüğü sunuyor yazara. Ben yazmanın vicdanıyla yazının tasasının anlatıcıyla yol aldığına inandım bu noktada. Evet, kurgu yazınsal bir silah, okuru kendi yolculuğuna katan, özgürleştiren bir sözel güç bu nedenle de. Yalan mı söylüyoruz veya doğru ne kadar sahici ve doğru işte bu da yazarın bir başka meşgalesi oluyor bu noktada.

“Öteki”lere hikâyeler tasarlıyorsunuz. Sizin için öteki kimdir, kim değildir?

Bu kitap “öteki’lerin hikâyesi bence de. Hele de bu çağın insanı için küresel, toplumsal, siyasal kapana kısıtlanmışlıklar aşikârken zaten hepimiz birbirimizin ötekisi değil miyiz bir anlamda. Sorunun yanıtı kendi içinde sanki. Öteki zihnimizle başlayan, yaşam süreçlerimizle şekillenen bir ayrımcılık hali ve aslında bu metinler bu anlamda “öteki”yi red mesajı da veriyor belki de. Yoksulluk, eşitsizlik, kimlikler, yönelimler, ayrımcılığa uğrayan azınlık gruplar bu “öteki”yi haylice hissetmiyor mu sonuçta. Bu anlamda da öykünün rotası onları anlamaya dair bir yolculukla belirleniyor diyebilirim.

Öykülerinizin bir derdi var. Katmanlı öyküler bunlar... 

Ziya Gökalp der ki: “Bugün siz elinizdeki kuvveti biraz bilseydiniz, az zamanda memleketin ahlâkını değiştirebilirdiniz."

Derdi olan her türdeki yazılarımızla okura düşüncelerimizi aşılamak istiyoruz. Sizce insanlara ne derece ulaşıp onları değiştirebiliyoruz?

Derdi olmak, evet. Bu anlamda yazarın bir derdi var elbette. Öncelikle bu dert yazmak bence. Vicdanlı ve duyarlılıkları olan yazarın da sokağı, hayatı hissetmemesi mümkün olmadığına göre yazarın çevresindeki insanları görmek, gözlemlemek ve onları anlatmak telaşı olacağı da açık. Doğrudan bir iletiden söz etmiyorum elbette, kendini gizleyen, örtük bir toplumsal kaygı elbette her yazarın metni için söz konusudur elbette.

“Mola,” ve “Ruhumuz Bir Göç Mevsimidir,” öykülerinizden yola çıkarak Tanzimat Dönemi romanlarında kurban kadın modeli vardı. Günümüz öykülerinde bu durumun kurban erkek modeline dönüştüğünü düşünüyorum. Bu konuda neler söylemek istersiniz?

Sadece bir cinsiyet kimliğinin rol model olarak “kurban” edilmesi değil de kimliklerin, tüm cinsiyet rollerinin “kurban” figürüyle şekillenmesinden söz etek mümkün. Her savaşta önce çocuklar, kadınlar ölür. Bu noktada savaşın politik derdi erkek egemen dil ve hiyerarşiyle şekillenir. Tüm siyasal ve düşünsel iktidarların cinsiyetçi bir dili ve kurbanları vardır bu anlamda. Bu bağlamda öykülerimde kadınların, çocukların ve erkeklerin ortak bir “kurban” yazgıları ve elbette buna öfkeleri olduğunu söyleyebilirim.

“Söz Dağının Ardındakiler,” ve “ Suya Gazel,” adlı iki öykü kitabınız daha bulunmakta. Hatta “Suya Gazel,” yakın zamanda ikinci baskısını da yaptı. Öyküden romana geçiş olacak mı? Yoksa öykü dünyasından kaçış zor mu?

Bu kendimde beslediğim bir umut. Umarım romana açılacak kapılar da olacak. Ancak sanırım bir süre daha öykülerle yol haritamı çizeceğim.

İstanbul'da yaşayan biri olarak şehrin atmosferinde öykü yazmanın farkı nedir?

İstanbul öyküleri devşiren, insan kalabalığıyla adeta öykü kusan bir şehir bence de. Yaşadığımız coğrafyanın bir bedeli olarak hepimiz bu öykülere bir şekilde tanığız ve mesele bunları nasıl yazacağımız ve kurmacanın içine nasıl yerleştireceğimiz. Sanırım eşitsizliklerin, nüfus yoğunluğunun, tarihsel kodların, kentin geçmiş yaşantıların öykü devşiren bir yanı var her yazar için de. İstanbul’da yaşamayı bu nedenle bir şans olarak görüyorum açıkçası.