Benjamin'in izinden: Kültür, barbarlık ve şiddet

Yapısal iktidarın, sözleşmesel olarak dayattığı kadim ve asli yasa, öteki kılınan üzerinden kurulan birlikteliğe dayanır. Kültür, bu birliktelik arzusunun öteki üzerinden kurgulandığı bir barbar tanımını önümüze koyar, barbarın silahı kendi özünden teşmil edilmiştir nitekim.

Google Haberlere Abone ol

Hüseyin Akcan

Hiçbir kültür ürünü yoktur ki, aynı zamanda bir barbarlık belgesi olmasın”(i.) der Walter Benjamin tarih üzerine kaleme aldığı pasajlarından birinde. Kültür ve barbarlık arasında doğrudan koşut kılınan bu bağ biz neyi anımsatmalıdır? Kara olanı aka çevirmeye çalışan ve hassas kalplerin canavarlık olarak betimleyeceği bir devrimi mi? Yoksa dilin hiyerarşisini gözeten bir noktada sözün de öldürücü olduğu yerde, barbarlığın bize dayattığı topyekûn bir tesviye hali olan soykırımı mı?

Kötülüğün Sıradanlığı, Hannah Arendt, Çevirmen: Özge Çelik, 320 syf., Metis Yayıncılık, 2014.

Okuyucular bir önceki cümle ile barbarlığı “fail” olarak saptayıp indirgemeci bir tavırla yanıldığımı iddia edebilirler, buna katılabilirim. Ama barbarın Mehmet Mahsum Oral’ın çizdiği şekliyle belirsizleştiği ve çoktan aramıza karıştığı yerden bakamayacağım bu yazıya. Zira barbarlığı kadim bir kültürün iziyle tanıyan ve onunla kaynaşık bir kapıya açılan itirazlarımın temel noktalarını gözden kaçırmak olur aksi bir durum. Faili kötü, canavar kılan şey onun kültüre müdahalesi midir? Tipolojik olarak değerli kılınan varlık olanın kendisi mi yoksa ona biçilen “varlık” kisvesi mi? Sanırım göz’ün iktidar olduğu bir siyasal da görülmeyen yahut görünmez kılınan şeylerin tasfiyesi dilde kıyım, bedende ölüm olarak zapta geçmeyecektir. Hannah Arendt’ın siyasal dolaşıma soktuğu kupkuru bir “kötülüğün sıradanlığı” kavramının altı oyulmadı hala. Oyulsaydı belki görmeyen gözlerin iktidarına da dip bir itiraz kuluçkasından çıkabilir, sönümlenen ve Benjamin’in İspanya sınırında intiharına sebebiyet veren kırıklık tespit edilebilirdi. Arendt’ın Eichmann’ın duruşmalarını izlerken not aldığı ve esasen Harry Muslisch’in aklına gelen temel sav, Benjamin’in izini sürmüştür zira. “Yahudilerin, örneğin kendileriyle aynı kaderi paylaşan Çingene halkı gibi, bir kültürü olmasaydı, öldürülmeleri kötülükten sayılmayacak mıydı?” Yarım yüzyıldan uzunca bir süredir cevabı verilememiş bir sorudur bu. “Eichmann insanları yok eden birisi olarak mı yoksa kültürü yok eden birisi olarak mı yargılanıyor? İnsanları öldürürken bir kültürü de yok eden bir katilin suçu daha mı büyüktür?(ii.)

Barbarlarla Beklerken, Mehmet Mahsum Oral, Everest Yayınları, 2019.

Bu aslında Arendt’ın dikkat çektiği şekliyle sadece “Doğulu avam” Yahudilerin, “ilkel” insanların, Çingenelerin, akıl hastalarının, bedensel engellilerin, kısacası “yüksek ve kadim” kültürün çirkin ve bayağı bulduğu her şeyin krematoryumlarda ve gaz odalarında yakıldığı, cesetlerin altın dişlerinin söküldüğü, saçlarının kesildiği ve toplu mezarların kazıldığını bilen “ahlaklı Almanların” gönül rahatlığıyla eşdeğerdir. Zira adına kültür denen olgu varlığını barbarın edimine borçlanmıştır. Çizilmesi gereken keskin bir sınır ne yazık ki yok, Oral’da bu yüzden müphemdir barbar. Barbarlığın tanımını kendi içkinliğinde bulan Romalılar gibi, dışarıda bırakılan ve Lacan’cı yorumun aksine bütünleşmesi arzulanmayan öteki üzerinden kurgulanan yerde kültür başlamaktadır. Kültürel dikotomi yıkıcılıkla ile birleştiği yerden bir tarih yaratacak, ve yaratılan bu “milli tarih” üzerinden öteki kılınanın haklarının gaspı meşru bir zeminde temellendirilecektir.

Zabel Yesayan, Adana pogromunda katledilen Ermenilerin yurttaşlık ilkesi adına feda edilen kurbanlar olduklarına inanmak istemiş, yıkılan ve ölen insanların bedenlerinde cisimleşmiş acıyı kültürel bir koda entegre etmeye çalışmıştı. Nichanian’ın deyimiyle korkunç yanılgının başladığı nokta belki de burasıdır. Kültürel olanın içerisinde inşa edilen her şey Yesayan’ın aksine katliamı, tecavüzü ve yağmayı yargılamamıştır. Nitekim İttihat ve Terakki Yönetimi sorumlular hakkında hiçbir şekilde etkin bir soruşturma yürütmemiş, aksine 1915’in önünü açan kültürel siyasal zemine çanak taşımıştır.

Tabi burada bir parantez açarak kültürden anlaşılması gereken temel önermenin ne olduğu bahsini irdelemek yazının kapsamını aşacaktır. Fakat benim değinmek istediğim savın Tanıl Bora’nın “Kültürel Hegemonya” yazısında değindiği “Kültür lâfı duyduğum anda tabancamın emniyetini açarım”(iii.) diyen Nazi mantığındaki kültür olmadığının altını çizmek isterim. Peki, ama, Benjamin’in işaret ettiği "Kültür ve Barbarlık" arasındaki bağ, nereden ve nasıl mürekkeptir? Aşağı sayılan, barbar kılınan, ezilen ve yok edilmesi arzulanan şeyin kendisi nasıl bir barbarlık ediminin içerisinden çıkmaktadır?

Bir dağın başında toplanmış büyük bir kalabalığın kara tükürmeye başladığını gördüğümde bunu neden yaptıklarını merak ediyordum. Adlarını bu karın üzerinde yürümekten aldıklarını söylüyorlar, hırçınlıkları bundanmış.” (iv)

Türklük Sözleşmesi, Barış Ünlü, 386 syf., Dipnot Yayınları, 2019.

Mehmet Mahsum Oral’ın işaret ettiği bu hırçınlık aynı zamanda yok sayan muktedir barbar’ın, yüksekte olduğu için duymayan ve görmeyen kültürel düzeyini de gösterir. Roboski’de ölen insanların “kaçakçı” olmasının vicdanlarda yarattığı rahatlamanın! aslında kültürel yok sayılmanın öznesinin ölümünün bile ölümden sayılmadığı denklemi bir kez daha akla getirmesi boşuna değil. Barış Ünlü’nün Türklük Sözleşmesi'nde dikkat çektiği imtiyazlar sınıfı şunu da vaz eder nitekim Türklük hallerinin belli bir iktidar yapısıyla ki buna Yapısal Türkçülük de diyebiliriz ve bu iktidar yapısının sağladığı –reel veya potansiyel- maddi/manevi imtiyazlarla ve uygulamalarla yakından bir ilgisi olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır.(v.)

Yapısal iktidarın, sözleşmesel olarak dayattığı kadim ve asli yasa, öteki kılınan üzerinden kurulan birlikteliğe dayanır. Kültür, bu birliktelik arzusunun öteki üzerinden kurgulandığı bir barbar tanımını önümüze koyar, barbarın silahı kendi özünden teşmil edilmiştir nitekim.

Türk Dil Kurumu "kültür"ün tanımı olarak şöyle bir şey deklare eder: Tarihsel, toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan bütün maddi ve manevi değerler ile bunları yaratmada, sonraki nesillere iletmede kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünü, hars, ekin. TDK’nın kültür tanımında geçen insanın doğal ve toplumsal çevresine yönelik egemenliği kavramının altını oymak gerekiyor kanımca. Çünkü kültürü, barbarın yaratımı olarak önümüze koyan şey düpedüz bu önermedir. Zira “Kadim ve Yüksek Kültür’ün” (Sünnilik, Türklük, Müslümanlık, Beyazlık, Erkeklik vb.) irfan aşılayacağı, tedip edeceği “aşağı ve zavallı” (Alevilik, Kürtlük, siyahlık, kadın vb.) olana yöneldiği yerde, kültür ile barbarlık arasındaki nesnel koşutluk görülebilir. Otoriter bir baba krizinden mustarip Freud’un kadınlarının penis özlemi çektiği şeklindeki ataerkil yaklaşımı ile Fuad Köprülü’nün Alevilerin otantik Türkler olduklarını ve taşrada kaldıkları için “Yüksek İslam” ile tanışamamaları dolayısıyla dini hayatlarını yanlış yaşadıkları yaklaşımı (vi.) benzer bir minvalde okunabilmektedir. Freud’un sosyal koşulları, hatalı bir biçimde ikinci plana ittiğini açıkça belirten Cemal Bali Akal ise Bourdieu’yu işaret eder. Bordieu’ya göre de, psikanalizin kuramsal çelişkisi, erkek dünya görüşünün temel varsayımlarını sorgulamadan kabul ederek, erkek hâkimiyetini doğrulayıcı bir ideolojiye dönüştürmesidir.(vii.)

Esasında Siyasi İktidarın cinsiyetini belirleyen de, Yapısal Türkçülük’ün izlerini ortaya koyan da aynı olgu olabilmektedir. Bu nedenle sosyal ve tarihsel süreçte kurumsallaşan kültürel iklime bakmak ve oradan yapı sökümüne başlamak kanımca gereklidir.

Kültürel ve tarihsel olgunun içerisinde mevcut barbarın izini bulmak, deşmek ve ortaya koyup tartışmak zamanı çoktan geçti, dayatılan ve yok sayılan özne, kendi bilincinde dışsallaştırdığı efendiye itaat kavramını parçalayıp un ufak etmedikçe, kültürel nabzın nüfuz ettiği barbarlık, virüs gibi bulaşıp yayılmaya muktedirdir. Oral’ın kara tüküren kalabalığı; aynanın, maskelenenin, dikkatini dağıtmaya yönelik bir hamle olduğu kadar, çoktan aramıza karışan barbarların bizde içselleştirdiği duyma, görme ve bilme alışkanlığına da bir imadır.

Dersim’de 1938 yılında işlenen ve bizzat iktidar kadrolarınca planlanan barbarlık ve şiddet olgusunu da gözden kaçırmamak gerekir. Harekâta katılan bir barbarın günlüğünden şunları okuruz nitekim.

“9 Eylül

Ah bugün İzmir’de olsaydım.  Hâlbuki dağ başında Kürtlerle uğraşıyoruz.

“10 Eylül

Bugün dağlar ormanlar tarandı. Bizim bölük, azılılardan birisinin kellesini getirdi. Başka bir bölük de Seyithan’ın kafasını getirdi. Bizim bölükte Ruşen isminde er var. Bütün kafaları o kesiyor.

Buralarda çok sefil kaldık...”

“11 Eylül

Bugün de dağları tarıyoruz. İnsan leşlerinden derelere girilmiyor. Burası o kadar soğuk ki adeta donuyoruz. Gece herkes of anam diye ağlıyor. Dünyanın en büyük cefasını biz çekiyoruz.  Bu günlerimde hep seni düşünüyorum X, hep seni.”

“12 Eylül

Bu sabah erkenden kalktık. Yine dağlarda tarama harekâtı yapıyoruz. Her gün kafa kesmekle uğraşıyoruz…(viii)

Son Bakışta Aşk, Walter Benjamın, Çevirmen: Nurdan Görbilek, 192 syf., Metis Yayıncılık, 2014.

Dağlarda perişan kalan, İzmir’deki X’in özlemini çeken, dünyanın en büyük cefasını ve ezasını sırtında taşıyan bu barbarın aynı zamanda her gün kafa kesmekten mustarip olması, Kürtlerle uğraşmak zorunda kalması, insan cesetlerinden dereler girememesi, su içememesi; Arendt’ın yıllar sonra ortaya atacağı kötülüğün sıradanlığı kavramı için yeterli görülebilir ama 38 döneminin kültürel ikliminin, öteki kılınan ve ölümünün simgesel olarak aşağı sayıldığı Dersimli Kürtlerin yaşadığı acıyı anlamak için yetersiz kalır. Zira şiddet kurumsallaşan ve tekrarlanan tezahürleriyle salt bir iktidar tarafından gerçekleştirilmeyen çok yönlü bir eylemdir. Adana pogromunda olan ile Dersim dağların yaşanan acı bu yüzden büyüyüp tekrarlanmaya meyyaldir. Bu şiddetin kültürel kodunu çözmek, barbarın ediminin imhasına yönelmek, sarkacın iki ucunu da yeniden gözlemleyerek mümkün olabilir. Mahkeme kayıtlarına “bilinmeyen yabancı bir dil” olarak geçen Kürtçe’nin hangi kültürel şiddetin kapsamında yer aldığı bütünsel olarak görülmeden, kültür ve barbarlık arasındaki sarmal sadece şiddete takılır.

Kültürün çizdiği “milli tarihi” okursak şayet yaşanan her şey, dışsal bir müdahalenin şeytani gizeminde tekâmül eder. Fakat çizginin dışına çıkıp, tarihi yapı söküme uğratırsak, geçmişin ahlakı olarak yüceltilen olgunun katıksız bir kötülük ile hemhal olduğunu dehşetle fark edeceğiz. Ve galiba bu “dehşet imgesinin”, Nurdan Gürbilek’in işaret ettiği gibi kanıksanmış bir kültürel kod olarak bize nasıl nüfuz ettiğini bir nebze anlayabileceğiz. Zira içimizdeki barbarı üreten de ölümü şehadet mertebesinde yüceltip insanın kötülüğünün içinde güvelenen de Benjamin işaret ettiği “kültür”dür. Ve ne yazık ki Benjamin’in bıraktığı yerden aynı sözcüklerle dilimize dolanan şu cümle yarım yüzyıldan uzunca bir süredir kulağımızda uğuldayıp duruyor. “Ezilenlerin geleneği gösteriyor ki, içinde yaşadığımız ‘olağanüstü hal’ istisna değil kuraldır.

KAYNAKLAR

i. Walter Benjamin. Son Bakışta Aşk. (2018). Haz. Nurdan Gürbilek. İstanbul: Metis. Sy. 47

ii. Hannah Arendt. Kötülüğün Sıradanlığı. (2018). Çev. Özge Çelik. İstanbul: Metis. Sy. 105

iii. Tanıl Bora, Kültürel Hegomonya, Birikim Haftalık yazısı. Tarih 15.02.2017

iv. M. Mahsum Oral. Barbarlarla Beklerken. (2019) İstanbul: Everest. Sy. 31

v. Barış Ünlü İle Türklük Sözleşmesi Üzerine Söyleşi. Söy. Tanıl Bora-Aybars Yanık. Birikim Dergisi 369-370. Sayı.

vi. Günümüz Türkiye’sinin Mütehakkim Ve Muzaffer Sünniliği Hakkında Bir Taslak. Kaya Akyıldız. Birikim Dergisi 369-370. Sayı.

vii. Cemal Bâli Akal. Siyasi İktidarın Cinsiyeti. (1994). Ankara: İmge. Sy. 129

viii. Dersim Soykırımı ve Kötülüğün Sıradanlığı. Zeynep Türkyılmaz. Agos Gazetesi. 29.11.2019