Bir inatçı pusula: Adnan Özyalçıner

Öykülerinden fabrika düdükleri, işçi sesleri, kahve gürültüleri yükseldi. O, yazgısının boğmaya çalıştığı ancak yine de aynılaşmayan, düşmeyen insanları yazdı. Bir inadın yazarı Özyalçıner, Ant dergisine yaptığı itirazdaki gibi, daima edebiyatı savundu. Kalemi bir pusula gibi, görmezden getirilmeye çalışan yoksulları ve çelişkileri gösterdi. Pusulası bir an olsun şaşmadı.

Google Haberlere Abone ol

Utku Deniz Eren

Bundan 52 yıl önce, 1967 yılında edebiyat çevrelerinde büyük yankı uyandıran bir tartışma vardı. Genç edebiyatçılar edebiyata farklı bir soluk getirmeye başlamıştı ancak tutucu edebiyat çevrelerinde bu durum kuşkuyla karşılanıyor, yeni nesil edebiyatçıların ürünlerine, hemen hemen her dönemde olduğu gibi, burun kıvrılıyordu.

O yılların etkili yayın organlarından Ant bu tartışmalara odaklanan bir soruşturma başlattı. Ant’ın yaklaşımı aslında “kışkırtıcı” sayılabilirdi:

“Hikâyeciliğimizde genellikle bir durgunluk olduğu, eski hikâyecilerimizin kendi hikâyelerini çoğaltmakla yetindikleri, bir atılım yapmak isteyen yenilerin ise yetersiz kaldıkları söyleniyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?”

“Atılım yapamadılar” ithamına karşı kendi kuşağını ve edebiyatını savunacak olan 33 yaşındaki genç, Adnan Özyalçıner’di. Aslında bu “durgunluk” ve “atılım yapamamak” iddiaları Özyalçıner’i kızdırmıştı. Daha ilk cümlelerinden bu kızgınlığı anlaşılıyordu:

“Her şeyden önce, incelenmeden, görünüşe aldanarak verilmiş bir yargı diyeceğim. Suçlama da yalnız sanatçısına yöneltilmiş. Konu bir bütün olarak sanatçısı, yayıncısı, eleştirmeni, okuyucusuyla ele alınmak istenmemiş nedense.”

Genç yazar, özellikle bir haksızlığın altını çiziyor, dergilerde yarım yamalak takip edilebilen ve kitaplaşmayan öykülere bakarak öykücülüğü değerlendirmenin haksızlık olduğunu ifade ediyordu.

Alaycı Öyküler, Adnan Özyalçıner, 96 syf., Manos Yayınları, 2019.

'EDEBİYAT TARTIŞMALARINDA SİVRİ, OLDUKÇA İNATÇI'

Adnan Özyalçıner’in sözlerinin doğruluğu zamanla daha iyi anlaşıldı. Kitaplar ortaya çıktıkça, dergiler daha fazla sayıda okura ulaşır hale geldikçe bu kuşağın yetkinliği ve “atılımı” da doğru değerlendirilir oldu. Özyalçıner’in itirazı da ses getirdi. Ant okurları, bu genç yazarın güçlü tepkisine hak verdi.

Genç yazarın tartışmacı, itirazcı yanı hep bilinirdi ve bu, Ant dergisine verdiği demece özgü değildi. Arkadaşı Erdal Öz onu, “edebiyat tartışmalarında sivri, oldukça inatçı” biri olarak tarif ediyordu. Onun inadı, aslında yazarlık yolculuğunun da ilk adımıydı. Zira sahicilikten gelen duru dilini, bir inada borçluydu.

Kaleminin işlekliği Eyüp Ortaokulu’nda öğrenim gördüğü yıllarda keşfedilmişti. Öğretmeni bir ilkbahar kompozisyonu yazmalarını istediğinde, arkadaşlarının aklına yemyeşil çimenlerin kapladığı tepeler, pırıl pırıl güneş geliyordu, ancak onun zihninde canlanan başka şeyler oluyordu:

“Benim bahar kompozisyonumda Eyüp’ün kel tepeleri, daha o zamandan kokuşmaya başlamış olan Haliç vardı.”

Ancak bu “gerçekçi” yaklaşım daha o yıllarda bazı işlerin yolunda gitmemesine de sebep olacaktı. Onun bu yaklaşımını beğenmeyen hocaları oldu. Hatta yazılarını görmezden gelenler bile… Fakat arkadaşlarının ifade ettiği o inat, yolundan dönmemesi konusunda güçlü bir direnç içeriyordu. O, yoksul semtlerdeki insanların hikâyelerini, hem de tüm gerçekliğiyle yazmayı sürdürecekti.

Sağanak, Adnan Özyalçıner, 152 syf., Manos Yayınları, 2019.

İLK ÖYKÜSÜNÜ ELEKTRİKSİZ EVDE GAZ LAMBASI IŞIĞINDA YAZDI

Bu durum, hayatında yazdığı ilk öyküde de ortaya çıktı. İlk öyküsü, bir dönüm noktası, kendi el yazısıyla yazılmış bir kimlikti adeta. Uzun kariyerine sayısız kitap, öykü, ödül sığdıracak olan bu çocuk, ilk öyküsünü birlikte yaşadığı halasının evinde, evde elektrik olmadığı için gaz lambasının dalgalanan ışığında büyük bir özenle yazdı. Öykü bittiğinde sabah olmuştu bile…

“İlk öyküm, Eyüp Camisi’nin avlusunda karşılaştığım bir dilenci çocukla ilgiliydi. Anadolu’dan gelip aç kalmış, işsiz kalmış, bu yüzden dilencilerin eline düşerek dilenciliğe alıştırılan temiz yürekli, kimsesiz bir köylü çocuğunu anlatıyordu” diye anlatacaktı şimdi kayıp olan bu öyküyü.

1953’te Türk Sanatı’nda ve Vatan gazetesinin gençlik sayfasında öyküsü yayımlandı. “Demet” ve “13”te yazdı. 13’te yazdığı öyküler, eleştirmen Nurullah Ataç’ın dikkatini çekti. Ataç bir yazısında gelmekte olanı müjdeliyordu:

“Hepsini değil, birini çok sevdim, ikinci sayıda Bay Adnan Özyalçıner’in ‘Kenar Mahallelerden’ adlı yazısı. Belki büyük bir şey yok içinde, ama Bay Özyalçıner, Türkçeyi iyi kullanıyor, tatlı tatlı anlatmasını biliyor; okumaya başladınız mı bırakamıyorsunuz yazısını. Yarının iyi yazarlarından olacağını umarım.”

Bu müjde, gittikçe kendi gerçekliğini yaratmaya başlıyordu. Artık sıra daha güçlü öykülere, yayımlanacak dergilere, esaslı tartışmalara ve edebiyat hattından yürütülen bir mücadeleye geliyordu.

TUTUKLU ERDAL ÖZ’ÜN GİZLİCE YAZDIĞI ÖYKÜLERİ YAYIMLADI

İstanbul Üniversitesi’nde Türkoloji okuduğu yıllarda çok verimli ve dinamik bir kültürel ortamın içinde buldu kendini. Derslerden arta kalan zamanlarda bir araya geldiği arkadaşları arasında kimler yoktu ki… Onat Kutlar, Demir Özlü, Hilmi Yavuz, Doğan Hızlan, Erdal Öz, Konur Ertop, Kemal Özer… Yoğun edebiyat tartışmalarının yürütüldüğü buluşmalarda bir dergi çıkarma fikri ortaya atıldığında, derginin adını koyan yine Adnan Özyalçıner oldu. Derginin adı “a” olmalıydı, bu küçük harfli “a dergisi” her şeye a’dan, yani en başından başlamaya işaret ediyordu. 1956’da yayımlanmaya başlayan dergi, Demokrat Parti iktidarına da mevcut edebi iktidara da karşı çıkıyordu. Nice yazar ilk öykülerini bu dergide yayımladı, nice “sakıncalı” yazar da okurlarına a dergisi üzerinden ulaşabildi. Yazarlar arasında hayli ilginç isimler de vardı. a dergisinde görülen imzalardan ikisi Fahrettin Cüreklibatur ile Yılmaz Pütün’e, yani Cüneyt Arkın ve Yılmaz Güney’e aitti.

Dergi bir süre sonra kapanacak, 12 Mart sürecinde tekrar kurulacaktı. Bu zaman zarfında da politik mücadelenin edebiyat hattını oluşturan yayınlardan olacaktı. Adnan Özyalçıner, o süreçte tutuklu bulunan Erdal Öz’ün tuvalet kâğıdına yazarak gizlice gönderdiği öykülerini yayınlamayı sürdürdü. Öte yandan yeni a yine tutuklu bulunan Can Yücel’in şiirlerini de yayımladı, meşhur “Sardunyaya Ağıt” şiiri, yeni a dergisinde buluştu okuruyla.

27 sayı çıkan dergi, Adnan Özyalçıner’in bir yazısı üzerine kapatıldı. Yazar, çıkarılan af yasasıyla hırsızların hapisten çıktığını ancak topluma yararlı olacak kişilerin, yani “düşünce suçluları”nın özgürlüğe kavuşmamasını eleştiriyordu. Deniz’lerden söz etmesi ağır ceza mahkemesinde yargılanmasına, derginin de kapatılmasına yetmişti.

Panayır, Adnan Özyalçıner, 116 syf., Manos Yayınları, 2019.

'EN GÜZEL HİKÂYESİ'YLE OMUZ OMUZA BİR ÖMÜR

Adnan Özyalçıner’in dergi serüveninde bunlar yaşanırken bir yandan da ilk eserleri yavaş yavaş kitaplaşıyordu. Dahası okurlarına armağan ettiği ilk kitabı Panayır, kendi yazarına bir armağan verecekti. Cumhuriyet gazetesinde düzeltmen olarak çalıştığı o günlerde Doğan Hızlan bir arkadaşıyla geldi. Hızlan’ın arkadaşı elindeki kitabı Özyalçıner’e imzalatmak istemişti. O gün Panayır’ı imzalatmak için gelen genç kadın Sennur Sezer’di. Adnan Özyalçıner o gün Sennur Sezer’in adını kitaba yazıp imzalarken, en güzel hikâyesinin ilk satırlarını yazdığını henüz bilmiyordu. Tam 6 yıl boyunca, Özyalçıner’in tabiriyle, “yazarlık arkadaşıydılar”.

“1966’da sevda mı baskın çıktı, şiir mi üstün geldi bilmiyorum. 3 Ağustos 1967’de Sennur Sezer’le olan yazarlık arkadaşlığımızı hayat arkadaşlığına dönüştürdük.”

Güzellikle, emekle ve aşkla geçmiş yıllarda paylaştıkları hayatta ortak ya da bireysel, dirsek dirseğe yazdıkları çok sayıda eser çıktı ortaya. Adnan Özyalçıner masasında çalışırken, Sennur Sezer de dikiş makinesini yazı masası olarak kullanır, çalışma odalarının yapısı gereği, yazarken sırt sırta olurlardı. İkili ifadenin her anlamıyla, sırt sırta vererek yazdılar, omuz omuza vererek mücadele ettiler. Özyalçıner’in öykülerinin ilk okuru, hep Sennur Sezer oldu.

TÜRKÂN ŞORAY’IN GÖLGE YAZARIYDI

Peki roman? 1987’de IV. Murat ve Mirgün Bahçeleri kitabı çıktığında bunun Özyalçıner’in ilk romanı olduğunu düşünenler oldu. Ancak işin aslı öyle değildi. Türkân Şoray’ın imzasıyla yayımlanan Buruk Acı romanının yazarı aslında Adnan Özyalçıner’di. Daha sonra roman filme dönüştü, burada da eser sahibi olarak Şoray’ın adı yazıldı. Filmde kullanılan ve yine söz yazarı olarak Türkân Şoray’ın göründüğü “Sevmek korkulu rüya yalnızlık büyük acı” diye devam eden güzel şarkının sözleri de aslında Sennur Sezer’e aitti.

Özyalçıner ayrıca Şoray’ın yazarı olarak göründüğü Buğulu Gözler’i ve Dönüş’ü de kaleme almıştı. Gölge yazarlık serüveninde James Sullivan imzasıyla yayımlanmış bir polisiye roman dahi vardı.

Ama elbette bunları değil; kenar mahalleleri, emekçi semtlerini tüm gerçekliği ve sadeliğiyle anlattığı kitaplarını önemsedi. “Kendi elleriyle yarattıkları uygarlığın zenginlikleriyle güzelliklerinden eşit pay alamayan bu insanların yazgılarının değişmesi gerekirdi. Yazgılarına direnen insanların öyküleriyle gelişti yazdıklarım” demesi de bundandı.

YAŞAM KIPIRTISININ İNATÇI YAZARI

Öykülerinden fabrika düdükleri, işçi sesleri, kahve gürültüleri yükseldi. O, yazgısının boğmaya çalıştığı ancak yine de aynılaşmayan, düşmeyen insanları yazdı. Bir inadın yazarı Özyalçıner, Ant dergisine yaptığı itirazdaki gibi, daima edebiyatı savundu. Kalemi bir pusula gibi, görmezden getirilmeye çalışan yoksulları ve çelişkileri gösterdi. Pusulası bir an olsun şaşmadı. Yolculuğu ise hayranlık uyandıran cinstendi.

Bugün kitap fuarının onur konuğu olan o yazar, daha gencecikken, Ant dergisine verdiği demeçte, “Kitaptan yoksun kalan edebiyatın durgunluğu süreklidir. Bu durum sürdükçe de korktuğumuz başımıza geleceği gibi, okuyucuyu da edebiyata çekmek artık büsbütün güçleşecektir” diyordu. Öngörüsünde haklı çıktı. Ancak öngördüğü güçlüğe karşı durabilecek direnç, yine o inatçı yazarın kitaplarındaydı. Durgunluk mu, aksine, onun yaşamında da yazısında da hep bir yaşam kıpırtısı vardı.