Arzu Uçar: Öykü yazmaya içgüdüsel şekilde karar veriyorum

Şaşırtmayı ve okura soru sordurmayı seven yazar Arzu Uçar'ın öykü kitabı "Bir Küçük Delilik" İthaki Yayınları tarafından raflarda yerini aldı. "Henüz yazmak istediğim hiçbir şeyi yazamadım ve bundan o kadar mutluyum ki" diyen Uçar ile Bir Küçük Delilik'i ve eserlerindeki gerçeğin yansımalarını konuştuk.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - 2015 yılında Dış Kapının Mandalı ismini verdiği öykü dosyasıyla Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülü’nü alan Arzu Uçar, dört yıl sonra İthaki Yayınları’ndan çıkan Bir Küçük Delilik adını taşıyan yeni öykü kitabıyla okur karşısına çıkıyor.

Aşk üzerine, ölüm, korku, yalnızlık ve delilik üzerine birbirinden farklı on bir öykü ile okura seslenen yazarla, edebiyat ve hayat hususunda bir röportaj yaptık.

Arzu Uçar

Öykülerinizde dikkatimizi en çok çeken temalar; korku, ölüm ve yalnızlık hissi oldu. Bu kavramlar, modernitenin bireyi düşürdüğü hallerin birer göstergesi aynı zamanda. Öykücülük, “şehirli yazarın” kendini anlatma eylemi midir?

İlk kitabım Dış Kapının Mandalı’nı yazarken bu saydığınız temalar etrafında çok dolaşmıştım. Ama asıl çıkış noktam ailemin bana çocukluğumdan beri anlattığı hikâyeler ve o hikâyelerin üstüne eklenen kendi hikâyemdi. Öyküler, Dış Kapının Mandalı’nda 1970’lerden günümüze, küçük bir Ege kasabasından şehre taşınıyordu. Bütün öykülerde ağır basan ortak duygu ise yalnızlıktı. Bir Küçük Delilik’teyse bireyin kafasını karıştıran, onu normalde sergilemeyeceği davranışlara iten duyguları ve olayları anlatmak istedim. Yine bu kitapta sadece modern, şehirli insanlar değil, terk edilmiş bir Türkmen köyünde yaşayan bir adamın ani öfkesi, ıssız bir kasabada öğretmenlik yapan bir karakterin korkuları gibi daha farklı meseleler de var. Dolayısıyla modernitenin bireyi düşürdüğü hâller olarak adlandırmıyorum ben bunları. Korku, ölüm ve yalnızlık var olduğundan bu yana her yerde ve her dönemde takip etti insanlığı ve etmeye devam edecek.

İlk ve son öykünüzde geçen kadın karakterler arasında bir paralellik olduğunu düşünüyoruz. İkisi de ziyadesiyle tedirgin… Bu durumu, karakterlerin evli olmasıyla mı, yoksa günümüzde bekâr da olsa “eve kapanıp kalmış kadın” için dışarısının ürkütücülüğüyle mi açıklarsınız?

Evet, ilk öyküdeki kadın ve adam, son öyküde yeniden karşımıza çıkıyor. İlk öyküde kadının, son öyküde kocasının gözünden bakıyoruz olanlara. Burada sadece kadın için değil adam için de tedirgin edici durumlar var. İlişkinin her döneminde kendimizi ve karşımızdakini nasıl değiştirdiğimiz ve hasta ettiğimizle ilgileniyor bu öyküler. Sadece kadın açısından ele almıyor bu durumu. Kadın “bir adamın karısı” sıfatıyla arzularını nasıl bastırıyorsa, adam da “koca” sıfatının getirdiği maddi sorumluluklar ve hayalleri arasında bocalayıp duruyor. Bu sırada birbirlerini, kendilerini ve elbette ilişkiyi yıpratıp duruyorlar. Aşk, korkunç bir katile dönüşerek delirtiyor onları.

'ÖYKÜ YAZMAYA İÇGÜDÜSEL ŞEKİLDE KARAR VERİYORUM'

Öykülerinizin büyük çoğunluğunda birinci tekil anlatım kullanıyorsunuz. Bu tercihin kişisel karşılığı olduğunu kabul etmekle birlikte, yazara sunduğu konfordan ya da “tehlikeden” bahsedelim, istiyoruz. Siz bu durumu nasıl yorumluyorsunuz?

Bunu bilinçli bir şekilde yapıp yapmadığımı çok sordum kendime; özellikle bu ikinci kitapta. Bir hikâye öyküye dönüşmeden önce kafamın içinde dolaşıp dururken aklıma üşüşen diyaloglar ve olaylar o öyküyü nasıl yazacağımı da belirliyor bir şekilde. Dolayısıyla masanın başına oturduğumda karar çoktan verilmiş oluyor. Ben bu tercihi yazdığım iki kitap üzerinden şu şekilde yorumluyorum. Dış Kapının Mandalı’nı yazarken daha önce de belirttiğim gibi çıkış noktam, beni yazmaya iten amaç çocukluğumdan beri dinlediğim hikâyeleri aktarmaktı. İç seslerden çok olaylar ve diyaloglar ağır basıyordu. Bu kitapta ağır basan hikâye anlatıcılığı beni nesnel bir anlatıcı aracılığıyla öyküleri yazmaya yönlendirdi. Bu nedenle öykülerin çoğunluğu üçüncü tekil şahıs aktarımıyla yazıldı.

Bir Küçük Delilik ise huzursuzluk, korku, nefret, aşk gibi duyguların insanı nasıl hasta ettiği üzerine çok kafa yorduğum bir yazı deneyimi oldu. Karakterlerin içini kurcalayan bu duyguların hepsi bir bilinmezlik hâliyle güçleniyordu. Dolayısıyla her şeyi bilen bir üçüncü tekil şahıs anlatımı bilinmezin getirdiği tedirginliği dağıtabilir ve karakterleri deliliğe iten olayların örtülü kapılarını aralayıp her şeyi bozabilirdi. Yine de en başta dediğim gibi bu tercih için uzun uzadıya düşünüp başlamıyorum bir öyküyü yazmaya; bu karar içgüdüsel bir şekilde verilmiş oluyor ve sonradan baktığımda neden bu kararı vermiş olduğumu anlıyorum.

Bir Küçük Delilik, Arzu Uçar, 96 syf., İthaki Yayınları, 2019.

Öykülerinizin genel hissi ve sinemayla ilgilenen karakterinizi konu aldığınız öykü, bize Godard’ın sinema ilgili söylediği bir cümleyi hatırlattı: Burjuva sinemacılar gerçeğin yansımalarına odaklanırlar, biz ise bu yansımanın gerçekliği ile ilgileniyoruz. Godard’ın sözünü edebiyata uyarladığımızda, sizce, eserinizde gerçeğin yansımalarına mı odaklanıyorsunuz, yansımanın gerçekliğe mi? Çalışmanızın, sınıfsal pozisyonunu nasıl tanımlıyorsunuz?

Öyküler ortak temalar etrafında toplansa da her biri ayrı çıkış noktaları ve yönelimlere sahip. Yazma süreçleri bile çok farklı. Bazen sadece küçücük bir anı parçasıyla başlıyorum bir öyküyü yazmaya ve o anının neden bu kadar çekici geldiğini yazmaya devam ettikçe anlıyorum. Bana anlatılan bir hikâyeyi veya şahit olduğum bir olayı yazmak için işe giriştiğimde ise yazma sürecinin beni başka bir şeyi yazmaya ittiğini görüyorum her seferinde. Bir defasında şöyle bir cümle kurmuştum: “Henüz yazmak istediğim hiçbir şeyi yazamadım ve bundan o kadar mutluyum ki.” Çünkü sonunda ortaya çıkan metne bakınca çıkış noktam çok cılız ve renksiz bir dünya gibi görünüyor gözüme. Buradaki cılız ve renksiz dünya gerçeği ve onun yansımalarını temsil ediyor. Ama bu cılız dünyaya teşekkür borçluyum, çünkü onu yazmak üzere kalemi elime her aldığımda ondan yola çıkarak bambaşka bir gezegen örüyorum. Yazma sürecinin bu kısmında çok gizemli ve çekici bir taraf var. Çünkü ortaya çıkan öykünün bahsettiğimiz gerçekliği ve yansımalarını içine alan bir yanı oluyor ama aynı zamanda ondan bağımsız bir kimlik kazanıyor. Yazının ruhuyla bütünleştiğimi hissediyorum o anlarda.

“Vatan Haini” isimli öykünüzün yan karakterlerinden biri de eziyet çeken, yaşlı bir eşek. Yazar Arzu Uçar, “ölümü yaklaşan” bu eşeğe bir paragraflık bir yazı yazacak olsa, ne söylerdi?

Arzu Uçar’ın eşeğe söyleyecek bir lafı yok ama Vatan Haini’nin ana karakteri ona ve size şunları söylerdi:

Siz eşeğe mi üzüldünüz? Etrafındaki herkes tarafından korunan, kollanan, hürmet gören ve sevilen eşeğe. Hayatı boyunca kötü muamele görmedi o, kimse ondan yapamayacağı şeyler isteyip canını sıkmadı, benim gibi gencecikken ölümle burun buruna gelmedi. Ben henüz hayatının başında, sapasağlam bir erkeğim. Önümde yaşanacak aşklar, maceralar varken belki de boktan bir tesadüfle öleceğim ve siz hâlâ yaşlı bir eşeğe üzülüyorsunuz, öyle mi? O eşeğe şöyle derdim: “Son günlerinde kendini koru, çünkü ilk fırsatta seni yavru kedilerin yanına göndereceğim. Ailemdeki herkes tarafından bana gösterilmesi gereken sevgi ve anlayışı çaldığın için, kıskançlıktan yapmayacağım bunu. Aynı tarafta olmamıza rağmen beni korumadığın, bencil bir pislik olduğun için öleceksin.”

Lisans eğitiminizden sonra, bir sinema okulunda yüksek lisans eğitimi almışsınız. Öykülerinizden birini bir film yapacak olsanız, hangisini tercih edersiniz?

Ophelia’nın Beklenen Doğumu yüksek lisans eğitimi sırasında yaptığım çalışma ve okumalardan fazlasıyla beslenen bir öykü. Ali Berktay’ın Kerbela’sı, Çehov’un Martı’sı, Shakespeare’nin Hamlet’i 2010’ların İstanbul’una gelip modern bir çiftin çocuk yapma kararında rol oynuyorlar. Tüm bu oyunların ve yazarlarının hayaletleri öykü boyunca dolaşıyor İstanbul’un evlerinde, parklarında, marketlerinde, otobüslerinde ve barlarında. Bu kadar çeşitli metni içinde barındıran bir öykü, filme uyarlansa nasıl olur diye merak ediyorum. Burada başka bir göz çok önemli, bu yüzden böyle bir film yapılacaksa yönetmeni değil izleyicisi olmak bana daha büyük keyif verir.

Hazırladığınız yeni bir çalışma var mı? Günleriniz nasıl geçiyor?

Okumayı çok seviyorum, benim için yazmaktan daha keyifli bir iş oldu her zaman. Dış Kapının Mandalı 2015 yılında yayımlandı. Onu yazarken üzerimde kendimden başka kimsenin baskısı yoktu. Henüz bir kitabım yayımlanmamıştı, dolayısıyla kimsenin benden bir beklentisi de yoktu. O yüzden bol bol okuyup canım istediği zaman alıyordum kalemi elime. Ama ilk kitap yayımlandıktan sonra bir beklenti oluşuyor; ikinci kitabın yolda olup olmadığı ve ne zaman yayımlanacağıyla ilgili sorular duyuyorsunuz sürekli. Bu inanılmaz bir yük bindirdi omuzlarıma. Dış Kapının Mandalı yayımlandıktan çok kısa bir süre sonra Bir Küçük Delilik’in ilk öyküsünü yazmıştım ama aceleye getirmek istemiyordum. Bir öyküyü tekrar tekrar, değişik biçimlerde yazıp durdum mesela. İçimde korkular ve tedirginlik vardı, bunları elle tutulur bir hâle sokup insanlara göstermek istiyordum. Kitap ortaya çıktığında tüm bu korkulardan arınırım ve okumak istediğim kitaplara tümüyle vakit ayırabilirim diye düşünüyordum. Oysa böyle olmadı. Şu an aklımda beni yazmaya iten yeni bir hikâye var; rüyalarımda sürekli onunla uğraştığım, uyanır uyanmaz başına oturduğum günler oluyor. Kalan tüm zamanımı ise okunmak için bekleyen kitaplara ayırıyorum.