'Erkekliğin' içinden 'erkek karşıtı' bir ses

Erkmen Özbıçakçı’nın ilk öykü kitabı Gölgede Yanmak, Doğan Kitap tarafından yayımlandı. Özbıçakçı öykülerini 'erkekliğin' içinden 'erkek karşıtı' bir sesle kuruyor.

Google Haberlere Abone ol

Giray Kemer [email protected]

Gölgede Yanmak, Erkmen Özbıçakçı’nın ilk öykü kitabı. 2017 Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülleri’nde dosyası dikkate değer bulunan Özbıçakçı metinlerinde ekseriyetle Çukurova coğrafyasındaki çocuk, ergen, yetişkin erkeklerin erkeklikle, birbirleriyle, çevreleriyle yer yer devletle, kısaca hayatla olan sıkıntılarını anlatıyor.

Ölüm döşeğinde yaşlı bir devrimci, gözlerini dünyaya henüz açmış reenkarne bir bebek, sünnette, berber koltuğunda, tüfek hediye edilip ava çıkarılan çocuklar, askerlik yaparken kendisiyle ve erkekliğin farklı formlarıyla çarpışan genç bir adam, halı saha maçlarındaki iktidar oyunları, kadın erkek ilişkilerinde asla yeterince erkek olamadığı için kaybetmeye mahkum erkek tiplemeler… Yani yaşamının her evresinde onları biricik erkekler oldukları sanrısına sokan müdahalelere maruz kalanların hikâyeleri, ölüm-doğum döngüsü içinde kitapta yer buluyor.

HEGEMONİK ERKEKLİK TARTIŞMALARI EKSENİNDE GÖLGEDE YANMAK

Bu anlamda, son dönemde sesi giderek gürleşen kadın mücadelesi ve onun çevresinde dönen eril dil-hegemonik erkeklik tartışmaları ekseninde edebiyat üretimi açısından Gölgede Yanmak’ın önemli bir örnek olduğunu düşünüyorum. Erkekliğin içinden erkeklik karşıtı bir ses veriyor bu öyküler. “Erkeklik şemsiyesi altında bile olsan, erkeklik seni de yakar. Gölgede olmakla kurtaramazsın” diyor bir nevi. Hem de bunu, sınıfsal bir bakıştan koparmaksızın yapmaya çalışıyor. Kitap aynı zamanda, bir küçük burjuva çocuğu erkek yapan toplumsal örneklerden oluşan hikâyeler bütünü olarak da okunabilir. “Küçük burjuva olarak sınırlı bir konfor alanında olsan da, yani gölgeye sığınsan da, yokluk çeker, yabancılaşırsın kendine. Yakar seni sermaye, kaçamazsın,” diye fısıldıyor öykülerin çoğu. Bu anlamda da öykülerin planlı bir bütünün parçası olduğunu, yazarın metnin tamamının kurgusuna da ciddi kafa yorduğunu ve kitabın, yine son dönemde çeşitli edebiyat mecralarında bahsini daha sık duymaya başladığımız “Bildungsroman”ın öykü üzerinden bir örneği olabileceğini söylemek de pekâlâ mümkün. Ayrıca kurguyla ilgili birkaç kelam edecek olursak, Gölgede Yanmak’ın standart kısa öykü kalıplarında şekillendirilmiş metinler bekleyenleri boşluğa düşürecek, oldukça da zorlayacak bir kitap olduğunu belirtmeden geçemeyiz. Çoğu zaman her öykü başı sonu tasarlanmış olduğu izlenimi veren girift birçok başka hikâyeyi de besliyor ve bu hikâyelerle besleniyor. “Bu öykünün hikâyesi nedir?” sorusunu havada bırakmadan ve asla okurun işini kolaylaştırmadan.

ÇUKUROVA!

Elbette bir de Çukurova var. Gölgede bile yakan sıcağıyla Çukurova. Son birkaç yılın popüler dizilerinde ceberrut erkeklik üzerinden küfürle, silahla, kanla tasvir edilen; haber bültenlerinde güneşe sıkılan kurşunlarla, adliyeden ters kelepçeyle çıkarılan biraz utanmaz, biraz komik kriminal tiplemeleriyle yansıtılan ve elbette kebabıyla, şalgamıyla, rakısı ve aklınıza damak tadı namına ne gelirse sofralarında bol bereketiyle sergilenen Çukurova. Özbıçakçı da dilini işte bu sıcaktan, bu tutkudan ve bu lezzetten kuruyor. Ama bu dilin atmosferindeki öykülerin karakterleri daima erkekliğin erkekliğe yenildiği anların “öteki hikâyesini” anlatıyor. Tabii bir de unutmadan; tüm öykülerde, oldukça silik bir şekilde, tüm bu kritik anlara şahitlik eden köpek, Çarli var. Tüm erkeklere; “Belki de en iyi kamufle olduğumuzu sandığımız anda bile her şeyi gören bir Çarli vardı daima. Ya içimizde ya da içimizden biri,” dercesine.

HAYAL KIRIKLIKLARI... AZİM... PES ETMEYİŞ... 

Yukarıdaki gibi uzun bir girizgahla bu yazıya başlamak kitap hakkında söz söyleme arzum açısından zorunluydu. Fakat devamını da bu tonda getirmek, en basit tabirle kendini kandırmak olur ki, bir manası olduğunu düşünmüyorum. Alt metinlere, görünen hikayenin ardındaki emeğe ve kurgu kaygısına yakından tanık olduğum bu metinler hakkında söylenecek daha çok sözüm var elbette. Ancak kitap okur ve eleştirmenlerin radarına girdiğinde yukarıdaki uzun girizgâha benzer değerlendirmelere konu olacaktır zaten. Söylediğim gibi, benim bu yazıdan muradım bu kadarla sınırlı değil.

İlk fikir pırıltısından son halinin verilişine kadarki tüm emeğe, hevese, hayal kırıklığına, hayale, umuda, tekrar hayal kırıklığına, vazgeçişe, azmedişe ve yer yer başka hayal kırıklıklarına ama asla pes etmeyişe şahit ve kefil olduğum bu öyküler için uzaktan, yukarıdan, objektif bir değerlendirme yapmayı pek mümkün görmüyorum.

Onun yerine Erkmen’in on beş yıla yaklaşan dostluğumuz boyunca yazmayla olan ilişkisini ve onu “Gölgede Yanmak”a götüren süreci anlatmayı daha doğru buluyorum.

'HAYAT ÜÇ ÇEKER EDEBİYATA'

Her ne kadar yakın zamanda çıkan “Tarihi Kırıntılar”da üstat Barış Bıçakçı yazmakla yaşamak arasında determinist bir korelasyon bulmanın manasızlığından bahsetse de, biz eski okurları onun “Edebiyatla hayat takım kurup futbol maçı yapsalar, hayat üç çeker edebiyata” dediği günleri de biliyoruz. Bu bağlamda her zaman Erkmen Özbıçakçı’nın yaşadığı gibi yazdığını düşünmüşümdür.

Her yazar daha doğrusu yazan herkes, basılı bir kitabının olmasını ister. Çünkü ancak yazar olunca gerçekten istediğiniz şeyleri yazabilecek hakka sahipsinizdir. Bir kere başardıysanız bundan sonra deneme imkânınız olur. Kitabınız basılmadan önce insanların gözünde başarısız bir amatörlük timsaliyken, o ilk kitap raflara dizildiğinde birden yazar oluvermişsinizdir. Artık yazamıyor değil bir sonraki kitap için çalışıyorsunuzdur. Artık kaybeden değil erk sahibisinizdir.

Ezcümle Kant’ın da dediği gibi “Sanatın değeri ancak değerli olduktan sonra belli olur.”

Değerli olanın tam olarak ne olduğu tartışıladursun kabul etmek gerekir ki bu erk yazmaya meyilli biri için gerçekten konforlu bir alan. Aksi de bitmeyen bir öfke getiriyor. Hemen herkese. Ne ahbap çavuş ilişkileri kalıyor ne nitelik tartışmaları, ne popüler dergilerde bulunmanın “ucuzluk” hali ne televizyona sıçrayışın getirdiği “satılmışlık”. Sektöre, diğer yazarlara kıskançlıkla ve isyan duygusuyla karışık bir öfke duyuyorsunuz. Bazen haklı bazen haksız, kendinizi dün sevdiğiniz bir yazardan bugün nefret ederken buluyor ve gelişine vuruyorsunuz.

Gölgede Yanmak, Erkmen Özbıçakçı, 136 syf., Doğan Kitap, 2019.

Bu genel geçer öfke haline yer yer Erkmen de kapıldı ama yutkunup işine bakmaya devam etti. Nihayetinde ilk kitabın efsunlu zırhını kuşanmanın değil yazmanın esas olduğunu bildi. Yine de konuştu mu büyük laflar etmeyi, törensel işleri hep sevdi. Tumturaklı yaşayıp öyle yazdı. Dergiye yazı yazması gerekirken, işçi filmleri festivali yahut bienali takip edip gazeteye yetiştirecekken, eyleme çıkarken, sofralar kurarken, etleri kasapla türlü pazarlıklarla hayvanın istediği yerinden alıp zırhla kendi kıyarken, emek emek şişe dizerken, şarkılar söyleyip şarkılar yazarken, aşık olurken, terk edilirken, derslerden kalıp okulu bırakırken ona bu motivasyonu veren asıl şey yazdıklarıyla uzay boşluğunda bir yerlerinde yapayalnız olmadığı ümidiydi. Bu öykülerin dünyanın geriye kalanıyla da değer yaratacak bir paylaşıma girebileceği inancı, yani ilk kitaptı. Böylece bütün buğu dağılacak, bütün hengâme dize gelecekti. Sanki her şey “o büyük günün görkemi” içindi. Ağırdan alması, içine sinişini beklemesi de bundandı.

İnanıyorum ki, farkında olmasa da aklının bir yerinde hep bu “ilk kitap” vardı. Belki de bu yüzden hep yaşadığı gibi yazdı, yazdığı gibi yaşadı Erkmen.

Okulu, İstanbul’u bırakıp Adana’ya dönüşünün “Mevsmi Geçti”yle, halı sahada ayağının içiyle ters doksana attığı golden sonra göz göze gelişimizin “Sergenin Sağ Ayaklısı”yla, 1 Mayıs’ta Taksim zorlanırken bolca biber gazı ve jop yedikten sonra bir de onun kazanla pişirdiği zehir gibi makarnasını kaşıklayan yirmi kişinin gözünde biriken yaşın “Kaçacak Yerim Yok Ama Evimdeyim”le, Tarsus’taki, Adana’daki, Ankara’daki, Kadıköy’deki türlü rakı sofrasının “Sonrası ve Hep”le, erkekliğin, yani iktidarın, en çiğ kokusunun sindiği iş yerinde çektiği sıkıntıların, şahit olduğu küçük hesapçı patronların ayak oyunlarının, “Musalla’ya Çıkan Sokak“la, mektupların ve başlı başına dostluğun kendisinin “Er Aynası”yla ilgisi olmadığını kim söyleyebilir ki?

Hakkında bir şeyler söylemenin benim için hem çok kolay hem de çok zor olduğu birine ve bir kitaba dair yazıyorum. Özetle ve rahatlıkla ancak şunu söyleyebilirim: Haza bir yazarın edebiyat dünyasına gitmemek üzere merhaba deyişini görmekten dolayı çok mutluyum.