1984: Zulmün mistisizmi

1984 özgünlükten yoksun, zira Orwell bu romanın ana fikri, olay örgüsü, temel karakterleri, sembolleri ve tüm bir atmosferi dahil olmak üzere pek çok unsurunu Batı’da neredeyse hiç bilinmeyen bir Rus yazara borçlu. Bu yazarın adı Yevgeni Zamyatin. Onun Orwell tarafından model alınan romanının adı ise Biz. Tıpkı 1984 gibi Biz de bir distopya. Gelecekte yaşanacakların bir karabasan atmosferinde tassavvur edildiği bir tür Kassandra çığlığı. 1984, Zamyatin’in teması üzerine yapılmış büsbütün İngiliz bir çeşitleme. Ve belki de Orwell’in eserine özgünlük kazandıran tek yön onun İngiliz bakış açısının bütünlüğü.

Google Haberlere Abone ol

Isaac Deutscher (1)

DUVAR - Tarihçi Isaac Deutscher'in George Orwell'in 1984'üne dair 1954 yılında kaleme aldığı ve 1955 yılında yayımlanan Heretics and Renegades adlı kitabında yer alan ve 1984'ün, Yevgeni Zamyatin'in Biz adlı romanıyla çarpıcı benzerliklere sahip olduğunu ilk olarak ortaya koyan eleştiriyi Ozan Uludağ'ın çevirisiyle yayımlıyoruz.

Son dönemde yazılan romanların pek azı George Orwell’in 1984’ü kadar rağbet görmüştür. Bunların çoğu, hatta belki de hiç biri, politika üzerinde bu denli etkili olmamıştır. Romanın adı politik bir tabir haline geldi. Orwell’in bu roman için türettiği pek çok başka terim de politik jargonda kendine yer bulmuş durumda. Bunların arasında yer alan Yenisöylem, Eskisöylem, Geçmişin Değişebilirliği, Büyük Birader, Gerçek Bakanlığı, Düşünce Polisi, Suçdüşün, Çiftdüşün, Nefret Haftası gibi ifadelere (2) Sovyetler Birliği ve Komünizm aleyhtarı yazı ve demeçlerde sıkça rastlıyoruz. Amerika ve Avrupa’da milyonlarca izleyici, televizyon ekranları ve beyaz perde aracılığıyla Büyük Birader’in tehditkar yüzüyle ve ‘‘komünist’’ Okyanusya kabusuyla tanıştı. Böylece, 1984 romanı Soğuk Savaş’ın ideolojik bir süper silahına dönüştü. Batı Dünyası’nı 2. Dünya Savaşı’nın sona ermesinden bu yana etkisi altına alan komünizm korkusu hiç bir kitap ya da belgede olmadığı kadar sarsıcı biçimde yansıtılıp odak noktası haline getiriliyor 1984’te.

Soğuk Savaş’la birlikte, fiziksel süper silahlara yönelik olarak ortaya çıkan talebe benzer biçimde böylesi ideolojik silahlar için de bir tür ‘‘toplumsal talep’’ hasıl oldu. Gelgelelim, teknoloji marifetiyle üretilen süper silahların kullanım amacıyla bunları üretenlerin niyetleri arasında herhangi bir çelişki bulunmuyor. Bu silahlarla ölüm saçmak ya da en azından mutlak yıkım tehditi oluşturmak amaçlanıyor. 1984 türünden bir kitap ise yazarının niyetinden bağımsız biçimde kullanılabiliyor. Kimi tarafları bağlamından koparılırken başka bazı yanları ise kitabın hizmet edeceği politik amaca uymadığı için görmezden gelinebiliyor, hatta adeta gizlenebiliyor. Bu tarz bir kitabın etkili olabilmesi için edebi bir şaheser olması, hatta önemli ve özgün bir çalışma olması da gerekmiyor. Genel olarak, yüksek edebi değere sahip eserler yapısal zenginlikleri ve düşünsel derinlikleri sayesinde dışarıdan gelebilecek istismar tehlikesine karşı korunaklı olurlar. Bu tarz eserlerde yer alan fikirleri slogan haline getirmek, sembolleri hipnotize edici umacılara dönüştürmek zordur. Büyük bir şairin kaleminden çıkan sözler, yavaş ilerleyen bir sürecin sonunda girer politik jargona. Damdan düşer gibi değil, belli belirsiz bir sızma şeklinde gerçekleşir bu. Edebi şaheser, politik düşünceye sersemleterek değil, onu içeriden mayalayarak, zenginleştirerek etkide bulunur.

1984 yoğun, konsantre ama aynı zamanda korku duygusundan beslenen kısıtlı bir imgelemin ürünü. Romana hasmane yaklaşan bir eleştirmen onu ‘‘politik korku karikatürü’’ olarak niteliyor. Bu pek adil bir tanım sayılmaz. Zira roman belli açılardan bu seviyenin üzerine çıkan düşünsel ve duygusal katmanlar barındırıyor. Fakat 1984’ün çiğ bir sembolizmle yüklü olduğu da bir gerçek. Romandaki temel imge olan Büyük Birader, sanatsal değeri düşük çocuk masallarından fırlamış öcüleri andırıyor. Orwell’in anlatısı ucuz bilimkurguların olay örgülerine benzer biçimde yol alıyor. Korkular mekanik biçimde, ardı ardına öyle bir boca ediliyor ki sonuçta Orwell’in metnin temelinde yatan fikirlerinin, karakterlerine olan merhametinin ve yaşadığı topluma yönelik yergisinin okurda karşılık bulması zorlaşıyor. 1984, Orwell için yapılan modern Swift tanımlamasına pek sağlam bir dayanak sağlamıyor. Oysa Hayvan Çiftliği böylesi bir tanımlamaya bir ölçüde olanak tanıyordu. Orwell bir yergi ustasında olması gereken felsefi objektiflikten, düşünsel zenginlik ve incelikten yoksun. Acımasız ve yer yer içe işleyen bir imgeleme sahip olsa da esneklik ve özgünlükten yoksun, dar bir imgelem bu.

1984 özgünlükten yoksun, zira Orwell bu romanın ana fikri, olay örgüsü, temel karakterleri, sembolleri ve tüm bir atmosferi dahil olmak üzere pek çok unsurunu Batı’da neredeyse hiç bilinmeyen bir Rus yazara borçlu. Bu yazarın adı Yevgeni Zamyatin. Onun Orwell tarafından model alınan romanının adı ise Biz. Tıpkı 1984 gibi Biz de bir distopya. Gelecekte yaşanacakların bir karabasan atmosferinde tassavvur edildiği bir tür Kassandra çığlığı. (3) 1984, Zamyatin’in teması üzerine yapılmış büsbütün İngiliz bir çeşitleme. Ve belki de Orwell’in eserine özgünlük kazandıran tek yön onun İngiliz bakış açısının bütünlüğü.

ZAMYATİN'İN VE ORWELL'IN HAYATLARI BENZER YÖNLER TAŞIYOR

Bu noktada Zamyatin’e dair bir kaç söz etmek yersiz kaçmayacaktır. Zira onun hayat hikayesi Orwell’inkini andıran yönler barındırıyor. Zamyatin daha eski bir kuşağa mensup. 1884’te doğmuş ve 1937’de hayata veda etmiş. Orwell’in bazı erken dönem çalışmalarını andıran bir biçimde, o da başlarda alt-orta sınıfın yaşamını gerçekçi biçimde tasvir eden eserler kaleme almış. Rusya’daki 1905 Devrimi, Zamyatin’in yaşam öyküsünde İspanya İç Savaşı’nın Orwell’in hayatındaki rolüne benzer bir yer tutuyor. 1905 Devrimi’nde, o vakitler henüz Menşevik-Bolşevik yarılmasının yaşanmadığı Rus Sosyal Demokrat Partisi’nin üyesi olarak devrimci harekete katılan Zamyatin, Çarlık polisinin zulmünden payına düşeni almış. Devrimin geri çekilmesiyle bir tür ‘‘kozmik karamsarlığa’’ teslim olarak Sosyalist Parti’yle bağını koparmış. Orwell’in ise, giderek daha az tutarlı bir biçimde olsa da, sonuç itibariyle sosyalizme olan sadakatinin etkisiyle böyle bir kopuş yaşamadığını görüyoruz. 1917’de yeni bir devrim kapıyı çaldığında olan biteni mesafeli ve umutsuz gözlerle izleyen Zamyatin, devrimden hayırlı bir sonucun çıkmayacağına inanıyormuş. Kısa süren bir hapisliğin ardından Bolşevik hükümeti yurtdışına çıkmasına izin verince soluğu Paris’te almış. 1920’lerin başında kaleme aldığı Biz, Paris’teki göçmenlik yıllarının bir ürünü. (4)

1984’ün temel unsurlarının Zamyatin’den alındığı iddiası edebi etkilerin izini sürmekle kafayı bozmuş bir eleştirmenin varsayımlarına dayanmıyor. Orwell Zamyatin’in romanını biliyordu. Bu roman onu büyülemişti. Hatta Biz üzerine bir makale kaleme almıştı. Orwell, o dönem edebiyat editörü olduğu sol-sosyalist Tribune dergisinin 4 Ocak 1946 tarihli nüshasında yayımlanan bu makaleyi Hayvan Çiftliği’nin yayımlanmasından sonra, 1984’ü yazmaya girişmeden önce yazmıştı. Bu makale yalnızca birinci elden kesin bir kanıt olmakla kalmıyor, aynı zamanda hem Biz’in hem de 1984’ün temelinde yatan fikri açıklaması hasebiyle de önem taşıyor.

Makalenin girişinde Orwell, Zamyatin’in romanını yıllarca aradığını ve nihayet kitabın Nous Autres başlıklı Fransızca baskısına ulaştığını belirtiyor. Amerika’da yayımlanan ancak pek ilgi görmeyen romanın İngiltere’de yayımlanmamış olması karşısında şaşkınlığını ifade ediyor. ‘‘Romanın türünün en iyi örneği olduğunu söyleyemem, ama sıradışı olduğu kesin. Şu ana dek hiç bir İngiliz yayımcının bu kitabı basma girişiminde bulunmamış olması şaşırtıcı.’’ diyen Orwell yazısını şu sözlerle bitiriyor: ‘‘İngilizce baskısı çıktığında kaçırılmaması gereken bir kitap bu.’’

Yazıda Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya adlı romanı için ‘‘kısmen Zamyatin’in romanından türetilmiş olsa gerek’’ diyen Orwell, bu hususa daha önce dikkat çekilmemiş olmasını şaşırtıcı buluyor. Ona göre Cesur Yeni Dünya’dan çok daha üstün bir eser olan Biz, ‘‘yaşanmakta olan duruma’’ daha yakın düşüyor. Biz’in ‘‘Acısız, mekanize, akılcı bir dünyaya karşı ilkel insan ruhunun isyanını’’ ele aldığını belirtiyor Orwell.

‘‘Acısız’’ doğru sıfat değil. Zira, Biz’de Zamyatin’in tasavvur ettiği dünya, tıpkı 1984’te olduğu gibi, korkularla dolu. Orwell yazısında bu korkuların kısa ve öz bir listesini çıkarıyor. Bu bölümde yazı, sanki 1984’ün özetiymiş gibi ilerliyor. Zamyatin’in tasvir ettiği toplumun fertlerini şu sözlerle tarif ediyor Orwell: ‘‘Bireyselliklerini öylesine yitirmişler ki isim yerine numara taşır olmuşlar. Camdan evlerde yaşıyorlar. Bu sayede ‘Muhafızlar’ olarak bilinen siyasi polis onları daha kolay izliyor.’’ Tek tip üniformalar giyiyorlar. Bir insandan genellikle bir ‘‘numara’’ ya da ‘‘üni’’ (uniforma) olarak bahsediliyor. Orwell bir yerde parantez içinde Zamyatin’in romanı televizyonun icadından önce yazdığına dikkat çekiyor. Bu teknolojik yenilik 1984’te kendine yer buluyor. Keza, helikopter de 1984’ün başlarında polisin Okyanusya yurttaşlarının evlerini gözetlemesini sağlayan bir icat olarak karşımıza çıkıyor. ‘‘Üniler’’ 1984’ün ‘‘Proleterler’’ini andırıyor. Zamyatin’in gelecekteki toplumunda, 1984’ün toplumunda da olduğu gibi, aşk yasak. Cinsel ilişki sıkı bir biçimde denetleniyor, yalnızca duygusuz bir eylem olarak gerçekleştirilmesine izin veriliyor. Tek devleti yöneten Velinimet’in Büyük Birader’in bir prototipi olduğu çok açık.

HER İKİ ROMANDA DA AŞK İLİŞKİSİ DİRENİŞ İLE İÇ İÇE

Orwell’e göre "Biz" romanında ‘‘devletin temel prensibi mutluluk ile özgürlüğün bir arada olamayacağı düşüncesine dayanıyor. Tek devlet, yurttaşının mutluluğunu onu özgürlükten yoksun kılarak tesis ediyor.’’ Orwell, Zamyatin’in başkarakterini ‘‘Bir çeşit ütopik Londralı Billy Brown’’ (5) olarak tarif ediyor ve ‘‘önceki kuşaklardan devraldığı, esiri olduğu dürtülerin onu sürekli olarak dehşete düşürdüğünü’’ söylüyor. Biz’in ütopik Billy Brown’ı Orwell’in 1984’ünde Winston Smith adını alıyor. Yaşadığı problem ise değişmiyor.

Orwell olay örgüsünün temel motifini de Rus yazara borçlu. Bu motifi şu sözlerle tanımlıyor: ‘‘Eğitime ve sürekli teyakkuz halindeki muhafızların varlığına rağmen, kadim insani içgüdüler hala yerli yerinde.’’ Zamyatin’in başkarakteri Orwell’in sözleriyle ‘‘yasağı delerek bir I-330’a aşık oluyor’’, tıpkı Julia’ya aşık olarak aynı yasağı çiğneyen Winston Smith gibi. Her iki romanda da aşk ilişkisinin başkarakterin yeraltı direniş hareketine katılmasıyla iç içe geçtiğini görüyoruz. Zamyatin’in asileri Orwell’in deyimiyle ‘‘devleti yıkma planlarına ek olarak perdeler kapalıyken sigara tellendirmek ve içki içmek gibi günahların tadını çıkaracak kadar ileri gidiyorlar.’’ Benzer biçimde Winston Smith ve Julia da Bay Charington’ın dükkanının üst katındaki sığınaklarında gerçek kahveyi gerçek şekerle içiyor. Her iki romanda da suç ve gizli planlar Muhafızlar ya da Düşünce Polisi tarafından açığa çıkarılıyor. Ve her iki kahraman da Orwell’in Biz’i değerlendirdiği makalesinde belirttiği gibi ‘‘sonunda aptallıklarının sonuçlarından kurtarılıyor.’’

Zamyatin’in ve Orwell’in asi karakterlerine, atalarından miras aldıkları dürtülerden kurtulana ve Velinimet ya da Büyük Birader’i sevmeye başlayana kadar uygulanan ‘‘tedavi’’ ve işkence kombinasyonu çok benzeşiyor. Biz’i değerlendirdiği yazısında şöyle diyor Orwell: ‘‘Zamyatin’de yetkililer yakın zamanda ortaya çıkan bazı hastalıkların sebebini bulduklarını şöyle duyuruyor: Hastalığın kaynağında bazı insanların hayal gücü denilen bir dertten muzdarip olması yatıyor. Hayal gücünden sorumlu sinir hücresinin yerinin tespit edilmesiyle birlikte bu hastalığın X-ray tedavisiyle iyileştirilmesi mümkün hale gelmiş durumda. D-503 ameliyata alınıyor. Bu ameliyattan sonra başından beri yapması gerekeni yapmak, yani suç ortaklarını polise ihbar etmek, artık onun için çok kolay.’’ Her iki romanda da başkarakterin her şeyi itiraf ederek aşık olduğu kadını ele vermesi iyileştirici birer şok biçiminde cereyan ediyor.

George Orwell

Orwell aşağıdaki işkence sahnesini Zamyatin’den naklediyor:

‘‘Sandalyeye sıkıca kenetlenirken bana baktı. Gözleri tamamen kapanana dek. Sonra onu dışarı aldılar. Elektro-şokla kendine getirdiler. Sonra tekrar zilin altına koydular. Bu olay 3 kez tekrarlandı. Ve ağzından tek kelime bile çıkmadı.’’

Orwell’in 1984’teki işkence sahnelerinde de ‘‘elektro-şok’’ ve ‘‘işkence koltuğu’’ sıkça tekrarlanıyor. Ancak, Orwell, acıyı ve zulmü tasvir ederken çok daha yoğun ve sado-mazo bir anlatım sergiliyor. Örneğin:

‘‘O'Brien'ın elini hafifçe oynatışı dışında hiçbir uyarı gelmeden, bedenini bir acı dalgası kapladı. Olup biteni göremediği için ürkütücü bir acıydı, bunun kendisini öldürebileceğini hissediyordu. Kaldı ki, gerçekten böyle bir şey yapılıyor muydu, bu acı elektrik vererek mi sağlanıyordu, ayırdında değildi; ama bedeni paramparça oluyor, eklemleri yavaş yavaş birbirinden ayrılıyordu. Acıdan alnı tere batmıştı, ama belkemiğinin kopmak üzere olduğunu duyumsaması onu çok daha fazla korkutuyordu. Mümkün olduğu kadar sesini çıkarmamaya çalışarak dişlerini sıktı, burnundan derin bir nefes aldı.’’

ORWELL: ZAMYATİN'İN ROMANI, HUXLEY'İNKİNDEN ÜSTÜN

Orwell’in Biz’den aldıklarının listesi daha da uzatılabilir. Ama şimdi olay örgülerinden uzaklaşıp bu romanların temelinde yatan fikre dönelim. Zamyatin’le Huxley arasında bir mukayeseye girişen Orwell şöyle diyor: ‘‘Totaliterliğin akıl dışı yanına yönelik bu sezgisel kavrayış (insanın kurban edilmesi, zulmün kendi başına bir amaç haline gelmesi, ilahi özellikler atfedilen lidere tapınma), Zamyatin’in romanını Huxley’inkinden üstün kılıyor.’’ Biz de şunu ekleyebiliriz: Bu özelliği aynı zamanda Biz’i Orwell’in modeli haline getiriyor. Huxley’i eleştirirken Orwell, Cesur Yeni Dünya’da, toplumun bu denli katı ve ayrıntılı biçimde katmanlara bölünmesi için açık bir sebep bulamadığını belirterek şöyle diyor: ‘‘Amaç ekonomik sömürü değil... Güce yönelik bir açlık, sadizm ya da herhangi bir tür sertlik söz konusu değil. Tepedekiler tepede kalmaya yönelik güçlü bir güdüye sahip değiller. Herkes uyuşuk bir mutluluk içinde olsa da, hayat o kadar amaçsız bir halde ki, böyle bir toplumun ayakta kalmasına inanmak çok zor.’’ (İtalikler bana ait.) Buna karşın Orwell, Zamyatin’in distopyasında anlatılan toplumun ayakta kalabileceğini düşünüyor. Çünkü orada davranışları güdüleyen temel dürtü ve toplumsal tabakalaşmaya yol açan faktör ekonomik sömürü değil. Kaldı ki buna ihtiyaç da yok. Tüm bunların kaynağında, Orwell’in deyimiyle ‘‘tepedekilerin güce doymazlığı, sadizmi ve acımasızlığı’’ yatıyor. 1984’ün ana temasının tam da bu cümlede yattığını fark etmek pek zor değil.

Okyanusya’da teknoloji öylesine ileri bir seviyeye erişmiş durumda ki, toplum tüm maddi ihtiyaçlarını karşılayabilir, ortalama yaşam standartlarına dayalı bir eşitliği kurabilir hale gelmiş. Buna karşın, Büyük Birader’in iktidarını sürdürmesi için, eşitsizlik ve yoksulluk kalıcı hale getirilmiş. Eskiden, diyor Orwell, diktatörlük eşitsizliğin muhafızıydı, şimdiyse eşitsizlik diktatörlüğün muhafızı. Peki diktatörlüğün kendisi hangi amaca hizmet ediyor? Parti, gücü tamamen kendi çıkarı için arzuluyor. Güç bir araç değil, amaç. Diktatörlük, devrimi korumak için kurulmuyor. Diktatörlüğü kurmak için devrim yapılıyor. Zulmün amacı zulmün kendisi. Gücün amacı gücün kendisi.

Orwell, Biz’in özel olarak Sovyet rejimini hedefleyip hedeflemediğini merak ediyordu. Bundan onun da emin olmadığını şu sözlerinden anlıyoruz: ‘‘Zamyatin belirli bir ülkeden ziyade bir bütün olarak sanayi medeniyetini hedef tahtasına oturtmuş gibi görünüyor. Biz’den anlaşıldığı kadarıyla ilkelciliğe yönelik güçlü bir eğilime sahip. Aslında Biz, adına makine denen, insanın sonunu hesap edemeden şişeden çıkardığı ama yerine geri koymayı beceremediği cini irdeliyor.’’ Yazarın hedefine dair aynı belirsizlik 1984’te de göze çarpıyor.

Orwell, Zamyatin’e dair tahmininde haklıydı. Her ne kadar rejim muhalifi olsa da, Zamyatin Biz’de özel olarak Sovyet rejimini hedef almıyordu. Hatta bu rejim romanın ağırlıklı hedefi bile değildi. Orwell’in de haklı olarak belirttiği gibi erken dönem Sovyetler Birliği, Zamyatin’in distopyasındaki süper-mekanize devletle bazı ortak noktalara sahipti. Zamyatin’in ilkelciliğe yönelimi Rus geleneğiyle, slavcılık ve burjuva batı karşıtlığıyla, Rus köylüsünün ve eskinin pederşahi Rusya’sının yüceltilmesiyle, Tolstoy ve Dostoyevski ile uyum içindeydi. Göçmenlik döneminde dahi, Zamyatin Batı’ya yönelik tipik Rus tarzı bir hayal kırıklığı içindeydi. Halihazırda Stalin’in şahsında Velinimet’ini yaratmaya başlayan Sovyet Rejimi’ne yönelik zaman zaman yarı-barışık bir tutum sergiliyordu. Eleştiri oklarını yer yer Bolşevizm’e yöneltmesinin altında Bolşevizm'in eski ilkel Rusya’yı modern, mekanize bir toplumla değiştirdiği inancı yatıyordu. Gariptir ki öyküsünün geçtiği tarih olarak 2600 yılını seçmişti. Sanki Bolşevikler’e şöyle sesleniyordu: ‘‘Sisteminizi batı teknolojisinin temelinde inşa etmeyi başarırsanız Rusya işte aynen buna benzeyecek.’’ Sosyalizm’in hayal kırıklığına uğrattığı başka bazı Rus entellektüellerine benzer biçimde Zamyatin’de de görülen ilkelci düşünce ve hayat tarzına yönelik bu özlem, ilkelciliğin Rus zihniyetinde o dönem hala çok etkili olduğu dikkate alındığında normal karşılanabilir.

Orwell’de sanayi öncesi toplumuna yönelik böylesi bir özlem yoktu, olamazdı da. Pek de etkilenmediği Burma’da geçirdiği dönemi saymazsak, ilkelciliğin onun geçmişinde yeri yoktu. Ama o, toplumu köleleştirmeye karar vermiş insanlar tarafından kullanıldığında teknolojinin yol açacağı tehlikelerden endişe duyuyordu. Bu yüzden o da Zamyatin gibi ‘‘sanayi medeniyetinin örtük niyetlerini’’ sorguladı ve yerdi.

Onun yergisinde Sovyet Rusya Zamyatin’inkinden daha belirgin biçimde hedef alınıyor olsa da Orwell Okyanusya’nın temel unsurlarını dönemin Amerika ve İngiltere’sinde de görmüştü. Nitekim, 1984’ün toplumu, Orwell’in kendi etrafında nefret ettiği, tiksindiği ne varsa, hepsini bünyesinde barındırıyor: İngiltere’nin sıkıcı ve kasvetli sanayi varoşları, doğal, tekrara dayalı ve bunaltıcı bir tarzla aktarmaya çalıştığı ‘‘pis, leş kokulu’’ çirkinlik, savaş zamanı İngiltere’sinde şahit olduğu gıda kısıtlaması ve hükümet denetimleri, ‘‘spor, cinayet haberleri ve astrolojiden başka bir şey içermeyen beş para etmez gazeteler, iç gıcıklayıcı ucuz romanlar, seks sahneleriyle dolu filmler vs.’’ Orwell gayet iyi biliyordu ki Stalinist Rusya’da bu tür gazeteler bulunmuyordu. Stalinist basının bütünüyle farklı türden kusurları vardı. Yenisöylem, Stalinist jargondan ziyade bir gazeteci olarak gayet aşina olduğu ve onda tiksinti uyandıran Anglo-Amerikan gazeteciliğini hedef alan bir yergiydi.

Yevgeny Zamyatin

1984’teki partinin hangi yönleriyle Sovyet Komünist Partisi’nden ziyade İngiliz İşçi Partisi’ni hicvettiği kolaylıkla anlaşılabilir. Büyük Birader ve takipçileri, işçi sınıfının beynini yıkamak için çaba sarf etmiyorlar. Orwell, Stalinizm’i böyle bir çabadan muaf tutacak son insan olurdu. Onun proleterleri ot gibi yaşıyorlar. ‘‘Ağır koşullarda çalışmaktan, boğaz kavgasından, komşularla didişmekten, sinema, futbol, bira ve en önemlisi de kumar yüzünden kafalarını çalıştırmaya fırsat bulamıyorlardı.’’ İnsanların yeni afyonu olan kumar da, tıpkı adi gazeteler ve seks filmleri gibi, Rusya’da yaşanan gerçeklikle bağdaşmıyor. Doğruluk Bakanlığı, Londra’nın savaş zamanı faaliyet gösteren Enformasyon Bakanlığı’nın bariz bir karikatürü. Orwell’in tasavvur ettiği canavar, her kabusta olduğu gibi tanıdık, tanımadık her türden yüz, özellik ve şekilden mürekkep. Orwell’in yeteneği ve özgünlüğü kendini yergisinin yerel boyutunda belli ediyor. Gelgelelim, 1984’ün de epey nasiplendiği günümüzün moda ortamında bu yerel boyut pek dikkat çekmedi.

1984 yalnızca Stalinizm’e değil, Sosyalizmin her tür ve tonuna dair karanlık bir hayalkırıklığının vesikası. Çaresizlik uçurumundan yükselen bir çığlık o. Peki Orwell’i bu uçuruma sürükleyen neydi? Bu sorunun cevabının 1936-38 arasında yaşanan ve Orwell’in de etkilerine Katalonya’da maruz kaldığı Stalinist Büyük Temizlik olduğuna şüphe yok. Duyarlı ve namuslu bir adam olan Orwell, bu süreçte yaşanan tasfiyelere öfke ve dehşet dışında bir tepki veremezdi. Stalinist meşrulaştırma ve safsatalarla zihnini avutamazdı. Gerçi bunlar o zamanlar bazı zihinlerde işe yaramıştı. Örneğin parlak dehasına ve engin kültürüne yaraşır bir ahlaki kararlılık sergileyemeyen Arthur Koestler’de. Stalinist meşrulaştırma ve lafazanlıklar Orwell’in muhakeme düzeyine sığmıyordu. Orwell’in en asi ya da devrimci zamanlarında bile kendini özdeşleştirmekten vazgeçmediği Londralı Billy Brown’ın inatçı amprisizmi ve sağduyusu bunları kaldırmıyordu. Öfkeli, şaşkın ve sarsılmış hissediyordu. Hiç bir zaman Komünist Parti’nin üyesi olmamıştı. Ama yarı-Troçkist POUM’un (6) bir sempatizanı olarak, tüm çekincelerine rağmen Sovyet rejimiyle zımni bir dayanışma ve amaç birliği içinde olduğunu varsayıyordu. Sovyet rejimine dair bu hisleri, ona karmaşık ve tuhaf gelen değişim ve dönüşümler boyunca varlığını korudu.

PEK ÇOK İNGİLİZ SOSYALİST GİBİ ORWELL DA HİÇBİR ZAMAN MARKSİST OLMAMIŞTI

Büyük Temizlik boyunca yaşanan tasfiyeler ve bunların İspanya’daki yansımaları bu amaç birliğini yok etmekle kalmadı. Varlık yokluk savaşı veren İspanyol Cumhuriyeti’nde Stalinistlerle Stalinizm karşıtları arasında giderek derinleşen uçuruma şahitlik etmekle de kalmadı Orwell. Tasfiyelerin doğrudan etkilerini gölgede bırakan şeyler vardı. Ona göre ‘‘Totaliterliğin akıl dışı yanı (yani insani bedeller, zulmün başlı başına bir amaç haline gelmesi, lidere tapınma) ve antik dönemin köleci medeniyetlerinin meşum rengi’’ modern toplumun üzerinde bir gölge gibi yükseliyordu.

Pek çok İngiliz sosyalist gibi Orwell de hiç bir zaman bir Marksist olmamıştı. Diyalektik-materyalist felsefe ona hep karmaşık gelmişti. Sadık bir akılcıydı o. Bu akılcılığı bilinçten ziyade içgüdüden kaynaklanıyordu. Marksistlerle akılcılar arasında ihmal edilemez bir ayrım vardır. Anglo-Sakson ülkelerde hakim olan görüşün aksine, Marksizm hiç de akılcı bir düşünce değildir. Marksizmde insanın kural olarak akılcı saiklerle hareket ettiği, sosyalizme akılla ikna edilebileceği varsayılmaz. Marx’ın kendisi Kapital’in başlarında ‘‘meta üretimi’’nde kök bulan fetişçi düşünce ve davranış kalıplarını felsefi ve tarihsel yönden ayrıntılı olarak ele alır. Meta üretiminden kasıt insan emeğinin piyasa için ve piyasaya bağlı biçimde sarf edilmesidir. Marx’a göre sınıf mücadelesi hiç de akılcı bir süreç değildir. Fakat bu, sosyalizmi benimsemiş akılcıların zaman zaman kendilerini Marksist olarak tarif etmelerine engel değildir. Ancak, hakiki Marksist, insan ilişkilerindeki akıl dışılığın tezahürlerine akılcıya oranla daha hazırlıklı olduğunu öne sürebilir. Stalin döneminde yaşanan Büyük Temizlik de bu tezahürlere dahildir. Bu tarz olaylar karşısında Marksist, üzülebilir, incinebilir, ancak dünya görüşü sarsılmaz. Akılcı ise insan varlığının akıl dışılığıyla göz göze geldiğinde kendini yitik ve çaresiz hisseder. Akılcılığa sarıldığında, gerçeklik onu şaşkına çevirir. Gerçekliğin peşine düşüp onu kavramaya çalıştığında ise artık akılcılıkla yolunu ayırması gerekir.

Orwell gerçekliğin peşinde koşarken kendini hayata dair bilinçli ve bilinç dışı varsayımlarından yoksun buldu. Düşüncelerini bu aşamadan sonra Büyük Temizlik’ten kurtaramadı. Dolaylı ya da dolaysız olarak bu düşünceler İspanyol deneyiminden sonra yazdığı her şeyin temel meselesini teşkil etti. Bu saygıdeğer bir saplantıydı. Kendini rahatlığa teslim edip aldatmaya meyletmeyen, endişe veren ahlaki bir sorunla sonuna kadar cebelleşen bir saplantı. Ama Büyük Temizlik’le cebelleşmek onun zihnini bu olayın akıl dışılığıyla zehirledi. Olan biteni aşina olduğu terimlerle, deneyime dayalı bir sağduyunun terimleriyle açıklayamaz bir halde buldu kendini. Akılcılığı terk ederek gerçekliğe gitgide yarı-mistik bir karamsarlığın karanlık penceresinden bakmaya başladı.

KİLİT CÜMLE: NASIL'INI ANLIYORUM, NEDENİNİ ANLAMIYORUM

1984’ün, hayata veda etmeye hazırlanan bir adamın imgeleminin ürünü olduğu söylenegeldi. Haklılık payı taşısa da bu yorum gerçeğin tamamını yansıtmıyor. Orwell’in bu romanı can havliyle yazdığı bir gerçek. Dilinin ve tasavvur ettiklerinin olağanüstü, kasvetli yoğunluğu, başkarakterine yaratıcı bir imgelemle çektirdiği işkenceleri neredeyse fiziksel bir dolaysızlıkla yaşaması buradan ileri geliyor. Gitgide kötüleşen fiziksel varlığını Winston Smith’in çürüyen ve ufalan vücuduyla özdeşleştirerek kendi ölüm sancılarını başkarakterine yaşatıyordu. Romanın son sayfalarında kendi hayatında son demlerini yaşadığı ızdırabı yansıtıyordu. Fakat Orwell’in içine düştüğü hayal kırıklığı ve karamsarlık, can çekişiyor olmasından değil, yaşayan bir insanın deneyim ve düşüncelerinden, yenik düşmüş akılcılığının sarsıcı tepkisinden kaynaklanmaktadır.

1984’ün kilit cümlesi ‘‘Nasıl’ını anlıyorum: Neden’ini anlamıyorum.’’ şeklinde. Winston Smith, Okyanusya’da hayatın nasıl işlediğini, ince ince detaylandırılmış tiranlık mekanizmasının nasıl çalıştığını biliyor. Ama nihai davanın, nihai amacın ne olduğunu bilmiyor. Cevabı bulmak için suçdüşün’ün esrarlı klasiği olan ‘kitabın' sayfalarını çeviriyor. Yasadışı Kardeşlik hareketinin esin kaynağı olan Emmanuel Goldstein’ın yazdığı söylenen bir kitap bu. Ama kitabın yalnızca nasıl’ı ele alan kısımlarını okumayı başarabiliyor. Tam neden’i açıklayan kısma başlayacakken Düşünce Polisi üzerine çullanıyor. Ve böylece soru cevapsız kalıyor.

Bu, Orwell’in kendi açmazıydı. ‘‘Neden?’’ sorusunu tasavvur ettiği Okyanusya’dan ziyade Stalinizm ve Büyük Temizliğe yöneltmişti. Bir ara cevabı Troçki’de aradığı muhakkak: Emmanuel Goldstein karakteri, gerçek adı Bronstein olan Troçki’ye ait bir dizi üstünkörü biyografik veriye dayanıyordu. Hatta bu karakterin fizyonomisi ve Yahudilere özgü ismi de Troçki’yi çağrıştırıyordu. Ayrıca 1984’te epey yer tutan Kitap da Troçki’nin İhanete Uğrayan Devrim adlı eserinin (çok da başarılı olmayan) bir tefsiriydi. Orwell, Troçki’nin ahlaki heybetinden etkilenmişti. Ama bir yandan da bu heybete kısmen güvensizlik duyuyor, sahiciliğinden bir ölçüde kuşku duyuyordu. Troçki’ye bakışındaki bu ikirciklilik karşılığını Winston Smith’in Goldstein’a yönelik tutumunda buluyordu. Goldstein ve Kardeşlik gerçekte hiç var olmuş muydu? Yoksa Kitap, Düşünce Polisi’nin elinden çıkma bir düzmece miydi? Roman, Smith bu sorulara yanıt bulamadan sona eriyor. Troçki’nin düşüncesiyle arasında bir engel vardı Orwell’in. Bir türlü aşmayı başaramadığı bu engel Marksizm ve diyalektik materyalizmdi. Troçki’de ‘‘Nasıl?’’ sorusunun cevabını bulmuş, ‘‘Neden?’’ için aradığını bulamamıştı.

Ama Orwell tarihsel bilinemezcilik ile yetinemezdi. Her şey olabilirdi o, ama şüpheci olamayacağı kesindi. Zihinsel yapısı itibariyle tutuculuğa yatkındı. Sorusuna hızlı ve basit bir yanıt bulmaya kararlıydı. Şüphe ve güvensizlik kaynaklı bir gerginlikle yüklüydü. Onlar’ın Londralı Billy Brown’ın namusunu hedef alan karanlık tezgahlarına karşı tetikteydi. Onlar Nazilerdi, Stalinistlerdi, Churchill ile Roosevelt’di. Ve nihayet devletinin yaşamsal çıkarlarını savunan herkesti. Zira, Orwell özünde idrak fukarası bir anarşistti ve onun gözünde bir politik hareket yaşamsal çıkara sahip olduğu an varlık sebebini yitirmiş oluyordu. Karmaşık bir toplumsal arkaplanı analiz etmek, politik saikler, hesaplar, korkular ve şüphelerle yüklü kördüğümleri çözmek, onlar’ın eylemlerini dayatan koşulları anlamak... Tüm bunlar Orwell’i aşıyordu. Toplumsal güç ve eğilimler ile tarihsel kaçınılmazlıklar üzerinden yapılan genellemeler karşısında öfkeye ve şüpheye kapılıyordu. Gelgelelim, Orwell’in zihnini meşgul eden sorunun gerçekçi bir cevabına ancak bu tür genellemeler yoluyla (ve elbette bu genellemeleri yerli yerinde ve tutumlu biçimde yaparak) ulaşılabilir. Orwell gözünü ağaçlara, hatta tek bir ağaca dikmiş, ormana neredeyse kör kalmıştı. Tarihsel genellemelere güvensizliği onu en nihayetinde tüm genellemeler içinde en eski, sıradan, soyut, metafizik ve yavan olanına dört elle sarılmaya ve bu görüşü benimsemeye itmişti: onların tertiplediği tüm komplo ve tezgahların, tasfiyelerin, diplomatik anlaşmaların kaynağında ‘‘sadistçe bir güç arzusu’’ndan başka bir şey yok. Böylelikle Orwell alelade, akılcı sağduyuyla bağını kopararak 1984’e ilham veren zulmün mistisizmine yönelmiş oldu. (7) 

Zamyatin'in "Biz"i için yapılmış bir illüstrasyon.

1984 BİR UYARIDAN ZİYADE, TİZ BİR FERYAT

1984’te insanın makineler üzerindeki egemenliği öylesine bir yüksek bir düzeye erişmiş halde ki toplum, herkese yetecek kadar üretebilecek ve eşitsizliğe son verebilecek kapasiteye sahip. Ama sırf Büyük Birader’in sadistçe dürtülerini tatmin etmek adına, yoksulluk ve eşitsizlik muhafaza ediliyor. Buna karşın, Büyük Birader’in gerçekte var olup olmadığını bile bilmiyoruz. Hayali biri olması da ihtimal dahilinde. Okyanusya’ya parti kolektif bir bütün olarak zulmediyor. Parti üyelerinin bireysel olarak zalim olması şart değil, ki aralarında akıllı, iyi niyetli insanlar da olabilir. Totaliter topluma bedenden ayrılmış bir sadizm hükmediyor. Orwell, gitgide anlamsızlaştığını düşündüğü bildik toplumsal sınıf ve sınıf çıkarı kavramlarını ‘‘aştığını’’ düşünüyordu. Ama bu Marksist genellemelerde, bir toplumsal sınıfın çıkarı, bireysel çıkarlarla ve sınıf üyelerinin toplumsal konumuyla en azından bir düzeyde ilintiye sahip. Bu durum, sınıf çıkarı bireysel çıkarların basit bir toplamını temsil etmiyorsa bile geçerliliğini kaybetmez. Orwell’de ise bir bütün olarak partinin parçalarıyla ilgisi yok. Parti herhangi bir çıkar ya da amaç için faaliyet gösteren bir sosyal yapı değil. İnsan doğasında çarpık olan ne varsa bu silueti andıran yapıda vücut bulmuş. Parti, metafizik, deli ve muzaffer bir şeytani hayalet.

Elbette, Orwell, 1984’le bir uyarıda bulunmayı amaçlıyordu. Ama bu uyarı, temelinde yatan sonsuz umutsuzluk nedeniyle boşa çıkıyor. Orwell totaliterliğin tarihi sekteye uğrattığını düşünüyordu. Büyük Birader yenilmezdir: ‘‘Geleceğin resmini görmek istiyorsan, bir insan yüzüne basmış bir postal getir gözlerinin önüne, sonsuza dek.’’ Orwell, Büyük Temizlik gösterisini geleceğe yansıtmıştı ve onu orada sonsuza dek sabitlenmiş halde görüyordu. Çünkü Orwell olup biteni gerçekçi biçimde, karmaşık tarihsel bağlamları içinde kavrayacak yeterlilikte değildi. Olup bitenin son derece ‘‘akıl dışı’’ olduğu muhakkak. Ancak, bunları akıl dışı bir tarzda ele alanın durumu da cinnetle çok fazla ilgilendiği için aklını kaçıran bir psikiyatristinkinden farksız. 1984 de bir uyarıdan ziyade lanetli, karanlık çağın gelip çattığını duyuran tiz bir feryat işlevi görüyor.

Günümüzün ‘‘kitle iletişim araçları’’ eliyle daha da yayılan bu feryat milyonlarca insanı dehşete düşürmüş durumda. Gelgelelim, bu feryat, insanların dünyanın cebelleştiği sorunları daha berrak görmelerini sağlamıyor, onların kavrayışlarını geliştirmiyor. Yalnızca, tüm dünyayı saran ve masum zihinleri karıştıran panik ve nefret dalgalarının büyümesine ve yoğunlaşmasına hizmet ediyor. 1984, milyonlarca insana Doğu ile Batı arasındaki ihtilafı siyah ve beyaz olarak görmeyi öğretti. Bir umacıyla günah keçisini insanlığa musallat olan tüm hastalıkların sorumlusu olarak resmetti.

Atom Çağı’nın başında Dünya, yaklaşan kıyamet karşısında duyulan dehşeti andıran bir ruh hali içinde bulunuyor. Bir romancı tarafından tasavvur edilen kıyamet, işte bu yüzden milyonlarca insanda bu denli hararetli bir karşılık buluyor. Fakat, kıyametin atom ve hidrojen canavarlarını insanlığın başına Büyük Birader musallat etmedi. Modern toplumun karşı karşıya olduğu temel açmaz şu: toplum, yaşam tarzını, toplumsal ve politik kurumlarını teknolojideki devasa ilerleyişe uyumlu hale getiremedi. Izdırap ve korkunun yüzeysel (ya da belki de mahçup?) resmi iyimserliğin ardına gizlenmiş olabileceği Doğu’da, milyonlarca insanın zihninde atom ve hidrojen bombalarının nasıl bir etkide bulunduğunu bilmiyoruz. Ancak şu gerçeğe gözümüzü kapamak tehlikeli olur: Batı’da milyonlarca insan, keder ve korku içinde insanlığın kaderine etki eden sorumluluklarından kaçmaya meyil gösterebilir. Bunu yaparken öfke ve umutsuzluğun faturasını Orwell’in 1984’ünün gözlerinde canlandırmalarına epey yardımcı olduğu umacı-günah keçisi karışımı Dev’e çıkarabilir.

* * *

‘‘Bu kitabı okumuş muydunuz? Okumalısınız beyefendi. Okuduğunuz zaman neden Bolşevikler’in üzerine atom bombası atmamız gerektiğini anlayacaksınız!’’ Orwell’in ölümünden bir kaç hafta önce, New York’ta kör ve sefil bir gazete bayisi, 1984’ü bana bu sözlerle önerdi.

Zavallı Orwell... Acaba o kendi kitabının Nefret Haftası programında böylesine önemli bir yere sahip olacağını hayal edebilir miydi?

DİPNOTLAR

  1. Bu yazı 1954 yılında kaleme alınmıştır.
  2. Metinde 1984’ten yapılan alıntılar, kitabın Türkçe baskısından (Can Yay. Çev: Celal Üster, 30. Basım, 2011) aynen aktarılmıştır. (Ç.N)
  3. Kassandra: Yunan mitolojisinde geleceği görme yetisi bahşedilen ama lanetlendiği için söylediklerine kimseyi inandıramayan kadın kahraman. (Ç.N.)
  4. Deutscher’in Zamyatin’in yaşam öyküsünü aktarırken verdiği bazı bilgiler hatalıdır. Zamyatin, Biz romanını 1920 yılında henüz Sovyetler Birliği’nde yaşarken kaleme almıştır. Ülkesinde elyazmaları ile çoğaltılarak yayınlanabilen romanın İngilizce basımı 1924 yılında New York’ta yapılmıştır. Romanın yurtdışında yayımlanmasının ardından Zamyatin’in rejimle yaşadığı sorunlar artmış, yazar Maksim Gorki’nin aracılığıyla hükümetten yurtdışına çıkış izni alarak 1931 yılında Paris’e göç etmiştir. (Ç.N.)
  5. Londralı Billy Brown (Billy Brown of London Town): İkinci Dünya Savaşı yıllarında Londra’da toplu ulaşım araçlarını kullanan yolculara yönelik uyarı afişlerinde örnek vatandaş olarak sunulan çizgi karakter.
  6. Birleşik Marksist İşçi Partisi (Partido Obrero de Unification Marxista): İspanya İç Savaşı’na Cumhuriyetçiler’e destek olmak için katılan Orwell, bu ülkede geçirdiği 1 yıla yakın süre zarfında bu partinin saflarında savaşmıştır. (Ç.N)
  7. Orwell’in eserinin analizinin yanında kişisel hatıralar da bu kanaate dayanak teşkil ediyor. 2. Dünya Savaşı sürerken, Orwell, Sovyetler Birliği’ne dair kaleme aldığım, The Economist, The Observer ve Tribune’de yayımlanan ve o zaman için bir nebze sıradışı olan eleştirel yorumlardan etkilenmiş gibi görünüyordu. (Sonradan her ikimiz de The Observer’ın muhabirleri olarak Almanya’da bulunduk, zaman zaman aynı odayı paylaştık.) Fakat çok geçmeden, görünürdeki fikir birliğimizin ardında yaklaşım farklılıklarının yattığını fark ettim. Orwell’in durup durup gündeme getirdiği ‘‘gizli planlar’’ konusundaki inadı karşısında şaşkınlığa düştüğümü hatırlıyorum. Orwell’in politik muhakeme tarzı bana herkesi kendine düşman görme hastalığının Freudyen bir yüceltmeye uğramış hali gibi gelmişti. Mesela, Stalin, Churchill ve Roosevelt’in bilinçli bir tezgah tertipleyerek Dünya’yı temelli bölüştüklerine, müşterek kontrolleri altına aldıklarına dair katı bir inanca sahipti. (Okyanusya, Doğuasya ve Avrasya terimlerlerinin kökeninde yatan fikri o zamana dayandırabilirim.) ‘‘Onlar güce tapıyorlar’’ diye tekrarlayıp dururdu. Bir keresinde Büyük Üçlü’nün görünürdeki dayanışmasının ardında açıkça sezilebilen ve halihazırda su yüzüne çıkmakta olan bir çatışmanın yattığına işaret etmiştim. Duyduklarına inanamayan Orwell öylesine irkildi ki sonradan Tribune’deki köşesinde bu konuşmamıza değinerek benim bahsettiğim çatışmanın yaklaştığına dair bir belirti görmediğini belirtti. Bu, Yalta Konferansı’nın öncesinde ya da hemen akabinde, gelmekte olanı öngörmenin çok zor olmadığı bir zamanda olmuştu. Orwell’de beni çarpan şey tarihsel seziden ve politik hayatın psikolojik kavrayışından yoksun oluşuydu. Bu eksikliğe, politikanın bazı boyutlarına dair dar ama güçlü bir feraset ve namusluca bir fikri sarsılmazlık eşlik ediyordu.

(KAYNAK)