Ahmet Kuyaş: Reşad Ekrem Koçu köylüyü değil eşkıyayı yazdı

Reşad Ekrem Koçu, toplumsal tarihte normal olanın dışına çıkıp gündelik hayatın kıyıda köşede kalmış sıradışı birtakım olay ve kişilerini sade ve herkesin okuyup anlayabileceği, daha da önemlisi okurken zevk alabileceği bir şekilde aktarmayı başardı. Doç. Dr. Ahmet Kuyaş’la ‘Tarihi sevdiren adam’ Reşad Ekrem Koçu’yu konuşurken popüler tarih yazıcılığı ve arşivcilik konularına değindik.

Google Haberlere Abone ol

Eylül Güncem İşten

DUVAR - Uzunca bir dönem ‘bilimsel tarih’ anlayışına uygun olmadığı gerekçesiyle yeterince üzerinde durulmayan, görmezden gelinen Reşad Ekrem Koçu, günümüzde her zaman olduğundan çok daha fazla ilgi görüyor. Kitapları saygın yayınevleri tarafından albenisi yüksek bir görsellikte yeniden basılıyor, defalarca baskı yapıyor. Bunun toplumun tarihe bakışında meydana gelen bir değişiklikle ilgisi var: Artık tarihin okullardan öğrendikleri dışında daha ilginç, daha renkli ve kişisel hayatı daha çok gösteren bir boyutu olduğunu fark etti herkes. Böyle olunca da tarihi yeni bir gözle ele alan sinema filmleri ve dizilerin yanı sıra, dergiler, romanlar ve tarih kitapları arttı. Kiminde magazin boyutunun iyice öne çıkarıldığı kiminde ise tarihin gerçeklerle dengeli bir biçimde yer aldığı ürünlerden oluşan son derece canlı bir ortam haline geldi 'popüler tarih'le ilgili alanlar. Hâl böyle olunca Reşad Ekrem Koçu da önemli bir rağbet görmüş durumda.

Reşad Ekrem Koçu, 1905 yılında İstanbul’da bir gazetecinin oğlu olarak doğdu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’nden mezun olduktan sonra İstanbul Kuleli Askeri Lisesi, Pertevniyal ve Vefa liselerinde tarih öğretmenliği yaptı. Şiirler, çocuk romanları, hikaye kitapları ve tercümeler kaleme aldı. “İstanbul Ansiklopedisi” adındaki şehir ansiklopedisiyle bu alanda bir ilke de imza attı. 1975’te hayatını kaybeden tarihçi, toplumsal tarihte normal olanın dışına çıkıp gündelik hayatın kıyıda köşede kalmış sıradışı birtakım olay ve kişilerini sade ve herkesin okuyup anlayabileceği, daha da önemlisi okurken zevk alabileceği bir şekilde aktarmayı başardı. Titizlikle seçtiği kişileri, olayları ve hatta mekanları konu ettiği kitaplarını, her biri ‘oku beni’ diyen başlıklar ile yayımladı. ‘Tarihi sevdiren adam’ oldu.

Biz de, Doç. Dr. Ahmet Kuyaş’la Reşad Ekrem Koçu’yu konuşurken popüler tarih yazıcılığı ve arşivcilik konularına değindik. Galatasaray Üniversitesi’nde halen ders vermekte olan Kuyaş; tarihçi, edebiyatçı, şair, öğretmen ve hatta çizer de olan Koçu’nun ‘farklılığını’ vurguluyor ve “bu niteliklerin hepsinin aynı kişide toplanıyor olması nadir görülen ve belki de herkesin arzu edeceği, ama her yerde her zaman karşımıza çıkmayan bir şey” diye ifade ediyor. Ancak tarihçi edebiyatçı ayrımına karşı çıkan Kuyaş, bir bilim olan tarihin yazma aşamasında edebi bir ürün olduğunu, dolayısıyla edebiyatçıyla tarihçinin iki ayrı insan olmadığının altını çiziyor.

Fotoğraflar: Şebnem Babat

Reşad Ekrem Koçu'nun çağdaşı olan diğer tarihçilerden ayrılan, ismini öne çıkaran özelliklerinden söz ederek başlasak? Onu özgün kılan niteliği tarihçi, edebiyatçı, şair ve aynı zamanda öğretmen olması mıdır?

Sanmıyorum. Reşad Ekrem Koçu sanki eski dünyaya, Osmanlı dünyasına aitmiş gibi bir izlenimim var benim. O da şuradan kaynaklanıyor; şair olması mesela... Eskiden herkes şair, yani belirli bir seviyenin üzerinde eğitim görmüş, yazan çizen ya da devlet memurluğu yapan, isterse kaymakam ya da vali olsun isterse maliye bakanlığında çalışıyor olsun, 'edeb' denilen yani işin içinde hem edebiyatın olduğu hem de edep erkânın olduğu bir dünyaya ait bir insan, şairliği oradan kaynaklanıyor. Edebiyat ise bana kalırsa tarihten ayrılmaması gereken bir şey. Yani tarih, araştırması açısından kesinlikle bir bilim olmakla birlikte, yazma aşamasında edebiyat. Yani tarih, yazı aşamasında bir şeyi ispat eden bir bilim değil, siz ancak bir tarihçi olarak olası okurunuzu ikna edersiniz. Bu ikna da birincisi bilimsel yanınızın güçlü olmasından, araştırmanızı iyi yapmış olmanızdan, ikincisi de güzel yazmaktan kaynaklanır. Bu açıdan tarih edebiyata giriyor. Dolayısıyla bir tarihçiden bahsederken hem tarihçi hem edebiyatçı demek bana garip geliyor. Bugünün dünyası, belki de hala biraz pozitivizmin etkisinde kaldığı için edebiyatçıyla tarihçiyi sanki iki ayrı insanmış gibi gösteriyor. Ayrıca iyi bilmek de mutlaka iyi anlatabilmek demek değil. Biri oldu mu ikincisi de mutlaka oluyor anlamına gelmiyor. O yüzden iyi yazamıyorsa, bilimsel olarak çok yeterli olsa da büyük olasılıkla çok ilgi görmeyecektir. Belki insanlar tarafından çok okunmayacak ama diğer tarihçiler de onu okumadan yapamayacaktır. İkisini birden yapabilmek en güzeli.

Öğretmenlik de öyle mesela… Öğretmenliği kötü olan büyük tarihçiler var, tam tersi de mevcut. Müthiş tarihçiler var, aynı zamanda üniversitede 150 kişilik sınıfa giriş dersi vermekten hiç kaçmıyor; üstelik öğrencileri de ağzının içine bakıyor. Dolayısıyla bunları bana kalırsa ayrı ayrı düşünmemiz lazım, bu niteliklerin hepsinin aynı kişide toplanıyor olması nadir ve belki de herkesin arzu edeceği, ama her yerde her zaman karşımıza çıkmayan bir şey.

Koçu'nun konu seçimi ve aktarış tarzı genellikle ilgi çekici ve merak uyandırıcı olarak değerlendiriliyor. Bunda R. Ekrem'in tarihçiliği mi yoksa anlatım gücünden kaynaklanan edebiyatçılığı mı etkili olmuştur sizce?

Edebiyatçılığından değil de ilgi alanından kaynaklanıyor. Yani çok ilginç bir ilgi alanı var. Mesela bugün toplumsal tarih dendiği zaman akla gelen her şey, hatta akla gelenlerin önemli bir kısmı Reşad Ekrem'in konuları değil... Reşad Ekrem Koçu, köylülerden, işçilerden bahsetmiyor ama şehrin özellikle de İstanbul'un alt kesimlerinden, yeniçerilerden (yeniçerilerin bir tarihten sonra İstanbul toplumundan, İstanbul'un birtakım mesleklerinden ayırt edilemez bir duruma geldiğini biliyoruz), alt sınıf, alt-orta sınıf denebilecek veya farklı sınıflardan da olsalar ‘meyhaneye gitmek’ olgusu bakımından bir araya getirilebilecek insanlardan söz ediyor. Bir tür ortak marjinallikleri var bu insanların. Yahut İstanbul dışına çıktığı zaman, eşkıyalardan bahsediyor, köylüden değil; elbette eşkıyaların büyük bir kısmı köylülükten geliyor olabilir ama köylüyü, köylünün günlük yaşamını anlatmıyor mesela. O yüzden bugün anladığımız manada bir toplumsal tarihçi değil ama o toplumun belirli bir kısmına da kimsenin eğilmediği kadar eğilmiş bir insan. İlgi biraz da bundan kaynaklanıyor.

'AYKIRILIK SINIRINDA OLANLARIN TARİHİ'

İnsanlar bunu mu merak ediyor?

E öyle... Gerçek birtakım karakterler, yaşamış birtakım insanlar, o insanların şehirde, şehir hayatında karşılarına çıkan seçenekler, gidilen yerler, mahalleler, mahalle kültürü... Mesela tulumbacıları düşünün... Tulumbacılar mahallenin delikanlıları, işte onların kendilerine ait kültürleri, edebiyatları, şarkıları, manileri vs. var. Ama bulabildiği malzemeyle yazar insan. 'İstanbul bakkalları neye benziyordu?' Reşad Ekrem'de yok. Tulumbacılar var ama bakkallar yok ya da macun satıcıları yok. Dolayısıyla gene toplumsal tarihçi ama toplumun bazı kesimlerine özel olarak ilgi gösteren biri. Bu noktada Reşad Ekrem Koçu'nun kişisel olarak zaten marjinal oluşu devreye giriyor, ki bence o da eskiye dayanıyor, çünkü hocası Ahmet Refik Altınay da marjinal bir adam. Politik olarak zaten hiç ortalıkta gözüken bir insan değil. İktidar ya da muhalefet diyebileceğimiz çevrelerle alakası falan yok. Eşcinsel olması sebebiyle de sistemle arası bozuk olan ya da sürekli sisteme karşı isyan etme potansiyeli taşıyan çevrelere bir ilgisi var. Tulumbacı, yeniçeri, eşkıya, fahişe… bunlarla ilgileniyor.

Dediğim gibi bu toplumsal tarih ama toplumun da bir tür aykırılık sınırında olanlarının tarihi, tam marjinal demek de doğru değil. Tulumbacıya marjinal diyebilir miyiz? Diyemeyiz ama kültürel olarak ağzı bozuk, yangından kurtardığı kadına tecavüz edebilecek kapasitede, marjinal olmayan ama aykırı, belki biraz sert olacak ama, ipten kazıktan kurtulma tipler. Bunlar üstüne çalışan başka bir kimse yok. Bütün bunlar da bir anlamda “dedikodu”ya girdiği için okurları cezbedebiliyor.

Koçu’nun marjinal hayata olan ilgisi hocası Ahmet Refik Altınay'dan mı geliyor bu durumda?

Ahmet Refik, Darülfünun'dan hocası aynı zamanda. Reşad Ekrem'in hocasının açtığı yoldan gittiğini kesinlikle söyleyebiliriz. Ahmet Refik, Hazine-i Evrak'a yani Osmanlı Arşivleri'ne neredeyse ilk doğru dürüst giren ve demin saydığımız insanlardan da ilk bahsetmiş adam. Ancak o, Koçu gibi doğrudan doğruya onlara eğilerek değil de Osmanlı Arşivleri'nde gördüğü belgeleri çevirip yayımlayarak yapıyor bunu. Aklınıza ne geliyorsa var bu belgelerde. Sarayın nasıl bamya satın alacağını, gelen bamyaların saraya verildikten sonra geri kalanlarının İstanbullulara nasıl satılacağını, kadınların hafif, açık saçık giyinmelerine karşı alınacak önlemleri, İzmir'deki incirin İstanbul'a gelme aşamalarının nasıl olacağını anlatan malzemeler, hatta fahişelerle evlenen erkeklerin İstanbul'dan uzaklaştırılmalarıyla alakalı belgeler de var. Bunların hepsini daha Darülfünun'da hocayken çok da orijinal olmayan adlarla yayımlıyor.

Ahmed Rasim - Ahmed Refik, Reşad Ekrem Koçu, 240 syf., Doğan Kitap, 2017.

Reşad Ekrem Koçu'nun hocasına çok bağlı olduğunu ve ondan çok etkilendiğini biliyoruz. O kadar ki kendisinin 'Ahmet Refik Altınay' diye küçük bir kitabı bile var.

'Rakı nasıl içilir, ne kadar su katılır?' gibi değişik konularda da takip ettiği başka bir adam var: Ahmet Rasim. Zaten Koçu'nun tarih dışında yaptığı iki araştırma var; biri Ahmet Refik, biri deAhmet Rasim ve ikisi de bu tür, böyle İstanbul'un şehir kültürüne dahil edebileceğimiz ama marjinal şeyleri malzeme eden insanlar.

Bu o dönemde bazı çevrelerden tepki çekmelerine sebep olmuş olabilir mi?

Tabii. O zamanlar meyhaneye gidiliyor ama meyhaneye gittiğinizin bilinmesi de pek istenen bir şey değil. Osmanlılığın, İstanbulluluğun ilginç bir durumu bu. 300 yıl geriye gidelim, Evliya Çelebi evindeki çeşit çeşit şarapları anlatıp “Tabii bu fakir bunları içmez; evime misafir gelen gavurlara vermek için bulunduruyorum” der. Bunun gibi severek yapılan ama insanı başkasına karşı mahcup eden, hem yaygın olan hem de duyulması, bilinmesi istenmeyen şeyleri konu eden insanlar bunlar. Meyhanelerle ilgili kitabında, birçok şairin meyhaneden, şaraptan falan bahsederken laf olsun diye bunlardan bahsettiklerini, aslında bunları bilmediklerini, gerçekçi olmadıklarını söyler Reşat Ekrem Bey. Neden? E çünkü şarap ve tabii sarhoşluk, eski Fars edebiyatından beri önemli bir edebiyat alanı. Tabii sadece içki içerek sarhoş olmak olarak düşünmeyeceksiniz, aşk sarhoşu olunabilir ya da iktidar, para... Mesela bugün trafik canavarı dediğimiz arkadaşlar belki “hız sarhoşu” olarak da tanımlanabilir. Bu “sarhoşluk” şairlerin çok üstünde durduğu bir alan; o yüzden hayatında ağzına şarap koymamış, meyhaneye gitmemiş birtakım şairler de meyhane ve şarap hakkında yazıyorlar. O işin bir parçası, bir “tema”... Ama hep var hayatımızda. Ve yapılması da birçok çevrenin kaşlarını kaldırmasına neden olan bir şey. Bu bağlamda Reşad Ekrem belki aşırı ahlakçı çevrelerden tepki çekmiş olabilir. Ahmet Refik de bana kalırsa öyleydi ama Koçu'nun tamamen yani varoluşsal olarak da o sınırlarda yaşadığını biliyoruz.

'YENİÇERİ OCAĞI'NI DEĞİL 'YENİÇERİLERİ' ANLATIYOR'

Reşad Ekrem Koçu, Osmanlı devlet kurumlarını anlatırken nasıl bir yöntem izlemiştir? Örneğin Yeniçerilerle ilgili yazdıklarını bugün diğer kaynaklardan öğrendiklerimizle karşılaştırdığınızda siz nasıl bir değerlendirme yapıyorsunuz?

Yeniçeriler, Reşad Ekrem Koçu, 400 syf., Doğan Kitap, 2015.

Bana kalırsa Osmanlı Padişahları kitabı müthiş bir kitap; yani biri hangi padişahı tanımak istiyorsa açıp okuduğunda temel bilgiyi edinebilir. Bu ne demek oluyor? O padişahların dönemini anlatan bütün vakanüvisleri, eski tarihçilerimizi okumuş ve bazı resmi tarihlerde vakanüvislerin kitaplarında, onların söylemeyeceği bilgileri de katıyor. Ancak çok incelikli bir şekilde, üstünü kapatarak ama adresi vererek yapıyor. Devletin en tepesinde olan adamlarla ilgilenmediğini söyleyemeyiz, bir sürü paşanın biyografisi var. “Vakanüvisleri okumak” diye adlandırabileceğimiz dersini de iyi çalışmış olduğunu gösteriyor bize. Ama Yeniçeriler kitabını aldığınız zaman, ondan Osmanlı Devleti'nin Yeniçeri Ocağı'nı öğrenmiyorsunuz. Yeniçerilerin kendilerini öğreniyorsunuz. O bir kurum tarihi değil. Yani bir İsmail Hakkı Uzunçarşılı'nın Kapıkulu Ocakları değil. Ama yeniçerilerin günlük yaşamlarını görüyorsunuz.

''FARKLI' KESİN VURGULANMASI GEREKEN BİR SIFAT'

Koçu, İstanbul anlatımları ile de çok ünlü. Öyle ki 'İstanbul Ansiklopedisi' için 'İstanbul'un kütüğü' deniyor. Kahvelerinden yangınlarına, çeşmelerinden mesire alanlarına kadar yazmış... Yine aynı şekilde imparatorluğun sadece yüksek makamlarını değil dönemin esnafından fahişelerine tüm insanlarını aktardı. Bu şekilde bir tarih anlayışı için tarihçi teknik olarak nasıl bir yöntem izlemiş, nasıl bir araştırma yapmış olmalı?

İstanbul tarihçisi olmayı daha önce kimse düşünmedi ama Osmanlı Arşivi’ne girdiğiniz zaman karşınıza da daha çok İstanbul çıkıyor zaten. Çünkü taşrada bir sorun varsa o sorun, oradaki kadı, paşa, vali artık kimse, onlar tarafından zaten hallediliyor. Halledilemediği zaman ise kadı, “Biz bu işin içinden çıkamadık ne yapacağız?” diye Divan’a yazıyor. Ama İstanbul'un her şeyi Divan’a geliyor. Dolayısıyla Osmanlı arşivlerinde İzmir'in, Kırşehir'in değil İstanbul'un bütün olaylarını görüyorsunuz. Mesela içerisinde “kim, kimi niye şikâyet ediyor, kimin kime borcu var?” tek tek yazan kadı sicilleri de var. Bunlara da ulaşmış olması muhtemel Reşad Ekrem'in. Ahmet Refik kadar Osmanlı arşivlerini kullandı mı bilmiyorum. Ancak iyi bilinmeyen, seçme birtakım örnekleri, o da belirli kişilere ya da olaylara ilişkin oldukları için bilinen ama çoğu da bilinmeyen yani buzdağının görünen kısmı gibi olan bir tür var halk edebiyatımızda. Buna “destan” diyoruz. Bir zelzele olunca ya da herhangi bir olay olunca destan yazıyorsunuz, mesela İstanbul'da ekmek kıtlığı olunca... Bunlar bazen daha zarif edebi bir üslupla, bazen çok daha ağza alınmayacak sözlerle yazılıyor. Sanırım Reşad Ekrem Bey bunların da müthiş bir toplayıcısıydı.

O gün insanların fazla merak etmediği şeyler bugün çok satılıyor. O açıdan sohbetimizde, “Reşad Ekrem Koçu, zamanının önünde miydi?” diye bir soru da sorulabilir. Buna verebileceğim kesin bir yanıt yok. Çünkü sizin söylediğiniz gibi “farklı” bir insandı o dönemde, yazdığı konular itibarıyla. O yüzden “farklı” kesin vurgulanması gereken bir sıfat, ama zamanının önünde miydi bilmiyorum; söylenebilir de söylenmeyebilir de.

Polis defterlerine ulaştığını biliyoruz. Aykırı insanlara ulaşılabilecek en iyi yol belki de...

Tabii, bu çok önemli; hırsızlık olayından aile faciasına kadar birçok şey olabilir. Ama destanları unutmamak lazım, bana kalırsa çok önemli bir destan koleksiyonu vardı. Sabri Koz'daki gibi... Bunların çok sıkı bir okuyucusuydu. Koçu, sahaflardan el yazması ufak cönkler de topluyor olabilir. Ham maddesi o, bu da çok farklı bir insan yaratıyor. Buna iktidarla, muhalefetle ilişkili olumlu, olumsuz diye bakmamak lazım; tamamen kendi kafasına göre takılmak diyebileceğimiz, “ilgi alanı”ndan ibaret bir şey.

Reşat Ekrem Koçu’nun tarih yazıcılığı günümüzdeki bilimsel tarihçilikten oldukça farklı. Gerçekle kurmacayı iç içe veriyor, bunu bir tür “çarpıtma” olarak değerlendirmek gerekir mi?

Çarpıtma derken… İşin içine kurmaca dahil edip etmediğini tespit etmek çok zor. Anlattığı birçok olayın mahalle dedikodularından, cönklerden, destanlardan kaynaklandığını biliyoruz. Bazı söylediklerinin sağlaması elbette yapılabilir, ama her söylediğinin sağlaması da yapılamaz. Çünkü bir tür roman tadında yazıyor. O yüzden eğer “çarpıtma”dan kasıt, tarihle kurmacayı birbirine karıştırmaksa bir miktar çarpıtma olabilir Koçu’da. Ama bu eskiden de yapılan bir şey; bugün Evliya Çelebi'yi çok ince birtakım akademik araştırmaları yapmak için bir tür referans olarak da kullanıyorsunuz, uydurmalarına gülmek için de. Ama bugün mesela Habeş dilinin özelliklerini öğrenebilmek için bu adamı okuyoruz. Birtakım yerleri betimlemesi çok önemli, ciddi bilgi de veriyor, dalgasını da geçiyor. Şimdi bu bizim Evliya Çelebi'yi akademik olarak, bilimsel anlamda kaynak olmaktan düşürmemiz sonucunu doğurmaz. Bu da aynı şey... Kullanması belki biraz zor, ama eski İstanbul'un toplumsal yaşamını anlamak için bana kalırsa okunması kesinlikle gerekli bir kişi Reşad Ekrem Koçu.

Bugünkü popüler tarih anlatımı ile Reşat Ekrem'inki arasında farklar ya da benzerlikler var mı? Sizce bugünkü popüler tarih anlatıcılığı ne durumda? Bundan sonraki süreçte nasıl bir yol izlenmeli?

Popüler tarih derken ne kast edildiğini bilmek lazım. #tarih dergisi gibi yani birtakım olayları genç üniversitelinin, o konuyla daha önceden ciddi bir tanışıklığı olmayan insanların anlayacağı dille çok ayrıntıya girmeden, dipnotlara falan bulaşmadan anlatmak… Benim aklıma ilk bu geliyor.

Ahmet Refik, topladığı belgeleri ortalama vatandaşın hatta lise öğrencisinin anlayabileceği dille yazmadı. Ama “resmiyetin tarihi” dediğim şeyi herkesin anlayabileceği bir dille yazdı. Reşad Ekrem'e dönecek olursak, hiç kuşkusuz Ahmet Refik'in takipçisi olduğu doğru ama zamanında Ahmet Refik kadar popüler olmadığı kanısındayım. Çünkü “ben tarih öğrenmek istiyorum” diyen genç bir üniversite öğrencisi Koçu'nun yazdığı tulumbacıları değil, Altınay’ın Köprülüler’ini satın alıyordu. Ama bugünlerde Reşad Ekrem'in popülerliğine baktığımız zaman yaklaşımın, kültürün nasıl değiştiğini görüyorsunuz. Mesela Ahmet Refik'in birçok önemli kitabının (bunları Tarih Vakfı bastı) iyi satmış olduğunu tahmin ediyorum ama Doğan Kitap'ın bastığı Reşad Ekrem kitaplarının çok daha fazla sattığını hiç kuşkusuz söyleyebiliriz. Çünkü toplum değişti, meraklar farklılaştı. Burada ayırım çizgisi 'resmi tarih'te değil, 'resmiyetin tarihi'nde; kim iktidar kim hangi savaşı kazanmış, hangi dönemde neresi başkent olmuş, bunları değil de toplum ne yiyordu ne içiyordu, kılık kıyafeti nasıldı? Buna, yani daha toplumsal tarih merkezli bir anlatıma merak arttı.

Popüler tarih deyince bugün, tarih dergileri ya da tarih sohbetlerinin yanı sıra bazı isimlerin köşe yazıları da aklıma geliyor. Bu da vardı eskiden; mesela eskiden gazetecilerin duayeni, 'Şeyhü’l-Muharririn' denilen Milliyet gazetesinin meşhur köşe yazarı Burhan Felek, İkinci Meşrutiyet döneminden, bazıları kendi hayatından anılar olmak üzere birtakım fıkralar yazardı. Bugün İlber Ortaylı ve Murat Bardakçı bunu biraz yapıyor.

Mesela Mahmut Şevket Paşa gibi, çok civcivli bir dönemde başbakanlık yapmış bir adamın güncelerinin ilgi göreceğini, popüler olabileceğini söyleyebiliriz. Ama bunu merak edebilecek normal, sokaktaki vatandaş bunu okuyamaz; çünkü dile yabancılık çekecektir. Bu gibi kitapların günümüz Türkçesine çevrilmesi de popüler tarihçilik olabilir. Öte yandan, birinin anılarını okumak da çekici ve popüler olabilir; ama çok yanıltıcı da olabilir. Mesela Rauf Orbay'ın anılarının kıymet kazanabilmesi için Ali Fuat Cebesoy'un, Kazım Karabekir'in, Atatürk'ün vs.nin anılarının da okunması lazım. Sen burada sırf Rauf Orbay'ı ya da Atatürk'ü okursan ya Raufçu ya da Atatürkçü olur çıkarsın. “Popüler düzlemde ne zararı var?” denilebilir; ama Raufçu ya da Atatürkçü olduğun zaman da tarih öğrenmiş olmuyorsun. Rauf'un gözünden tarih okumuş oluyorsun. Kısaca bir anıyı, birçok farklı anının tamamlaması lazım.

'İLERİYE DÖNÜK İYİMSERİM'

Şimdi biraz daha genel bir yere gelmek istiyorum. Sizce Türkiye'de, okullarda verilen tarih eğitimi gerçek tarihle ne ölçüde örtüşüyor, daha iyi bir tarih eğitimi nasıl sağlanabilir?

Üniversitede, en azından benim karşılaştığım öğrenciler arasında tarihin lisede görülen şey olmadığını anlayanlar çok oluyor. Bu maalesef Türkiye'de tarih öğretiminde hem müfredatın hem de hocaların çok büyük bir bölümünün yaklaşımının çok “eskimiş” olmasından kaynaklanıyor. Bundan 10-15 sene evvel incelediğim tarih kitaplarının omurgasının, Mehmet Fuat Köprülü ile Necmettin Sadık'ın 1910'ların sonunda oluşturdukları omurga olduğunu tepit etmiştim. Bundan hiç şüphem yok; bu korkunç bir şey. Öte yandan, iyi akademik tarihçiliğin ortaya çıkardığı tarihin, ortalama vatandaşın bildiği, ortaokulda, lisede okuduğu tarihe dönüşmesi hep biraz zaman alır. Dolayısıyla profesyonel çevrelerin “tarihimiz” dediği ile ortalama vatandaşın “tarihimiz” dediği şey arasında hep bir makas olur. Bu normaldir. Uygar ülkelerde bu makas son derece kapalıdır. Türkiye'de ise açık olmak şöyle dursun, Türkiye tarihinde bugünkü açıklık tüm zamanların rekoru biçiminde. Yani artık makas daha fazla açılamayacak bir vaziyette. Korkunç bir şey. Siyasal iradenin, Millî Eğitim Bakanlığı'yla bir şeyler yapması gerekiyor, fakat o konuda da yıllardır bir şey yapılmıyor, yapılıyorsa da olumsuz bazı yönlerde yapılıyor maalesef. Ne bileyim mesela 20 sene önce garip bir araştırma yaptım. Benim okuduğum zamandaki lise tarih kitaplarıyla, incelediğim 90'lardaki tarih kitapları arasında Antik Yunan ve Roma tarihinin tuttuğu yerleri karşılaştırdım, acayip küçülmüş vaziyette. Benim okuduğum kitapta 30 sayfa falanken, 90'larda 2-3 sayfaya inmişti. Bunun olumsuz bir şey olduğu kanısındayım, özellikle bizim ülkemiz gibi Antik Çağ'ı iyi öğrenmek için iyi çalışılması gereken coğrafyaların başında gelen birkaç ülkeden birinde... Ama toplumda böyle olmadığını da görüyorum. Son 10-15 yıldır müthiş bir arkeoloji merakı var. Nereye gidersen git her yerde yerli turistin ilgisini çekiyor. Dolayısıyla ileriye dönük olarak iyimser olabiliriz, yani ben iyimserim en azından. Ama tarih kitaplarında gördüğüm bunun tersine bir gelişme.

Doç. Dr. Ahmet Kuyaş ve Eylül İşten

'YÖNETMENLER TARİHÇİLERE DANIŞMALI'

Biraz önce söz ettiğiniz toplumun arkeolojiye ve popular tarihe yönelik ilgisinde son dönemde yaygınlaşan tarih dizilerinin bir katkısı olmuş olabilir mi?

Yani belki bir merak kamçılamış olabilir. Ama bizde iyi tarih bilen sanat yönetmeni sanırım yok. “İstanbul Kanatlarımın Altında” filmini sinemada seyrettim ve bir sahnede 'yuh!' diye bağırdığım için sinemadakiler tarafından çok ayıplandım. Ama rezalet bir Türkçe hatası vardı. Filmin kahramanı, âşık olduğu kölesi kadını “azad” edeceği yerde “azl” etti. Ben de onun üzerine bağırdım. Yönetmenler tarihçilere, özellikle sanat tarihçilerine kılık kıyafet ya da dekor konusunda danışmalı. 80'ler, 90'lar gibi yakın dönemler konusunda görece başarılı olsalar da 'Abdülhamit nasıl giyinirdi?', 'Ertuğrul Gazi hangi lafları kullanırdı?' dediğimiz zaman iş değişiyor.

Son olarak iktidar-tarih ilişkisine gelirsek, Türkiye'de iktidar 16 yıldır el değiştirmedi. Bu süreçte İstanbul başta olmak üzere birçok şehirde bulundukları yerlerle özdeşleşmiş yapılar değiştirildi ya da revize edildi. Örneğin Taksim'deki Atatürk Kültür Merkezi... Tarih yazıcılığında ve kültürel bellekte siyasi atmosfer ne gibi etkilerde bulunur? Bunun toplumsal karşılığı ve kültürel birikimde tuttuğu önem nedir?

Kişiye göre değişir. İyi bir tarihçinin, bazı açılardan içinde yaşadığı toplumu iyi bilmesi kesinlikle gerekir ama bunun tehlikeli bir sonucu da olabilir; bugünün içinde çok kalırsa birçok açıdan anakronizmle suçlanabilecek bir tarih yazabilir. Yani kendi dünyasının bakış açısının esiri olabilir. Yani tarih biliminden ziyade tarih kullanarak bugünle hesaplaşmak... Bu da bana kalırsa çok büyük bir tehlike. Mesela, uç bir örnek ama meşhur tarihçi Fernand Braudel, etkilenmemek için gazete okumuyordu. Kendisine ne kadar yararı ya da zararı oldu bilmiyorum ama tarihçilikte önemli olan tarafsız olmak. Günün siyasi hatta toplumsal bölünmeleriyle çok özdeşleştiğin zaman bu bana kalırsa tarih yazıcılığında olumsuz sonuçlar doğurur. Tarihçinin bugünün siyasi kavgalarına pek fazla angaje olmaması gerek, bu da zaten genelde tarihçilere yapılmış en büyük suçlamadır. Tarihçi, bir sosyolog ya da siyaset bilimciye göre bugüne daha uzak durur; zaten işi bu.

*Doç. Dr. Ahmet Kuyaş - Galatasaray Üniversitesi / Siyaset Bilimi