Elele Özgürlüğe: TKP'nin mührünü kazımak...

Komünizmin Osmanlı ve Türkiye’deki tarihinin, tarih yazımında uzun süre ihmal edildiği bir gerçek. TKP’nin tarihine bakıp, bu deneyimin siyasal içeriğini adlandırabilmelerine kaynak sağlayacak bir tarih yazımına ihtiyacımız var. Nabi Yağcı’nın söyleşisinin, içeriği ve tarihe yaklaşımı bakımından böylesi bir çabanın oluşabilmesine ciddi katkıları olacaktır.

Google Haberlere Abone ol

Sercan Çınar

DUVAR - Hüseyin Çakır’ın, tarihsel Türkiye Komünist Partisi’nin son Genel Sekreteri olan Nabi Yağcı ile gerçekleştirmiş olduğu nehir söyleşi, Elele Özgürlüğe: Zarlar Atıldı Geri Dönüş Yok adıyla Belge Yayınları tarafından kitaplaştırıldı. Bu söyleşide Nabi Yağcı, Türkiye tarihine ve özel olarak da sol siyasetin tarihsel seyrini ele alırken, tarihsel TKP’nin son yirmi yılını kapsayan ve kendisinin de “en tepeden” dahil olduğu siyasal süreçlere dair, içeriği itibariyle en kapsamlı açıklayıcı notu düşüyor. Söyleşinin odağında yer alan dönem, 1951-52 Tevkifatını takip eden yıllarda Türkiye ile örgütsel bağını yitirdiği söylenen bir partinin, güçlü bir aktör olarak yeniden Türkiye siyasetine dâhil olmaya giriştiği 1974 Atılım Süreci ile başlıyor.

Türkiye’de uğradığı baskılar sebebiyle uzun yıllar yurtdışında faaliyet göstermek zorunda kalan TKP efsanesini, ülke içinde örgütsel bir yapıya kavuşturma mesaisine girişmiş önemli isimlerden olan Nabi Yağcı için 1974 yılı, kendi tabiriyle “koşarken düşünmeye” başladığı o uzun sürecin başlangıcıydı. 1974’ten başlayarak, 1980'li yıllara rengini veren yasallaşma mücadelesinin kazanılmasıyla sona eren bu tarihsel süreci belki de en yakın tanığıdır Nabi Yağcı. TKP ve Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) birleşmesi ile kurulan Türkiye Birleşik Komünist Partisi’ni (TBKP) resmi devlet evraklarına tüzel kişi olarak kaydettirip, tarihte ilk kez -M. Kemal’in emriyle kurulan resmi Türkiye Komünist Fırkası’nı saymazsak- komünist partisinin tabelasını asan ve nihayet yasala çıkan komünistlerin, hem kuşak hem de TKP tarihinin aktörleri olarak deneyimlediklerini, kendi deyişiyle “bir tarihçi gibi değil, kavga vermiş bir hareketin insanı olarak” anlatıyor Nabi Yağcı.

1980 sonrası TİP ile birleşen Türkiye Komünist Partisi’nin son Genel Sekreteri Nabi Yağcı.

'ESKİ KUŞAK' KOMÜNİSTLER

Doğrusunu söylemek gerekirse, Nabi Yağcı’nın bu hikayeyi anlatmasını bekleyenlerin büyük çoğunluğunu, 1974 Atılımı ertesinde TKP üyesi olmuş veya sempatizan olarak çeperde kalmış, veyahut TBKP kuruluş sürecine ve yasallaşma mücadelesine dahil olmuş “eski kuşak” komünistler oluşturuyor. İstanbul İl Komitesi Sekreterliği’nden başlayarak, tepedeki karar alma süreçlerine en son TKP Genel Sekreteri olarak katılan Nabi Yağcı’nın bildiklerini anlatmış olması başlı başına önemlidir. Hele ki, konspirasyon-illegal çalışma ile özdeşlemiş TKP efsanesini, Bertolt Brecht’in dediği gibi “bir telefon gibi arka odada çalan, düşüncesi gizli, kararları bilinmez” bir parti olarak deneyimleyen tabandaki parti emekçileri ve o kuşağın komünistleri için, Haydar Kutlu'nun o dönemin üzerindeki sır perdesini aralamış olması çok daha heyecan verici bir gelişmedir. Fakat Nabi Yağcı’nın anlattıklarının, o yılların siyaset ve örgüt dolayımlarından geçmeyen geniş bir sol kamuoyuna hitap edebilmesi için, kuşak yalıtılmışlığının ötesinde bir okuma stratejisine ve akabinde sağlıklı bir tartışmaya ihtiyaç olduğunu düşünüyorum.

Bu yazıdaki asıl meramım ve maksadım, tam da böylesi bir kuşak yalıtılmışlığı üzerinden gerçekleşen sol-içi tartışmaya, yalıtılmışlığın getirdiği ‘haklılık/haksızlık’ kısırdöngüsünün ötesinde bir anlam kazandırabilmenin yollarını araştırmak. Bunun için, Nabi Yağcı’nın söyleşide ortaya koyduğu tarihsel anlatının, TKP’nin varlığına yetişememiş olan- benim de dâhil olduğum- kuşaklara neler söyleyebileceğine dair kafa yormak gerekiyor. TKP tarihini ortaya koymak kuşkusuz çok önemlidir. Fakat bu tarihi sol siyaset için bir bilgiye dönüştürmek için vakanüvisliği değil, vakaları yorumsayıp ve anlamlandırma çabasına ihtiyaç var. Peki ama nasıl? İlk olarak, tarihsel TKP deneyimini, Walter Benjamin’in deyişiyle, itibarsızlık ve ihmalden değil, ‘miras mertebesine’ çıkartılmasında temsilini bulan felaketten kurtarmak gerekiyor.

Komünizmin Osmanlı ve Türkiye’deki tarihinin, tarih yazımında uzun süre ihmal edildiği bir gerçek. Geç Soğuk Savaş ve Soğuk Savaş sonrası dönemlere egemen olan koşullar altında komünizm, düşünsel ve siyasal anlamda ciddi bir itibar kaybı yaşadı. Böylesi bir itibar kaybı, Soğuk Savaş’ın en çetin cephelerinden birisi olan Türkiye’deki komünist hareketin tarihinin ihmal edilmesine zemin hazırladı. Bu kısa şerhin ardından, Benjamin’ın söylediklerinin temelinde yatan o felakete geri dönelim. Soğuk Savaş sonrasına gözlerini açan kuşakların, TKP’nin tarihine bakıp, bu deneyimin siyasal içeriğini adlandırabilmelerine kaynak sağlayacak bir tarih yazımına ihtiyacımız var. Suphilerin, Ethem Nejatların, Nazımların, Denizlerin yarattığı  “Savaş Yolunu” anlatıp, TKP tarihini bu ışıltılı haliyle detaylandırmak değil, aksine, varlığı boyunca partinin üzerine işlenmiş olan çatlakları sergilemeyi yön verici ilkesi haline getirmiş düşünsel bir çabadan bahsediyorum. Nabi Yağcı’nın söyleşisinin, içeriği ve tarihe yaklaşımı bakımından böylesi bir çabanın oluşabilmesine ciddi katkıları olacaktır.

GRAMSCİ'YE GÖRE PARTİ TARİHİ

Komünist hareketi ve Marksist düşünceyi yirminci yüzyıla taşıyan en önemli isimlerin başında gelen Antonio Gramsci, bir partinin örgütsel tarihinin, içinde doğup geliştiği toplum ve devletin karmaşık tasvirinden ve de bu tasviri daha da dallanıp budaklandıran uluslararası koşullardan bağımsız oluşamayacağını söyler. Yani Gramsci’ye göre, bir partinin tarihini yazmak, partinin monografik bakışından o ülkenin tarihini yazmak anlamına gelir. Gramsci’nin bu önermesi geniş anlamda bütün modern partilerin örgütsel tarihleri için geçerlidir. Türkiye’den bakıldığında bu önerme, 1920 Eylül’ünde Bakü’de kurulup, 1991 yılında örgütsel varlığına son ver(il)en tarihsel TKP tarihi için daha da geçerlidir. 1920 Eylül’ünün ilk haftasında toplanan Doğu Halklarının Birinci Kurultayı’na iştirak etmek için Bakü’ye gelen Anadolulu ve İstanbullu komünistlerin, kurultayın hemen ardından gerçekleştirdikleri Birinci Umumi Türk Komünistleri Kongresi ile başlar TKP’nin tarihi. Henüz yeni kurulan komünist partisinin en kıymetlileri ülkelerine dönmek isterler. 1921 yılı, 28 Ocak’ı 29 Ocak’a bağlayan o karanlık gecede, yeni kurulacak Türk Devletinin azmettirdiği cellatlar, Mustafa Suphi ve 14 yoldaşını katledip ve Maria Suphi’yi zorla alıkoyarlar. Nabi Yağcı’nın söyleşinin başında söylediği gibi TKP’nin tarihi, bu katliamla birlikte “Karadeniz’in derinliklerinde incisini bekleyen bir istiridyenin öyküsü” olmuştur artık. TKP ve Türkiye Cumhuriyeti’nin bütünleşik tarihi de bu katliamla başlar.

Bu katliamla birlikte TKP tarihi, yeraltında ve en çetin şartlarda komünizmi bir hareket olarak inşa etmeye didinenlerin, bazen başarılı ama çoğunlukla da yoğun baskı altında yaşanan trajedilerin konusu olduğu bir hayatın tarihi haline gelmiştir ne yazık ki. Bundan dolayıdır ki, belki de Türkiye’de Soğuk Savaş, Batı’daki yazının başlattığı tarihten çok daha önce, 28-29 Kânunusani 1921’de başlamıştır. Bu tarih, TBKP’nin, Kürt Meselesine dair ortaya koyduğu görüşleri nedeniyle Anayasa Mahkemesi tarafından, 16 Temmuz 1991’de kapatılması ile sona erer. Yani Türkiye’nin tarihsel kırmızı çizgileri bir kez daha, komünistlerin mücadele tarihindeki iz düşümlerinden bir tanesi olmuştur. 141, 142 ve 164. Maddelerin kalkması ile komünist olmanın anayasal bir suç olmaktan çıktığı bir zamanda, devletin Kürt Meselesinde izlediği inkar, tenkil ve tedip temelli resmi siyasetine karşı takındığı tavır, komünistlerin ilk yasal partisinin tüzel kişilik olarak sonunu getirmişti. Yani “yasala çıkan” komünistler, Türk Devletinin güncellenmiş kırmızı çizgilerini aştıkları için yeniden cezalandırılmışlardı.

TARİH YAZICILIĞI: KOMÜNİZM-ANTİ-KOMÜNİZM

Yirminci yüzyıl komünizminin küresel tarihi gibi, komünizmin Türkiye’deki tarihi de, anti-komünizmin tarihinden bağımsız düşünülemez. Dolayısıyla, Mustafa Suphi ve yoldaşlarının Karadeniz’de katledilmeleri ile anti-komünizm, Türk Devletinin oluşumunda ve egemenlik icrasındaki kurucu ilkelerinden bir tanesi olarak ilan edilmiş oldu. Bu tarihten itibaren TKP, yoğun baskı koşulları altında faaliyet yürütmek zorunda bırakıldı. 1922-1953 yılları arasında gerçekleşen sayısız TKP tutuklaması, yoğun polis takibi ve Mussolini İtalya’sından devşirilmiş TCK’nin 141, 142 ve 164 maddeleri ile komünizmin kriminalize edilmesi neticesinde, TKP tarihi anti-komünist baskılarla özdeşleşti. Soğuk Savaş yılları ise, anti-komünizmin küresel bir çerçeveye kavuştuğu ve Türkiye’deki anti-komünist histerinin, küresel güç ilişkilerine göre yeniden düzenlendiği yıllar olarak karşımıza çıkıyor.

Bu küresel çerçevenin hegemonik hale gelmesi aynı zamanda, uluslararası komünist hareketin tarihinin, Doğu ve Batı Bloğu arasındaki kavgaya indirgendiği ve bu hareketin aktörlerinin silikleştiği düşünsel bir evrenin oluşmasına zemin hazırladı. Bu anlatının Türkiye’deki anti-komünist versiyonunda TKP üyeleri ve sempatizanları Sovyet ajanları olarak düşünülürken, daha sol- eleştirel versiyonlarında ise TKP, Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin uydusu olarak siyaset üreten, Soğuk Savaş’ın yarattığı küresel iktidar ilişkilerine mahkûm bırakılmış bir parti olarak görüldü. Dolayısıyla, 1920-1991 yıllarını arasındaki TKP tarihi her iki açıdan da, küresel aktörlerin faaliyet alanın ötesinde bir varlık gösterememiş komünistlerin tarihi olarak okuna geldi.

El Ele Özgürlüğe - Zarlar Atıldı Geri Dönüş Yok, Nabi Yağcı, söyleşi: Hüseyin Çakır, 597 syf., Belge Yayınları, 2018.

Geçmişin evreninde olup bitenleri dile dökme uğraşı olarak tarihçiliğin, tarihsel deneyimleri mühürlemek gibi bir işlevi oluyor ister istemez. Komünizmin tarihini yazmanın fazladan bir külfeti daha vardır; Soğuk Savaş’ın galiplerinin, liberal demokrasi ve kapitalizmin nihai zaferini ilan ederken, kapitalizm-ötesi tahayyüllerin, bilhassa da komünizmin tarihi üzerine vurdukları ideolojik mührü kazımaktır bu fazladan külfet. Almancada, bu durumu özetleyen güzel bir deyiş var: Klappe zu, Affe tot, yani “kapağı ört, maymun öldü!” Harfi harfine çevirisi kulağa pek hoş gelmez, fakat mecazen, bir işin artık son erdiğini ve konuşmanın yersiz olduğunu dile getirmek için kullanılır. Kapağı kaldırmak için ilk önce ideoloji mührünü kazımak gerekir. TKP’nin tarihi için de bu durum geçerlidir. Küresel ölçekte siyaseten itibar kaybetmiş bir hareketin Türkiye’deki en önemli temsilcilerinden olan TKP tarihini üzerindeki mührü kazımaya, Nabi Yağcı’nın söyleşisinin çok önemli katkıları olacaktır.

Fakat bildiklerini anlatması tek başına yeterli olmayacaktır. Ancak yukarıda bahsettiğim, küresel aktörlerin hamlelerine indirgenmiş bir TKP tarihi anlatısının ötesine geçilebildiği takdirde, parti tarihi üzerindeki çatlaklar daha görünür hale gelecektir. Yani, İstanbul, Leipzig ve Moskova üçgeninde cereyan eden bir diplomasiden öteye geçip, Batı Berlin’den Budapeşte’ye, Moskova’dan İzmir’e kadar, TKP emektarlarını iki kutuplu monolitik bir dünya tasvirine kurban etmeyip, bu tarihi merkezsizleştiren yeni bir bakışa ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Parti emektarlarının icra ettikleri bu tarih ve icra sırasında oluşan çatlaklar, ancak bu şekilde fark edilip sergilenebilir.

Nabi Yağcı, tarihsel TKP deneyiminin son yirmi yılının üstündeki tozu kaldırıp, yüzeyindeki çatlakları daha görünür kılarken, Soğuk Savaş sonrasına yetişen kuşaklara anlattığı önemli bir şey daha var: Komünistlerin yasallaşma mücadelesi. 12 Eylül faşizminin solu ezmek için uygulamaya koyduğu kanlı politikalar, özel olarak Türkiye solunu hedef alsa da, günümüze kadar gelen etkileri itibariyle Türkiye toplumu için büyük bir yıkım getirdi. 12 Eylül, hayatta kalabilmenin kavgasını veren sol hareket için infaz, işkence, hapishane ve sürgün ile özdeşlemiş yılların başlangıcı oldu. Cunta iktidarını izleyen yıllarda anti-komünizm, neoliberalizm söylemi üzerinden oluşan yeni rejimin kurucu unsurlarından bir tanesi olarak güncellendi. Darbe koşullarından çıkışı vadeden bir söylemle neoliberalizmi kurumsallaştırmaya girişen Özal iktidarı da, “demokrasiyi getirirken” bu anti-komünist mirası sahiplenmekten hiç çekinmedi. Soğuk Savaş sonrasının liberalleşme retoriğinin günümüze kadar gelen etkilerinden bir tanesi de, Özal’ın, TCK’nın 141, 142 ve 163. Maddelerini kaldırarak, komünistlere bu özgürlükleri “bahşettiği” şeklindeki tarihsel anlatıdır. Nabi Yağcı’nın uzun anlattığı geri dönüşlerin hikayesi ve yasallaşma mücadelesi, solun bu süreçteki rolünü yok sayan liberal retoriği yerinden ediyor.

80'LERİN KARANLIĞI

Dönemin o pek liberal kalemleri ve Özal, TBKP’nin yasal kuruluşunu gerçekleştirmek için Türkiye’ye dönme kararı alan Nihat Sargın ve Nabi Yağcı’yı teröristlikle yaftalayıp, Ankara’ya adım atar atmaz gözaltına alınmalarını ve işkenceden geçirilmelerine onay vererek, bahşedilen “özgürlüklerin ve demokrasinin” komünistleri kapsamadığını ilan ediyorlar. Bu bakımdan Nabi Yağcı söyleşisi, Türk sağının “demokrasi kahramanlarının,” komünistlerin yasallaşma mücadelesine dönük eski rejim yanlısı tavırlarının kapsamlı bir dökümünü sunuyor. O yıllarda henüz dünyada olmayan kuşaklar, 'Elele Özgürlüğe' kitabında anlatılanları okurken, bugünden 80'li yılların karanlığına bakarken, Nusret Demiral gibi “Eski Türkiye” savcılarının, o yıllarda komünistlere karşı işlettiği düşman hukukunun, bugün nasıl da yargı rejiminin bütününe sirayet ettiğini görüp şaşıracaklar.

Doğrusunu söylemek gerekirse, komünistliği kriminalize eden 141, 142 ve 163. Maddelerin kaldırılması için verilen mücadele, Türkiye solunca geniş ölçüde yok sayıldı. Bu mücadelenin kapsamını ve içeriğini yeni kuşaklara anlatmak ve Türkiye soluna anımsatmak, hem sol siyaset hem de tarih yazıcılığı açısından kıymetli bir çabadır. Öncelikle 80li yıllar, karanlıkla özdeşleşmiş bir boşluğun ötesine geçen bir anlatıya kavuşturulmadıkça, neoliberal retoriğin bu dönemi adlandırmadaki hegemonyasını yerinden edecek bir karşı-anlatının oluşması mümkün olamayacaktır maalesef.

Dolayısıyla 80'li yıllar, Erdoğan rejiminin de sıklıkla yardımına çağırdığı “demokrasi kahramanlarına” bırakılamayacak kadar önemli bir sahadır. Bunun için de, komünistlerin yasala çıkmak için yurt içinde ve yurtdışında giriştikleri mücadeleyi hatırlamak ve yeniden anlatabilmek gerekiyor. Bu mücadeleye iktidarın ve DGM savcılarının daha fazla baskıyla cevap vermeleri, en sonunda da komünistlerin öncülük ettikleri demokrasi mücadelesini durduramayan devletin, Sargın ve Yağcı’yı serbest bırakmak ve 141, 142 ve 163. maddeleri kaldırmak zorunda kalışını hatırlamak, bu tarihin üzerindeki örtüyü kaldırmanın ötesinde, bugün içinde bulunduğumuz bir başka karanlık dönemi, 80'lerin karanlığından bakarak adlandırabilmeyi kolaylaştıracaktır diye düşünüyorum. Berlin Duvarı yıkılırken gözden düşen komünistlerin, yasal komünist partisinin kurulması gündemi etrafında en geniş kamuoyunu bir araya getirmeyi başardıkları radikal demokratik zeminden öğrenebileceğimiz çok şey var.